• sözlük yazarlarının her gün yaptığı eylemdir. gerçi ben bir nevi antoloji olsun geçen sene bugün ne boklar yiyordum acaba modunda yazıyorum. yoksa ne bok yemeye geliyoruz buraya a.q.
    rahatladıktan sonra arkasını temizlediğiniz herşey gibi (örneğin kaka) ortadan kaldırmanız gereken yazılardır. aksi takdirde bulan kişi yazarı ile birlikte yazıyı imha edebilir.
    ben küçükken ufak bir işletmede çalışıyordum. artık o küçücük kalbim ve beynim ne kadar daraldıysa yine kaleme kağıda sarılıp patronun ne kadar göt olduğundan, neredeyse tüm çalışanların cinsiyetine göre uygun sıfatlar eşliğinde upuzun böyle ii selimin fermanı gibi bişey çıkarmıştım ortaya. kol gibi sıçmıştım öyle böyle değil. zaten huyumdur. böyle bir nefret uyandımı artık yedi ceddine sıfat tamlaması uydururum. kasa defterinin arasında unuttuğumdan bahsetmiyorum farkındaysanız.

    patronun beni çağırdığında anlamıştım başıma gelecekleri, kellemi koltuğumun altına alıp evet ben yazdım hepsini pişman değilim dedim. nasılsa beni işten atacaktı. ama atmadı. önce dede korkuttan bir kaç hikaye anlattı sonrada upuzun nasihat verdi. düşünün o kadar küçüğüm demek. sonra güldü. orayı çok özleyeceğimi söyledi. üzerinden yıllar geçti ve ben orayı özledim layn.

    özetle bulduğun gibi bırakacaksın, nasıl sıçtıysan öyle temizleyeceksin arkadaş !
  • ''palyaço söyledi ben yazdım
    yazdım, yazmasam ağlayacaktım.''

    (bkz: turgut uyar)

    düzeltme: bu entry'de alıntıladığım dizeler turgut uyar'a ait değildir. turgut uyar'a ait olduğu zannedilen ve fakat daha sonra aksi ispat edildiği üzere, palyaço adı ile bilinen anonim bir şiirde yer alır.
  • olay basit aslında. anlatamazsan yazarsın. konuşma ihtiyacı duyarsın kimi zaman. ama bir bakarsın seni anlayacak kimse yok etrafında. işte o an kaleminle baş başa kalırsın. kalemin cümleleri yazarken satırlar da dinleyici rolüne bürünür. böylece bir bakıma kendi kendinin psikoloğu olursun. yazdıkça daha da fazla sorgularsın hayatını. hiç olmadığın kadar dürüst olursun kendine.
  • bir sağaltım yöntemidir.

    birilerinin yönlendirdiğini hiç hatırlamıyor ve sanmıyorum fakat bu yönteme ilk başvurduğum yaşların sekiz, dokuz olduğunu biliyorum.

    değişmeyen sahne: odaya çekilme, bir köşe bulma, eline rastgele bir kalem ve bir de müsvedde defter (ya da birkaç kağıt) almak şeklindeydi.
    bir şeyler olmuştu yine duygu denizinde; beklenmeyen bir fırtına, güçlü durulası bir alabora, belki de tolere edilebilir bir gelgit…
    bir kulağım aniden açılabilecek kapı sebebiyle koridorda, ‘tamam, bir kendimle kalayım, şu an beni çok zorlayan bu şeyi kendimle konuşacağım’ diyerek tuttuğum ne varsa yazıyordum, tamamen dürtüsel.
    tamamen rahatlamak, güvenilir bir sırdaş bulmak, anlaşılma yorgunluğuna ve hiçbir sansüre takılmadan kova kova dökülmek isteğiyle.
    bir çocuğa göre fazla ‘olgun’ca benimsenmiş rollerin (belki gerekliliğin) ve bu durumla taban tabana zıt bir hassasiyetin sonucu ile…

    bazen yaratıcıyla, bazen kendinle, bazen canını sıkanlarla, bazen de mutlu edenlerle… hep konuşmak. o odalardan, konuşmuş, rahatlamış ve -mantarını bulan super mario gibi- oyuna devam edebilecek gücü yüklenerek çıkan bir çocuk olmak.

    yıllar geçti. ilkokul, lise, üniversite, iş hayatı… mekanlar, insanlar değişti. benim ‘can yeleğim’ hiç değişmedi. kaç defter doldurdum, gittiğim yerlere bavullarla taşıdım, ortak yaşam alanlarında özenle sakladım, yazdım, çizdim, anlattım ve nihayet attım, bilmiyorum. sonraları bu alışkanlığa kullandığım telefonlar, bilgisayarlar da dahil oldu fakat (akut durumlarda biraz çare olsa da) hiçbiri kağıda teslim olarak dökülmenin yerini tutamadı.

    kağıtlar benim özgürlüğüm ve şifam oldu. kendimle rastlaştığım aynalar ve kendim sandığım her şeyden sıyrıldığım boşluklar verdi elime... ne tezat, bir ‘içe çekilme’ hali gibi defterime koşarken ben; yazdıkça yeniden hayata karıştıran kapılar açıldı önüme.

    bugünlerde şunu daha içten hissediyorum: bu hayata, yazma isteği/yetisi/dürtüsü eksik biri olarak gelseydim, bu suda boğulurdum.

    bu yüzden, ne yaşarsam yaşayayım, suya kendi isteğimle dalmak; gerektiğinde günlerce dibinde kalıp, korkmadan, uyuşmadan tekrar yüzeye çıkmak için bana ‘yazmayı’ yol kılan yaratılışa teşekkürümdür, bu yazı.
  • sembolik olarak "içimdeki öfkenin akıp gitmesi" olarak yorumladığım eylem.

    içimdeki öfkenin serbest kalması lazım.
  • "bazen ona bir şeyler yazarsın,
    yazar silersin...
    yazar silersin...
    o hiçbirini okumamış olur;
    ama sen hepsini söylemiş olursun..."*
  • yazmak bir anlamda yazılanı yeniden yaşamayı gerektirir. bu anlamda imkansızdır. hem yazarken, hem okurken yaraları depreştirir. depresif birşeydir.
  • olmayan şeyleri olmuş gibi düşünüp garabetinizden kurtulmaktır. şahsımı zor dinginleştiren yazmaya küçük bir örnek veriyorum. genelde rahatlama ifadesi oh ile biter.

    normal kafa ile okumanız tavsiye edilmez. yoksa anormal kafanız yok mu ? arayın uzman kadromuz ve hocalarımız size yardımcı olsun.
    hemen sipariş edin 0 224 900 58 52
    ruhum daralıyor. bu zamana kadar birçok yazımda insanlar ruhumun daraldığı kanaatine varmış çoğunda yanılmışlardı. ancak bu gün ruhum süratle birbirine doğru yaklaşmakta olan iki duvarın tam ortasında yalvaran gözlerle bakıyor bana. belki de duvar sandığım şey bir çöp arabasının silindiri. bu fikre kapılmama sebep aşağıya bakmamla birlikte gördüğüm manzara. benden önce sıkıştırılmış milyarlarca ruhun yanık, isli, naylonumsu kokusu bilincimi kaybetmeme neden olacak kadar ağır. gördüğüm en büyük çöplük burası olmalı. derken o ruhlardan birisi ilişiyor içime. üzerime doğru geliyor. tüm hakimiyeti ele geçiriyor. birden tüm hikayesini yüklüyor beynime. yükleme esnasında hücremsi şeffaflık titriyor deli gibi. iğrenç bir his tüm vücudunun hücre değil de jöleden yapıldığını düşün belki anlarsın.

    “ genç adam pejo servisin arka sağ köşesinde oturuyordu. etrafı seyrediyormuş gibi dışarı bakan adam aslında kaza yapmalarına yol açan adamın hayaletiydi ve hemen sağ koltuktaydı. çünkü birazdan onlara çarpacak araca çarptığı saniye ölmüştü. önünün boş olması nedeniyle en ön koltuğun arkasına uçtuğunu gördü. bu senaryoyu beğenmemiş olacak ki tanrı gerçeğe dönüştürmedi. kendiside hoşlanmamıştı daha kahramanca bir şeyler düşünmeliydi.

    zihni ”evlat neyi düşlersen onu yaşarsın” cümlesini kulağına çalan babasını fişledi. çok küçüktü güneşli bir gündü ve babasının kocaman göbeğini anımsadı. öpmek için doğrulduğunda küçük bedeni ile kendisi arasına giren yağ tabakasını. ne kadar çok içtiğinin, daha da önemlisi sebepsiz bağrışmalara sebep olduğunun belgeli hatırasıydı göbeği. herkes gibi ortalama bir ailesi vardı ve her şeye rağmen mutlu idiler. tanrıdan ölesiye nefret ediyordu. bir kerede tüm ailesini almak zorunda mıydı? tanrı ailesini katil bir kamyonun önüne attığından beri arabadaki vaktini geçirebilmek için oynadığı oyununa geri döndü. devam etti düşünmeye arabaya bindiği vakit hiç iyi bir şey düşünmezdi. kahramanlık diyorduk. aracın peşmergeler tarafından kurşun yağmuruna tutulduğunu düşledi. önünde hurdadan ayrılmış fabrikadan kim bilir kimin evine götürülmek üzere metal bir kutu duruyordu. kutuya girip saklanma ihtimalini gözden geçirdi. aracın deposuna gelecek ilk mermi ile araç alev alabilirdi. ki düşmanın ve iyi aksiyon seyircilerinin en sevdiği hamledir bu. bummm!
    kutuda olma fikri ayağa kalktı ve yerini haşlanarak ölmenin sarsıcı sıcaklığına yer bıraktı. sırtı terden sırılsıklamdı. iyisi mi koca bir erkek gibi mermilere koşmaktı. yağmur gibi tepesine kurşun yağdıran pisliklerden de pis sırıtmaktı. yanından geçen koca kamyon tıpkı bedenine düşürdüğü gibi oyununa da gölge düşürmüştü. daha önce aynı model bir kamyonun altında gördüğü yamulmuş bisiklet geldi aklına. kötü şeyleri düşünmek kolaydı da görmek çok zordu. düşünmekten saçları ağarmıştı 26 yaşında. sırtını hissetmiyordu sanki. 5 yıldır onu bekleyen tek nesne olan soğuk evinin metrekaresi dâhil olmak üzere çalıştığı fabrikada bir tane dişi yoktu. psikologlara harcadığı parayı hayat kadınlarına vermiş olsaydı duygusuzda olsa bir kazancı olurdu. boş bakışlarına servis şoförünün tok sesi son verdi. indi. tıpkı babasının dediği gibi düşlediğini yaşayabilmek umudu ile tüm kazaları arabalarda düşlerdi. karaya ayak bastığı an fişi çekti. hiç inanmadığı halde yanlarına gitme olasılığı içini kemirirdi. ölecek kadar cesur olamadı hiçbir zaman. kendisini hiç sevmedi. oysaki ortalamanın üzerindeydi. kumral saçları, buğday teni ve her zaman donuk bakan bal rengi gözleri vardı. tabi benim gördüğüm güzelim ruhu idi. iki elini basmam için birleştirdi. ruhumdan çekti kendini geri. bunları görüyor olmamın bir sebebi vardı elbet. eline bastım yükseldim kuş gibi.

    bir gün başka birisinin gelip ona ellerini birleştireceğini düşlüyorum. evet düşlüyorum çünkü öyle olmasını istiyorum.

    bu yazı ile birlikte son buldu tüm garabetim.

    oh!
  • çok ilginç bir durum bu. hep yadırgıyorum bu nedenle de. insan nasil oluyor da icinde onu mahveden seyleri kelimelere dokup cismani hale getirdiginde, yani elle tutar gozle gorur oldugunda nasil oluyor da cildirmiyor, nasil ona katlanabiliyor inanin anlamis degilim. yazamam ben, yani anilarimi, derdimi tasami birakin yazmayi, sozle ifade edemem bile. icime ata ata cururum orda.

    edit:imla.
hesabın var mı? giriş yap