• yalnız olmakla yalnız kalmak farklı şeyler.

    yalnız kalmak, kalabilmek, kendi dünyasını daha çocukken inşa etmeye başlamış insanlar için öyle büyük bir ihtiyaç ki, aynı frekansta olmayan birinin bunu anlayabileceğini çok düşünmüyorum.

    birçok insan kendi kendisine tahammül edemiyor; birçok insan da kendisine bayılıyor, ne yapsa haklı görüyor ya da bazıları dışarıdan bayılır gözüküp içeriden kendinden nefret ediyor. dengeyi tutturmak zor zaten. kendiyle barışık olduğu halde kendisiyle kalamayan, sıkılan yahut gereksiz bulan da var tabii. belki sen, ben, o da bunlardan birine denk düşüyor zaman zaman.

    yalnızlıktan korkmayı anlıyorum. kendi açımdan bakınca, yalnız olmayı ben de istemem, ama hiç yalnız kalamamak da çok korkutucu olurdu benim için. çünkü bir yandan dostu bol, ajandası hep kabarık bir insan oldum, ama bir yandan da her zaman yalnız kalabileceğim zaman dilimlerini aradım, ihtiyaç duydum, alıştığım sessizliği arzuladım. kendime o yalnız zamanları veremediğimde mutsuz ve bitkin oldum. şu keskin içedönük/dışadönük ayrımlarına da inanmıyorum o yüzden, hayat o kadar siyah beyaz değil benim için.

    sebebini düşününce, tabii insanın aklı evvela çocukluğuna gidiyor. ben hep kendi kendime bir şeyler yaparak büyüdüm. yan odada bir yetişkin olsa bile kimsenin beni 7/24 oyalamakla mükellef olmadığını biliyordum, kendime yetecek tarzda büyütmeye çalışıyorlardı zaten, ama tabii ki yalnız kalmaların bir kısmı içten geliyorsa bir kısmı da mecburiyetlerdendi. bazen yalnız kalmayı hiç istemezken yalnız kaldım, bazense parka çıkıp oynayabilecekken kitap okumayı seçtim. ama her zaman kendi kendime oyun uydurmakta, kendimi eğlemekte mahirdim. mızmızlanan ve herkesin onu eğlemesini bekleyen çocuklara şaşkınlıkla bakardım. yalnız kalışlarım bunları katmerlendirmişti.

    işte böyle başlıyor ve hızlanıyor sanırım o kişisel dünyanın inşası insanda.

    eh, öyle başladı mı öyle de ilerliyor genelde. ergenliğimde, insanların istiklal'e çıkmak için illa birilerini aramalarını hiç anlamazdım mesela, ellerim cebimde bir yukarı bir aşağı yürürdüm ben 14 yaşındayken de. sergilere girerdim, kafelerde oturur kitabımı okurdum, müzikmarketlere girer kaset/cd bakardım ve tüm bunlar için yanımda birini istemek bir yana, kendimle baş başa olmak hoşuma giderdi. çünkü kimseye ayak uydurmak zorunda olmazdım. bir kitabı yarım saat karıştırmak istiyorsam kitapçıda “hay allah ayakta dikilttim seni” demek ya da birini sıkıyor muyum diye düşünmek zorunda kalmamak bence lütuftu. mağaza gezmek denen şeyi hâlâ yalnız yapmayı seviyorum en çok.

    bazı insanların hayatlarında hiç tek başlarına sinemaya gitmediklerini, hiç bir restoranda tek başlarına oturup yemek yemediklerini 20'lerimin ikinci yarısında, büyük bir şokla öğrenmiştim. güzel bir restoranda iyi bir yemek yemeye sadece bir eşlikçim varsa mı layıktım? “aaa bu film iyiymiş” dediğimde neden birini daha arayıp onla ortak seans bulmaya uğraşayım ki bazen ya da? anlayamadım bunları hiç. bu tarz şeyleri tek başına yapabilmenin “özgüven göstergesi” olarak algılanmasını da garipsedim. alakası yoktur demiyorum (zaten kişi alaka görüyorsa benim ne haddime yok demek) ama bence bu, gerçekten insanın kendiyle ilişkilenme biçiminle ilgiliydi daha çok.

    kendi dünyanı inşa etmek dediğim işte biraz böyle bir şey. kendimle vakit geçirmekle ilgili hiçbir zaman sorunum olmadı. insanlarla vakit geçirmeye hiç itirazım olmadı, ama kendi kendime kalmaktan da pek sıkılmadım. bir şehre gittiğimde, beni misafir edenin asla bütün o süre boyunca beni eğlemesini beklemedim. sokaklarda kaybolmak, sağda solda gezinmek, kendime güzel bir yemek ısmarlamak ya da bir yürüyüşe çıkmak, her neyse o, kendimle baş başa, kendimle birlikte yapmakta beis görmedim.

    bunun tek kötü yanı, bazen başka dünyalarla birleşmeyi zorlaştırması. kendin baş kendin traş olmaya alışmanın lüksü büyük, bundan vazgeçip uzlaşmayla sonuçlanacak mini mini nice konfrontasyonla uğraşmak da kolay değil öyle. ama işte bana iyi gelen “gelişkin iç dünyam”, başkaları için bir “mesafelilik” algısı yaratabiliyor. hele alışıldık kadın-erkek ilişkisi kalıpları içinde iyice zor olabiliyor bunu anlatabilmek bazen. kendi dünyanı inşa etmeye ne kadar erken başlarsan o kadar büyüyor dünya, o kadar detaylanıyor. avlu içinde avlular, saray kenarında köşkler peydah oluyor. kim, nereye kadar görecek? kim dördüncü avludan geçecek? şu saraydaki, ilerideki av köşkünü de bilecek mi? ya tamamen kendine ait, duvarı yüksek bahçelerin? onların içinde ne çiçekler yetiştirdiğini (veya beceremeyip öldürdüğünü) başkaları görmeli mi?

    sorular çok, sorular muhtelif. benim tarafımda zor olan, aynı zamanda insanların eşlikçiliğini çok sevmemdi. yakın ve derin aşk ilişkileri, dostlarla kalabalık sofralar, dertleşilen zamanlar ya da çın çın öten kahkahalarla konuşulan zamanlar bana cansuyu oluyor. ama karşınızdaki size kendisini açarken siz aç(a)mazsanız orada bir asimetri oluşuyor. ilkgençlik yıllarımda bunun dengesini kurmakta çok zorlanıyordum mesela. kâh sevgilime açamadığım kusurlar, kâh yakın arkadaşlarıma dahi dökemediğim dertler, daha yakınlaşılabilecekken bazı şeyleri kısıtladı, tuttu belki. böyle yanları açmayınca daha iki boyutlu kaldım kimi insanların gözünde, zira “hayatında her şeyi iyi giden, başarılı, güleryüzlü bir insan” olmak asla yüzde yüz gerçek olamaz. şunu anlamak ve kabul etmek, kendi dünyasıyla uğraşmayı seven bir insan için kolay değil, “benim kendi dünyamın muhkemliği bana güzel gelse, kolaylık sağlasa da, bazen karşımdaki için ulaşılmaz, mesafeli bir görüntüye sebep olabilir; daha yakın ve derin ilişkiler için burada bir denge bulman lazım.”

    kolay oldu diyemeyeceğim o dengeyi bulmak (ne kadar bulduğum da tartışılır tabii, eskisinden daha iyi bir yerdeyim sadece diyeyim) çünkü diyorum ya, bir yandan kendi dünyamı, kendi içimdeki kelimelerimi çok seviyorum, yalnız kalma ihtiyacımdan da (özellikle ikili ilişkilerde) hiç mi hiç taviz veresim gelmiyor (ve tabii aynı evin içinde yaşarken bu çok kolay değil!); ama bir yandan da sevdiğimle birlikte dolu dolu yaşamayı çok seviyorum, dostlarımla gezmeyi, yemeyi, içmeyi çok seviyorum. eee, nasıl olacak bunlar bir arada?

    müşfik, sabırlı, ama her şeyden çok alanınıza, kendilik ihtiyacınıza saygı duyan bir sevgilinin bunda payı çok. şanslıyım ve sevgililik söz konusu olunca biraz da isabetli seçimler yapabiliyorum sanırım ki, bu konuda çok ciddi bir sorun yaşamadım. ama bana bence asıl dönüştürücü etki, hayatımdaki kadın arkadaşlarımdan geldi. biri eski iş arkadaşım, diğerleri ise farklı alanlardan zamanla etle tırnak tırnak olduğum beş kadın, beni hayli dönüştürdüler bu konuda. ilkinin başlattığı kırılmaları, diğerleri alıp çok daha ileri noktalara taşıdılar. yan yanayken bile yalnız kalma ihtiyacına saygı duyarak, “dost acı söyler” ilkesinden vazgeçmeyip ama aynı zamanda eleştirisini şefkatle söyleyerek… “iyi insanları hak edebilmek için sen ne kadar iyi bir insan kıldın kendini?” sorusunu hep içimde taşıdığım yıllardan sonra, belki biraz diktiğin ağacın meyvelerini yemek gibi hissettirdi bana kendini son 4-5 yılım.

    evet, yalnız kalma ihtiyacım hep devam edecek. bu kötü bir şey değil. birazı alışkanlık, birazı ihtiyaç, birazı içimdeki dünyanın büyüklüğünden, birazı başka dünyalarla kaynaşmanın sadece benim kontrolümde olmamasından dolayı zor gelmesinden. ama sonuçta bu ihtiyacım ortada. dünyadaki binlerce insan gibi. öte yandan sosyal bir varlığız; hele ben neredeyse o dudak bükülen “sosyal kelebek”lerdenim görüntü olarak, ama işte ikisi de içimizde olabiliyor. dünya siyah beyaz değil, inanıyorum buna, kendim böyleyken nasıl inanmayayım zaten? ne her bahçemi herkes görmek zorunda, ne de herkesi en dış avluda bırakmam gerekiyor. denge hep bozulan ve hep baştan kurulan, hep ince ayar yapılan bir şey, kabul ettim. birkaç bahçe var ki, onların kapısından ölene kadar benden başkası geçmeyecek. kendime bunu ayırdım. karşılığında, belki bazen çiçeklerimin ezilmesi, düzenimin bozulması, yere çöp filan atılmasını da göze alarak, kendi rahatımın yer yer bozulması pahasına insanları içeri de alıyorum. çünkü almazsam, en sevdiklerimi bulma fırsatından mahrum kalacağım. yaşadığım ikili ilişkilere ya da dostluklara baktığımda görüyorum zaten, zamanla o sınırları esnetmesem çok şeyden mahrum kalırmışım.

    zor mu hep o dengeyi aramak? evet zor. ama umut da var. işte bu yeter: umut var.
  • - yalnız kalınca insan, çöp gibi hisseder kendini... yırtılmış, buruşmuş, kırılmış, kullanılmaz, işe yaramaz, atsan atılmaz, satsan satılmaz, baksan görülmez, bağırsan duyulmaz hisseder...

    - yalnız kalınca insan, küçük hisseder kendini... böcek gibi, kum gibi, çakıl taşı gibi, ceviz gibi, tırnak, raptiye, biblo, düğme gibi hisseder...

    - yalnız kalınca insan, çirkin hisseder kendini... kambur, sivilceli, kötü giyimli, tuhaf saçlı, kalın kaşlı, topal, çolak, kirli ve şaşı (bilemedin şehla) hisseder...

    - yalnız kalınca insan, güçsüz hisseder kendini... zayıf, bitkin, yorgun , hasta, işe yaramaz, hatta bazen sona yaklaşmış hisseder

    - yalnız kalınca insan, başıboş hisseder kendini... sabah akşam kafayı çekebilecek, çekip gidebilecek, çekip alabilecek, çekip silahını kendini vurabilecek gibi hisseder...

    - yalnız kalınca insan, bir ömür öyle kalacakmış gibi hisseder kendini... yalnızlığın sonu, finali, ucu bucağı yokmuş gibi hisseder, yalnızlığına bir “the end” ararken uyur hep...

    - yalnız kalınca insan, sessiz hisseder kendini... soluksuz, nefessiz, sözsüz, cümlesiz, tümcesiz, eylemsiz, fiilsiz geçer zaman, zaman şerefsizdir çok, bir tek bu çıkar yalnızın ağzından, şerefsizdir zaman, şerefsizdir zaman, şerefsizdir zaman, şerefsizdir ulan...

    - yalnız kalınca insan, karanlık hisseder kendini... koyu tonlar hakim olur her şeye, gece vardır sadece, bir de gece mavisi...

    - yalnız kalınca insan, eski hisseder kendini... miadı dolmuş, eskimiş, tozlanmış, eskici bile almamış hisseder...

    - yalnız kalınca insan, elleri soğuk, gözleri kısık, dudakları çatlak, yanakları sarkık, göz altları çökük, omuzları düşük hisseder kendini...

    - yalnız kalınca insan, bir ayağı çukurda, bıçak sırtında, gözleri toprakta hisseder kendini...

    - yalnız kalınca insan... yalnız kendini hisseder ve yalnız hisseder kendini!
  • yaşananlar, yaşanamayanlar, kaçma uzaklaşma isteği, bir şekilde yurtdışına gidilmeye karar verilmiştir. aylarca hatta sonradan bir yıla uzatılan bir süre boyunca artık o ülkede yaşanacaktır. ilk kez, doğulan ve o günden beri yaşanan şehirden ayrılınacaktır. uçak saat 23:00, iniş saati gece 02:00 civarıdır. seni oradan biri alacak, trene bırakacak ve trenle gidilmek istenen şehre varılacaktır. planlar bu şekilde yapılmıştır. yaşama süresi uzun olduğu için bavul sınırı konusunda sıkıntı vardır. sonuç olarak bir adet 30 kiloluk kendimden daha büyük bir bavul ve bir küçük el bavulu ama tartılmayacağı için 15 kilo civarı yapılmış, bir de laptop vs olan bir sırt çantası ile yola çıkılmıştır. bavullar toplamı 52 kilo civarı olmuştur.

    başta her şey normal gitmiştir. uçaktan gecenin bir saati inip karşılayacak insan bulunmuştur. fakat tren garında anlaşılmıştır ki, o tek tren sanılan tren, aslında 4 farklı tren yani 4 aktarma demekmiş. elinde yaklaşık 50 kilo ilk trene bindiğinde hala ümidi oluyor insanın.. ama zaman geçtikçe, yaz sıcağında bindiğin ülkenden, buz gibi bir havaya indiğinde, yağmur başladığında, bir tanecik hırkayla 50 kiloyla, hayatında hiç bilmediğin bir ülkede, gecenin bir yarısı bomboş ıssız garlarda, 5 dakika aralıklı farklı peronlardaki trenleri değiştirirken, 50 kiloyu merdivenlerden indirip çıkarırken, önüne gelen üç beş kişinin gözlerine sana yardım etsinler diye bakarken, o geceyi hiç uyumadan bitirip, hava aydınlandığında en azından biraz daha güvenli olduğu için rahatlarken ve sabah 9 itibariyle ulaşman gereken şehre 10 saatte yaklaşık 10 yıl yaşlanmış olarak vardığında, o zaman işte hayata çok farklı bakıyor insan..
    o gecenin her dakikasında damarlarımdan yalnızlık akıyordu, her anında biraz daha büyüdüm. trende sana ikinci dünya savaşından bahseden keş bir polonyalıyla muhabbet ederken belki beni severse yardım eder diye umuyorsun; bütün gece boyunca gördüğün tek kızın erkek arkadaşını yakalayıp 30 kiloluk bavulunu 30 basamaklı merdivenden çıkarmasını rica ediyorsun; yağmurdan sıçan gibi olmuş, soğuktan tir tir titrerken treni kaçırırsam ne olurun korkusuyla 50 kiloyu sırtlanıp yollarda koşuyorsun..

    o gün bittiğinde ben kendime dedim ki, ben bu geceyi atlattım ya, sağ salim, sakatlanmadan, fıtık olmadan, donmadan, soyulmadan, tecavüze uğramadan, yorgunluktan ölmeden vs tamamladım ya, bu noktadan sonra hakkaten ayakta durma limitimi aşacak günü çok zor yaşarım.. aradan 3 sene geçti daha o gecenin yanına yaklaşanı olmadı.. ben o gece yalnızlığın dibine vurdum, ama kendisini yenip sonrasında amına bile koydum.
  • kendinden herkesi çıkarınca elde edilen sonuç.
  • yıllarınızı verdiğiniz bir şehirde ve tonla arkadaşın arasında hasta hasta, battaniyenin altında kendi demlediğiniz çayı yudumlarken insanın kendine itiraf ettiği şeydir* .
  • çevredeki insan sayısıyla deil, düşünüp de anlatamamakla de ölçülebilicek olan durum.
  • - kac arkadassiniz peki?
    - yalniz kaliyorum efendim..
    - aa bulamadin mi yanina birini evladim?
    - ha evet bulamadim, psikopatim teyze.
  • kendi isteginizle gerçekleştiğinde çok keyifli,
    siz istemediğiniz halde gerçekleştiğinde kederlere sürükleyici olabilen durum.
  • herkes yalnızdır, önemli olan kimsesiz kalmamaktır demişti candan erçetin bir roportajında, ne de güzel demişti.
hesabın var mı? giriş yap