• akan entryler arasından zamana tozlu gözlerle bakmaktır. okuduğunu buyur deyip içine almak, anlamak, anlamlandırmak, içindekiler ile harmanlamak, yorumlamak ancak fikren değerli bir metne dönüştürme aşamasında nihayete erememek ve tutulup kalmaktır.

    yüreğin dile gelememesi, duygunun maneviyattan maddeye doğru kanat çırpamaması, seven imgelerin kavuşamamasıdır. mevsimi geldiği halde tomurcuklanamamak, yapraklanamamak, patır patır patlayamamaktır. edebi zekanın rüzgarda kalmış mum ışığı gibi titremesidir, ki kurulan tüm cümleler bu halde anlamsızdır. kalem yazdığına göz kırpmaz, kağıt gülücükler yollamaz, virgüller yorgundur, noktalar solgun. harcanan emek hakkını helal etmez, edebi karşılığını beğenmez. figürler gönlün içine sinmez, peş peşe dizilip anlamlı sesler çıkarmaya çalışan harfler aklın pasını da silmez, ki yazamamak nihayetinde çiçek açamamaktır. bu duruma çare bulma yollarında okumaya ağırlık verilebilir.

    yazamama illetine yakalanıldığında had bilinmeli, sığlığın çölünde emin adımlarla gidilmeli ve durgun sulardayken coşkuyla kulaçlar atmaktan imtina edilmelidir. hem "yazarlık yeteneğine haiz olamamak" gibi yanlış cümleler kurup hem de yazmak üzerine ahkam kesildiği hallerde ise elbette "filiz akın'ı öpen ediz hun'a minnetle bakan saf aşçı"dan bir adım bile öteye de geçilmeyeceği de bilinmelidir. (bkz: haddini bilmek)
  • sözlük bazında, yazacak başlık bulamama, bugüne bastığında çıkan başlıkların hiçbirinin ilgi çekmemesi durumu.
    bir yazar için, genel olarak ilham denen şeyin yokluğundan kaynaklanan; önündeki sayfaya boş boş bakma, on dakika arayla birer cümle yazıp silme hadisesi.
  • tam dokuz aydır mustarip olduğum durum.

    dokuz ay deyince yazmakla doğurmak arasındaki dişil üretim bağıntısına elbette değinmeden geçmeyeceğim. hamile bir kadın olsaydı şimdiye kadar nur topunu kucağına almıştı.
    fakat doğumlar arasında taş doğurmaya benziyor yazamamak. hayırsız evladına “seni doğuracağıma taş doğursaydım!” diyen teyzeler bir daha düşünün. siz hiç taş doğurdunuz mu mesela? ben doğurdum ve bildiğin acıdı. o hatırı sayılır taşları böbreğimden aşağı indiği her noktada hissederek geceleri uykusuz ve huzursuz biçimde bedeni hakimiyetimi kaybederek düşürdüm. bu yazılır. yazamamak bu değil. yazdım. buna içilir. bol bol su iç dedi doktorum. içtim.

    kusmalardan yediklerini değil de yemyeşil safrayı çıkaramamaya benziyor yazamamak.
    kendini dışarı atma biçimine ayak diremek. içinde kaldıkça için, büyüyen yemyeşil sıvılar kan yerine damarlarında gezerek seni soğuk soğuk terletiyor, başını döndürüyor. kusamıyorsun.

    aşklardan sana tahammül bile edemeyen bir adama gönül vermeye benziyor yazamamak. edeceğin her kelimeye göstereceği katlanamamanın tezahürü olan nefret, ellerini bağlıyor. yeni bir dil kurmak istiyorsun. aşksız ve boktan dunyanın başka turlu görunduğu bir alem, ki o zaman nefretin geçersiz kaldığı bir sevdan olsun. ama yazamıyorsun. hiç okunmayan, okunsa da anlaşılmayan bedbaht bir eski çağ şairi gibi.
    işkence esnasında dilini yutmaya çalışan bir mahkum gibi konuşmamayı tercih etmeye benziyor. en kötüsü yazamamak bir tercih değil. aşık olmak bir tercih meselesi değilken keza.

    özgüvenini eve gelen bir çocuğa verilen oyuncak gibi kaybetmeye benziyor yazamamak. çocuk alıp onu eve götüruyor. çocuk senin dilini anlamıyor. çocuk oyuncak istiyor, özgüvenin emin ellerde değil, sen yazamıyorsun.

    yazamamak bizi diğerlerinden farklı kılan özelliklerin silinmesi demek. ses tonumuzun bir ortamda susunca silinen farkı gibi, kelimelerle kurduğumuz yapıyı temelden sallayan, yıkıveren bir illet.
    yazmayı bir hayat biçimi haline getiren, “yazmasaydım ölecektim...” diyebilenler için yazamamak benliği, özgüveni paramparça eden bir travmaya dönüşebiliyor.
    o çocuğun elinden almak gerekiyor o oyuncak zannettiği şeyi.
    “özgüvenim oyuncak değil, benim en kıymetli hazinemdir. ver bakalım çocuum şunu...” diyebilmek gerekiyor.
    yazmak gerekiyor.
  • ruhun kabız olma durumu...
  • şebnem işigüzel'in bir kitabında okuma-yazmayı unutan bir yazardan, renkleri artık tanıyamayan, birbirine karıştıran bir ressamdan söz eder. ironinin zirvesidir bu.

    bir tür işkencedir yazamamak. cezadır en basit tanımla. çünkü yaz(a)mamak önceden yapılabilen ama artık yapılamayan bir faaliyetin adıdır. cezalandıran meçhuldür. büyük ihtimalle kişinin kendisidir.

    psikolog ifadesiyle söylersek "süperegonun egoya baskısının sonucudur."

    kelimeler, tanımlar, benzetmeler, ifadeler, yazıyı yazı yapan her şey anlamsız olur. ya da bunlar yerli yerinde duruyordur da kişinin gözüne çarpıp geri tepiyordur. kalbe, beyne gitmeden.

    yazamamak zordur. bu yazıda yer alan bu cümleyle birlikte toplam 13 cümleyi yaza-bilmek yarım saat sürer.
  • birşey var ifade etmek istediğin,içinde seni kemiren ve onu bir şekilde varolanlar sınıfına sokamazsan seni azar azar tüketmeye devam edecek..kelimeler ifadenin milyarlarca kombinasyon doğurabilen araçları,kelimeler kaçtığımız sığındığımız avuntular..sonra bir şimşek çakıyor;en değer verdiğin, anlam üstüne anlam yüklediğin şeyler zamanla silinip gidiyor..ifade etsen n'olur etmesen n'olur, herşeye bir anlam yüklesen, yine de sabahları gülümseyerek umutlanarak uyanabilsen n'olur uyanamasan n'olur..yazamamak bana benzeyen bazıları için çürümenin başlangıcıdır; sessizce herşeyin bitmesini beklersin.
  • talk-showlarda osurarak konusanlarin, televolelerde kim kimi sikiyo diye bas bas bagiranlarin varoldugu, kusu kalkmaz diye beyanat verenlerin dusunce adami ilan edildigi bi ulkede dusunce sucu denen insanlik ayibi yuzunden, diktatorlukvari yonetimlerle bastirilmis insanin icinde oldugu acinasi durumdur. yarim agizla edilen bir kufurdur, arkadas cevresinde iki satir laftir. yazilmaz, yazilamaz, herkese gosterilemez.
  • yazmak fiilinin tersi olmadığı gibi, yazmamak fiilindeki kuru eylemsizlik halini de içermez. bambaşkadır.

    aklınıza kelimeler gelir, bir vagon dizilişindeki düzeni tutturamazsınız. ya yazdıklarınız yapmacık kaçacaktır, ya zorlama. ama bir şey de yazmanız lazımdır o anda. ilham zaten sizi yarı yolda bırakmıştır. ite kaka yazılanlar da, ruhları itibariyle kargacık burgacık çıkacaktır ekranda.

    belki de kelimelerin çok ötesinde yaşanan hissiyatın aktarılamamasıdır yazamamak. yazılmaması gereken şeylerin, kelime formuna dönüşmemede ısrar etmesidir olan biten.

    o acılar, hayal kırıklıkları, pişmanlıklar hep hissiyat olarak kalmalıdır. asla 29 harfin dar mahpesine girmemelidir. ısmarlama olmuyordur, olamaz da.

    zindanın karanlığının gözleri kamaştıracak kadar parlak kaldığı bir ruh halinin yansımasıdır yazamamak!..
  • "herkesin bir aile romanı vardır. romanın yazımındaki boş sayfalar eğer bastırılmış unsurlar içeriyorsa, düşler ve semptomlar olarak yeniden ortaya çıkacaktır. ancak yadsınmışlarsa (inkar edilmişlerse) hortlak olarak geri dönerler. yani sayfalar görünürde boş olsalar da hayalet yazılarla dolar. bu sayfalar romanın sürekliliğini bozarak, simgeselliğin önünde bir engel oluştururlar. " (talat parman- "yaşamın mekanı ve yorumu: psikanaliz ve mimari)

    bulutuzluk özlemi'nin bir şarkısında geçiyordu, "yazdığımı baştan yazamam" dizesi. o kadar haklı bir şey söylüyorlar ki. baştan yazamayız fakat yazılmış olan üzerinde kendimize has çeşitlemeler yaparak yaşamımız boyunca bu varyasyonlardan kendimizi ifade eden bir kolaj oluşturabiliriz. yaşarken de böyledir aslında bu ve aslında o yüzden talat parman'ın alıntısını "yaşayamamak" başlığında da kullanabilirdim ama galiba yazarak ifade etmek yaşamın kaotik düzensizliği içinde hareket edebilmekten hep daha kolay olduğu için bu başlığı seçtim. yani yaşadığımı baştan yaşayamam da diyebilirdi bulutsuzluk özlemi, bir daha yeniden doğamam. hayır, yeniden doğamayız, çok istesek bile bu başlangıcı yenileme imkanımız yok. doğumdan sonrasıyla başlayabiliyoruz, kendimizi doğurma fantezilerimiz olsa da bunu gerçekleştirmenin bir imkanı yok.

    neden hortlaklardan, hayalet yazılardan ve sayfaların dolu oluşundan bahsetmiş talat parman? ve niçin yazamamakla ilintilendiriyorum bu doluluğu? aslında hep aynı şeyi yazarız: aile romansının bizde uyandırdığı tüm o hayal kırıklıklarını, acıları, hazları, beklentileri, idealleri, üzüntüleri, hayalleri.. ne olmak istediğimiz, nasıl yaşamak istediğimiz, neyi yazmak istediğimiz hep bu aile romansı sahnesiyle, bir zamanlar gerçekten yaşanmış olan ama artık her türden kılık değiştirmelerle gerçekliğinin üstünü fantezilerin tozunun bürüdüğü o sahneyle belirlenir. bizim için doğumumuzla önceden belirlenmiş olan kaderi yeniden ve yeniden düşünerek, hayal ederek bu kaderin içinden yeni bir ben çıkarmaya uğraşırız. yaşamın amaçlarından biri kaderi özgürlüğe dönüştürme çabası olabilir.

    ama niçin hortlaklar? neden düşler ve semptomlar değil de hortlaklar? çünkü hortlaklar yeniden yazmaya ve yeniden ama bu defa başka bir şekilde ifade etmeye izin vermezler. görünürde boş olan, anımsayamadıığımız, anlamlandıramadığımız o yaşam sayfalarımız aslında doludur. hortlaklar tarafından çoktan doldurulmuş, mühürlenmiş ve saklanmıştır, artık erişimimiz yoktur o sayfalara. boş gibi görünen sayfalarda yeniden yazmayı imkansız kılan bir doluluk vardır. bu hortlakların kalemi öyle bir silinmez yazı yazmıştır ki ne okuyabiliriz ne de değiştirebiliriz. anımsayamadığımız için de ne zihnimizde yorumlayabilir ne de yeniden düşünüp yazabilir, değiştirebiliriz. hayır bunların hiçbirine izin vermezler.

    peki izin vermeyen bu güç de neyin nesi? hortlaklar gerçekten var mı? hortlaklar yok elbette ama inkar var. yaşamımızın belli sayfalarını koparıp atan yıkıcılığımız var, sanki onlar kendi parçalarımız değilmişcesine zalimlik ettiğimiz parçalarımız, sayfalarımız. tek bir sayfayı bile bir kitabın içinden koparıp atarsak ne kadar okunması zor bir hale gelir değil mi? ne kadar anlaşılmaz olur ve hele bu sayfa bir romanın heyecan verici bir noktasında eksikse işte o zaman lanet okuruz bu korsan kitaba. peki onlarca sayfa eksik olsaydı? artık ana fikri de anlayamaz hale gelirdik. peki yaşamlarımızda onlarca sayfa eksikse ne olur? üstelik bu sayfaları yırtıp atan bizzat biz isek? nasıl okuyacağız? nasıl anlamlandıracağız?

    bu sayfaları bizim değilmiş gibi görüp de bir hışımla yırtmamıza ve yeni boş sayfalar aramamıza yol açan şey de neydi? bir kaderi değişmez bir kader olarak damgaladık ve ondan kurtulmak için yırtıp attık belki de. reddettik. inkar ettik varlığını. sürgüne gönderdik ya da yakıp yıktık. peki sonra? bu sayfalardan belki kurtulduk ve temiz sayfalar açtık (her başlangıç gerekli bir temiz sayfadır ama bir kere başladıktan sonra boşluk açıp yeniden temiz sayfaya geçmek şüpheli bir eylemdir) ama hortlaklar?

    yazabilmek için okuyabilmek gerekir. okuyabilmek içinse olabildiğince bütün bir hikayenin var olması. bu hikaye çok hüzünlü olabilir, buna karşılık gözyaşımız var mesela. bu hikaye çok dayanılmaz, afakanlar bastırıcı olabilir ama buna karşı da arada bir soluklanma şansımız var. ama bu hikaye kendi yaşamımızın hikayesi olduğu için ona soykırım uygulamasak yani onu inkar etmesek iyi olur. bunu yaparsak okuyamayız. okuyamadığımızı düşünemeyiz. düşünemediğimizi yeniden canlandıramayız. yeniden canlandıramadığımızı yazamayız. yazamazsak değiştiremeyiz. değiştiremezsek kader kurbanı oluruz.

    eksik sayfalar olduğu için yazamıyoruz ve ne acı ki sayfaları koparan da genelde kendimiz oluyoruz. önce eksik sayfa dedektifliğine düşmeli, şansımız yaver gidip de o sayfaların bir kısmını yeniden bulabilirsek sonrasında hortlakların anlaşılmaz yazılarını sökmeye çalışmalıyız. hiyeroglif okuyan arkeolog gibi. hortlaklar ne dediklerini neden böyle anlaşılmaz harflerle yazmışlar acaba? ne yazmışlar? o kadar ürkütücü mü? tüm bu yazıları okuduktan ve kavradıktan sonra belki o sayfalar yeniden yazılabilir hale gelir ve anlattığımız kendi hikayemiz haline gelebilir.

    arşivlerin değerini daha derin hissedebildiğimiz, yırtıp atarken, yoksayarken, bitirirken daha uzun düşündüğümüz günlerin gelmesi dileğiyle.
  • kelimeler, onlara küstüğüm, gerçek olduklarına inanmadığım, güvenmediğim kısa zaman dilimleri dışında hep dostum oldular. kendilerine güvenmediğim zamanlar gelip geçici oldu. bir şekilde dayanamadım ve yazdım. içime dolan, gözlerimden, kulaklarımdan fışkırmaya başlayan kelimeleri yazıya dökmek dışında çarem kalmadığında yazdım.
    bu sefer yazamamak uzun sürdü. bir yıla yaklaşıyor neredeyse. önceleri kelimelerim beni terk etti sandım. ilhamımı kaybettim, kendimi ifade gücüm derinlere saklandı,vs... bir sürü projeyi reddettim. bana güvenen insanları yarı yolda bıraktım. ısmarlama yazı yazamıyorum diye avuttum kendimi.
    ama... ama öyle değilmiş. gerçekleri derin düşüncelere dalarak, akıl yürüterek bulan biri olmadım hiç bir zaman. birden, pat diye, başka biri kulağıma söylemiş gibi, bir kitapta okumuş gibi "anladım". bu da öyle oldu. birden uyandım.
    ben yazmaktan korkuyorum! başkalarına değil ama, kendi kendime ağzımdan bir şeyler kaçırırım, söylememem gerekenleri söylerken kendime yakalanırım diye korkuyorum.

    psikolojik tahlili de sözlükte yaptım ya pes yani. ama durumun vehameti bundan da anlaşılabilir ki, yazmaktansa tahlili göze alabiliyorum. vay be sözlük.
hesabın var mı? giriş yap