• bir önceki işin parasını bitirmişsiniz, yeni başladığınız işten de ödeme almanıza henüz bir iki gün daha var. cepteki son para ile sigara-ekmek-su üçlüsü arasında tercih yapmak zorunda kaldığınız öyle saçma bir zaman dilimi düşünün. işte öyle saçma bir zaman diliminde yaşamış olduğum saçma sapan bir anıdır. başlıyorum.

    öğlen 1 gibi uyandığımızda elektriklerin kesik olduğunu fark ettik. tehlikenin boyutunu ancak telefon/pc şarjlarımız % 50'nin altına inince ve dolaptan aldığımız suların ılımış olduğunu görünce anladık. ev arkadaşım benden nispeten daha şanslı bir dönem geçirmekte olduğundan çantasını hazırlayıp sevgilisine gitti. ben ise henüz tehlikenin boyutunu şarj ve sudan tam olarak kavrayamamış olsam gerek, herhangi bir arkadaşta kalmak gibi bir fikri ciddiyetle ele almamıştım. daha öncesinde de benzer saçmalıkta saçma olayları atlattığım için kanıksamış olduğum bu saçmalıklar karşısında olabildiğince sakin kalabilmek gibi bir özellik geliştirdiğimi şimdi fark ediyorum. neyse akşam 8 gibi telefonumun kalan şarjı da tükendi. o saate kadar kitap okuyarak vakit geçirdiğim için çok sıkılmamıştım. fakat hava kararmaya başlayınca bir şeyler yapmak gerektiğini düşünerek ev arkadaşımın sevişirken yakmak için satın altığı ne kadar kokulu mum varsa salona toplayıp masaya dizdim. masayı koltuğa yaklaştırıp mumları yaktım ve mum ışığında bir süre daha kitap okudum. bu entry vasıtası ile türün sevenlerine önermekten geri durmayacağım arthur c. clarke'ın bilim-kurgu klasiği olan "çocukluğun sonu" kitabının kalan kısmını da okuyup koltuktan doğruldum.

    işte bu entrye konu olan ve saçmalık diye bahsettiğim şey tam olarak burada başladı. evde analog bir saat bulunmadığından ve telefonumda kapalı olduğundan saatin kaç olduğuna dair bir bilgiye ulaşamayınca zaman algısının ne kadar önemli olduğunu anladım. çünkü kaç saattir kitap okuduğumu, ne kadar süredir mum ışığına mecbur kaldığımı, akşam yemeği vaktinin gelip gelmediğine dair en ufak bir fikrim yok. saati bilmediğim için acıkıp acıkmadığımı bile bilmiyordum. saatin epey geçmiş olma ihtimaline karşılık kalkıp bir makarna yaptım ve mum ışığında yedim. ama o makarnayı saat 9'da da yemiş olabilirim gece 2'de de. bilemiyorum. mumların eriyip fitillerinin tükenmeye başladığını fark etmemle birlikte mutfaktan iki çakmak alıp evde alternatif bir ışık kaynağı aramaya başladım. beni bu aramaya iten ise daha önce masanın üstünde gördüğümü anımsadığım, yanındaki kolu çevirince şarj olan ışıldaktı. 1 dakika aralıksız çevirsem 3-4 dakika, 5 dakika aralıksız çevirsem yarım saat, 1 saat aralıksız çevirsem sonsuza kadar ışıldayacağını düşündüğüm bu mucize alet benim o gece kurtuluşum olabilirdi. ve fakat olamadı. o ışıldağı bulabilmek için evdeki tüm çekmece, dolap, koltuk altı ve bilimum ıvır zıvır kutusunu kurcaladım. eski albümler, 3 yıl önce alınmış bir emlakçı kartviziti, kim bilir ne zamandan kalmış ağzı düğümlü bir poşet tuzlu fıstık (evet, fıstıklar nemlenmişti), bir miktar bozuk para, 0,7 uçlu rotring kalem (aramadan elde ettiğim yegane iyi şey), bir kaç dergi ve bir kaç tane daha çakmak buldum. ama ışıldak o evde yoktu. işıldağı arkadaşımın almış olduğunu varsayarak, zamanlamasına çok kızdığım için bir miktar sinkaflı küfrü ebeveynlerine ve kendisine saydırdım. şimdi düşününce çok utanıyorum. ailesinin suçu yoktu sonuçta. bu tamamen onun suçuydu. neyse devam ediyorum, bu arayıştan da sıkılınca mumların başına geri döndüm. madem alternatif bir ışık kaynağı bulamıyorum, yapılacak en iyi şey eldeki imkanlarla var olan ışığın ömrünü uzatmakla olurdu. sonuçta mum dediğin şey çok zor tükenen bir maddeydi. ihtiyacım olan şey fitil yerine geçebilecek bir şeydi. aklıma ilk gelen kibrit oldu. kibritin bu iş için uygun olmadığını anlamak ise, kibritin bu iş için uygun olduğunu düşünmemden daha kısa sürdü. bu umudum da tükenmişti. çaresizce kibritleri yakıp eğilmelerini seyretmeye başladım. kibritler bitince mum bardağında kürdanları, kürdanlar bitince bir miktar peçeteyi yaktım. baktım bu işin sonu kötü son peçete il birlikte karanlığa gömüldüm. ve yine tüm bunların ne kadar sürdüğüne dair en ufak bir fikrim yoktu. 10 dakika? 1 saat? bu düşünce beni rahatsız etti. bunu daha fazla düşünmenin insana kafayı yedirtebileceğini düşünerek uyumaya karar verdim. yine kaçta uyuduğumu bilmiyorum. belki tüm bunlar yarım saat içinde olup bitti ve ben dokuz buçukta uyudum. ya da belki uyuduğumda saat dörttü. bilemiyorum. bilemiyorum altan. bunu düşünmek şuan için bile rahatsız edici.

    uyandığımda ortalık aydınlanmıştı. saatin 8 olduğuna dair bir ibare yoktu. 10 olduğuna dair de bir ibare yoktu. ama olsun, hava aydınlanmıştı. şimdi yapılması gereken faturayı ödeyip elektriği açtırmaktı. fakat nasıl? şirkete durumu izah edip küçük bir avans istemek en olası seçenekti. ama bunu yapmak için beyoğlu'ndan kadıköy'e yürüyemeyeceğime göre en makul seçenek telefon edip havale istemek olurdu. ama nasıl arayacaktım. unuttun mu telefonun şarjı yoktu. bakkala gidip kısa bir süre şarj etmesini rica etmek geldi aklıma. ama hemen def ettim aklımdan bu fikri çünkü son günlerde sadece 3 yumurta 1 ekmek ve kibrit kutusu büyüklüğünde peynirden oluşan alışveriş sepetimiz yüzünden sempatisi iyice azalmıştı karadenizli bakkalımızın bize. şarj için ikinci seçenek alt kattaki histerik komşuydu. kendisi ile ilgili detaylara fazla girmeden bu kısmı hızlıca geçeceğim. ama önce şunu eklemeliyim bunun için bir süre daha bekledim çünkü saat şuan 8 olabilirdi. bu saatte onu rahatsız etmek şarj ihtimalini ortadan kaldırabilirdi. ne kadar olduğunu tahmin edemediğim bir süre bekledikten sonra üzerime usturuplu bir şeyler giyip aşağı indim. özenle seçtiğim en kibar ve en net kelimelerle durumu izah edip, fakir görünmemek için olağanüstü bir çaba sarf edip telefonu kısa bir süre şarj edip edemeyeceğini sordum. vücudu kapının arkasında, başı kapı aralığında olduğundan üzerinin uygun olmadığını düşünerek onu bu halde rahatsız ettiğim için kendime kızdım. fakat kendisinden beklemediğim olağanüstü kibarlıkla bunu yapabileceğini, sorun olmadığını, yalnız ortak ödediğimiz su faturasından bize düşen 40 lirayı bugün getirmemiz gerektiğini söyledi. peki deyip yukarı çıktım fakat 120 liralık elektrik faturasından sonra ortaya çıkan 40 liralık su faturası canımı biraz daha sıkmıştı. bunu düşünerek geçirdiğim yaklaşık 15-20 dakikadan sonra aşağı inip telefonu aldım. telefona baktığımda saat 13.15'i gösteriyordu. demek ki 12.45 gibi vermiştim telefonu. telefonu vermeden önce bir süre beklediğimi de göz önüne alırsak 12 civarı uyanmıştım. peki, kaç saat uyumuştum? allah'ım bu tam bir kabustu.

    telefonu aldıktan sonra şirketi aradım, durumun ciddi olduğunu bir miktar avans istediğimi söyledim. sadece 10 dakika sonra hesabıma konuştuğumuz para yatmıştı. hemen internet bankacılığından fatura ödemesini yaptım ve beklemeye başladım. beklentim ödemeyi yapınca sistemde görünmesi, müşteri memnuniyetini onur meselesi olarak gören bedaş'ın en yakın mobil ekibi evime yönlendirip elektriğimizi açtırması yönündeydi. bu düşüncenin sağlamış olduğu iç rahatlığı ile kahvaltımı yaptım ve beklemeye başladım. aldığımda % 17 şarjı bulunan telefonum bu süre zarfında şarjı % 10'a düşmüştü. hemen bedaş'ı arayıp durumu izah ettim. benimle ilgilenen görevli arkadaşlar yardımcı olacaklardır deyince biraz bozuldum. "sizden yardım istemiyorum beyefendi. borcumu ödedim ve sizin elektriği kesmek konusunda gösterdiğiniz hassasiyeti açarken de göstermenizi istiyorum, böylelikle yine size borçlanabilirim" dedim. görevli bu sözlerime karşılık sadece "saat veremem beyefendi. yardımcı olmamı istediğiniz başka bir konu var mı?" diyerek daha fazla benimle huatap olmak istemediğini açıkça belli etti. telefonu kapattıktan bir süre sonra telefonun kalan şarjı da bitti ve yine kapandı. zaman algımı tekrar yitirmiştim. korku dolu saatler yine başlamıştı. ya elektriğim bugün açılmazsa, ya tekrar aynı geceyi yaşamak zorunda kalırsam diye düşünürken bir taraftan da neden sadece 120 lira istedim diye kendime sinkaflı küfürler sarf ediyordum. bazen kendime sinkaflı küfürler sarf ederim. ama sadece sinkaflı küfür sarf ettiğimi söyleyebilmek için. çünkü sinkaf kelimesini ilk duyduğumdan beri çok güzel bir kelime olduğunu düşünmüşümdür. bunları düşünürken aklıma binanın giriş kapısında otomat ve zil olmadığı geldi. bina eski bir ermeni yapısı olduğu için kapı değişikliği gibi tadilatlar kültür ve tabiat varlıklarını koruma kurulunun izni ile yapılabiliyor. fakat ev sahibinin bunu düşündüğünü sanmıyorum. 100 liralık sistem pahalı geldiği için hiç bulaşmamıştır bu işe. neyse önemli olan bu değildi, önemli olan kapıda otomat ve zilin olmamasıydı. çünkü elektriği açmak için gelen görevli zili çalamaz ve apartmana giremez ise geri dönüp gidebilirdi. bu düşünce kafamda şekillenir şekillenmez hemen apartmanın giriş kapısının hizasında yer alan mutfak penceresinin önüne tünedim bizimkiler'in cemil'i gibi. yine ne kadar beklediğimi bilmiyorum sokağın başında, elinde bir takım teknolojik takım taklavat olan biri belirdi. bu belirme öyle bir belirmeydi ki bir insan ancak o kadar belirebilirdi. adam yaklaşınca hemen seslendim; "pardon elektrik için mi geldiniz?" adamın cevabı kısa ve netti; "su." o an yaşadığım hissin tarifi yok. sanki bundan sonra sonsuza kadar o pencerede kalacak ve sokağa giren bütün teknisyenler su işleri için geldiklerini söyleyecek ve bana kahkahalarla güleceklerdi. gözlerim açık böyle saçma kabuslar görürken 1, 10,30 belki de 55 dakika sonra yine elinde cihazlar olan bir başka adam sokağa girdi. hemen bağırdım; "seviiiiim koş! katil yine çöpü devirdi!" adamın ve sokaktan geçen yaşlı teyzenin yadırgar bakışlarını yüzümde hissedince adama dönerek "pardon su için mi geldiniz?" dedim. aldığım cevap dünyanın en güzel cevabıydı; "hayır, elektrik." sanki marion cotillard birlikte sinemaya gitme teklifimi kabul etmişti. adam gözümde marion cotillard'tı o an. bizim elektriğinde kapalı olduğunu, mümkünse açıp açamayacağını sordum. elindeki kağıtlara bakıp kapı numaramızla eşleştirince bizim apartmana doğru yürümeye başladı. bunu görünce koşarak aşağıya indim. görevli daha binanın önüne gelmeden kapıyı açmış, takınabildiğim en büyük gülümseme ile onu karşılamıştım. adam tuhaf tuhaf bakarak içeri girdi ve saatlerin olduğu kısma yöneldi. yaptığı işin ne kadar zor bir iş olduğu, bu işin önemi vs hakkında bi kaç şey zırvaladıktan sonra koşarak yukarıya çıktım kontrol etmek için. aynı geceyi tekrar yaşayamazdım çünkü. iş biraz uzun sürdü. eski sistem porselen sigortalı saat sanırım uğraştırmıştı görevliyi. bu arada ben salon ile mutfak penceresi arasında mekik dokumaya başlamıştım eğer elektrik açılmazsa pencereden seslenebilmek için. dedim ya aynı geceyi tekrar yaşayamazdım. neyse bir taraftan görevlinin apartmandan çıkıp çıkmadığını kontrol etmek için pencereye koşuyorum bir taraftan da evdeki elektrikle beslenen tüm cihazları açıp kapatıyorum elektriği kontrol etmek için. lamba açıktı da ben mi kapattım? tv bozuldu da ışığı mı yanmıyo? sorular sorular... görevlinin yanından yukarı koştuğum ve elektriğin açılması arasında geçen süre sanırım 3 ay kadar sürdü. sonra elektrik geldi. ve ev gündüz vakti, şimdiye kadar hiç görmediğim parlaklıkta aydınlandı. gülümsedim.. yatağa uzandım.. ve o an fark ettim ki her yerim ağrıyo, başım ve ağzım alev alev yanıyo.. hasta olmuştum ..
  • batmışız, durum berbat, ev sahibi evden atmış zar zor bı ev bulmuşuz. evin depozitosu da bizden önce çıkan kiracının elektrik borcunu ödemek. onu bile ödeyemedik. ev sahibi elektrik veriyordu sağ olsun. banyo yapmaya şofben bile yoktu. suyu bir liralık kahve makinasında ısıtıp bir kovada biriktiriyorduk ve hemen soğumasını diye de üzerini havluyla örtüyorduk öyle banyo yapıyorduk. bunu hatırlayınca içim acır hep.
  • doksanlı yıllar tek başına ev idare etmek hiç kolay değilken bir de üstüne işten çıkarıldım. kira, faturalar derken elimde hiç bir şey kalmadı. yetmedi üstüne eve hırsız girip evdeki televizyonla ısınma aracı olan katalitiki alıp gitti.
    neyse bir süre de evdeki erzakla idare ettim ama sonunda o büyük gün geldi çattı. eve fare girse kafasını kıracak ayarda. açım hatta bir şey yemeden sadece evdeki kahve stoğu ile hayata devam ettiğim üçüncü günün sonunda kahve de bitti. artık bakkala inmek lazım ama alışık değilim parasız bir şey istemeye.
    önce bin bir emekle yıllardır biriktirdiğim mizah dergilerimden bazılarını yoldan geçen kağıtçıya sattım. ama aldığım para ancak 1 ekmek 2 yumurtaya yeter. baktım olacak gibi değil, elimdeki tüm koleksiyonu verdim adama içim kan ağlayarak ki koleksiyonda o zamanın 4 ayrı dergisinin yaklaşık 12 yıllık her sayısı vardı.
    sonra çıktım terasta biriken depozitolu tüm içecek şişelerini alıp indim bakkala. onları da bakkala verdim. baktım ikisi birleşince baya bir param olmuş. markete gidip 1 hafta beni idare edecek erzak almıştım. ha şimdi şükür çok daha iyiyim ama yine de bazen minibüs parası denkleyemediğim zamanlar olmuyor değil.
  • tüm lise yllarım boyunca evden ekmek arası götürmüştüm okula, harçlık mı? o da ne? allahtan sınıfın tamamı benzer gelir seviyesindeki ailelerden oluştuğu için yoksunluk hissi çok yaşanmamıştı.
  • bazen de sonu güzel biten anılardır.
    dün akşam arkadaşımda kalmış sabah kalkıp eve gidecektim. nakit param bitmiş. cebimde 5 lira bozuk param var. yeter herhalde yea bir minibüs bir metroya bineceğim diye 50 metre ilerideki banakamatiğe gitmeye üşenerek minibüse bindim, 1,5 lirayı verdik. metroya geldim. kartımın dolu olduğunu sanıyorum, turnikede error verdik. gişeye giitm en az 3 liralık dolduruluyor diye biliyorum. sırada önümde bir amca var bilet alıyor gişedeki görevli "amca artık biletler iki binişlik 6 lira oldu" dedi. sıra bana geldi cebimdeki 3,5 lirayı uzattım. en az 5 lira dolduruyoruz artık demez mi görevli. bilet de alamıyorum . fonda halil sezai "çaresiiiiiiiiz" diye girdi şarkıya. yapıkredi bankamatiği yok mu buralarda diye sızlanırken abinin biri ben tamamlayayım üstünü dedi. tövbeler tövbesi ne hallere düştük düşünceleri kafada. dedim ben size parasını vereyim sizin kartınızla bineyim. neyse abi sağolsun. metroya bindim.

    en yakın bankamatiğin olduğu istasyonda indim. bankamatiğe gittim hesapta %200lük bir artış bir an başım döndü. şirket prim yatırmış sağolsun.

    hayat çok garip 10 dk önce 1,5 liraya muhtaçken bir anda nerden nereye geliyor insan.
  • üniversitede bir gün sadece cebimde kalan tek bir adet bir liraydı. onunla ekmek alıp eve gidip kuru ekmek yemiştim o gün. insanlığımı hiçbir şekilde kaybetmeyeceğime yemin ettiğim bir gündü. bilmeden ve hatırlamadan düşünen ve konuşan insanların ne yaptığını da önemsemeyi bıraktığım gündü aynı zamanda.

    edit: bundan daha büyük fakirlik anısı olan arkadaşlara ayıp etmiş olmak istemem. öyleyse af buyursunlar. lakin bunu 7 yıllık yazılımcı olarak yaşamıştım.
  • üniversite hazırlık kursuna gidiyordum. herkes beşiktaş'da ki kurslara gidiyorken ben unkapanı tarafına gittim. maksat rahat rahat yürüyerek eve dönmek. aksilik sınıfın en güzel iki kızı da benim kursa gelmesinler mi? aynı mahallede oturuyoruz. ama bunlar zengin. dolmuşa, hatta taksiye paraları var. bende metelik yok. bazen önce kaçıyorum bazen işim var deyip onlardan sonra gidiyorum. bir gün denk geldik ve kaçma imkanı olmadı. birlikte yürüdük ne yapalım dolmuş mu, taksi mi dediler. ben, yaaa ben sizinle bir şey konuşacağım yürüyelim mi dedim. tamam dediler. içlerinden birine yazacağımı düşündüler. yol boyunca her şeyi konuştum anlamsız yere ve şükür mahalleye geldik ve ben bir daha kursa gitmedim. parasızlığın gözü kör olsun. dolmuşa parası olmayan adam kıza, hemde okulun en güzel kızına yazsa ne olur. hiç bir zaman yazmadım tabi ki.
  • yol param bile yetmemişti de uskudardaki çiçekçi ablalardan borç minibüs parası istemiştim ve eve öyle dönebilmiştim. hey gidi..
  • henüz anı değil ama şu an ajansta şöyle bi durum yaşıyoruz:

    arkadaşımıza doğum günü pastası çözmeye çalışıyoruz. maaşlar geciktiği için çok az para toparlayabildik. yakınlarda bi pastane 17:00'dan sonra pastalarda 50% indirim yapıyormuş. şimdi saatin gelmesini bekliyoruz dshfksh

    emekçileri sınamayın artık yeter be kardeşim!
hesabın var mı? giriş yap