• şu dünyada bir kadın daha yoktur ki günü geldiğinde birilerinin "yenge"si olduğunun/olacağının farkına varıp dehşete düşmüş olmasın. yenge olmak, ne bileyim görümce olmaktan bile daha korkunç bişey bence. allahtan abim/erkek kardeşim falan yok da görümcelikten yırttım. ama yengelikten kaçış yok.

    yengelik korkunç. yengelik zalim. ne zaman yenge olduk lan biz? hangi ara bu yaşa geldik? ıspanaklı börek yapamayan yenge mi olur ayrıca?
  • adı habibe. ama o kendisine abibe der. ağdalı bir slav aksanıyla konuşur. yanlış anlaşılmasın, bir moskof hatunu filan değil, safkan bir pomak olur kendileri.

    ataları 93 muhacirlerinden, osmanlı-rus savaşından sonra tee bulgaryalardan göçmüşler köyün birine. başak tarlası saçlı, mavi gözlü, pir-ü pak, güzeller güzeli bir göçmen kızı sizin anlayacağınız abibe. zamanında öyleymiş yani, şimdilerde firuze'ye bağladı; ağlaya ağlaya, "bir zamanlar dayanılmaz güzellikte olduğunu" anlatıp duruyor, üzüm buğusu abibe.

    işte o bir zamanlarda, delikanlının birinin* nasıl oluyorsa bu pomak köyüne yolu düşüyor ve kesişiyor yolları. delikanlı bir yaş küçük abibeden ama birbirlerini gördükleri o ilk anda sevdalanıyorlar. hem de ne sevda... bir müddet sonra delikanlı, anasını ve babasını yanına katıp dayanıyor abibe'nin kapısına. saf bir adamdır amcam, şu vur ensesine al ekmeğini cinsinden olanlardan hani. ama dünyanın en temiz kalpli, en güzel insanıdır. yalan dolan bilmez hiç, geç anlar bazı şeyleri biraz sadece. istese de beceremez zaten kötü biri olmayı. hani leyla ile mecnun'un ilk bölümünde iskender abinin ismail abiye kız istediği bir sahne vardı ya, hah! işte onun bir benzeri dönüyor kız evinde:

    iskender: oğlumuz işinde gücünde...
    ismail abi: abi ben işsizim.
    iskender: nasıl?
    ismail abi: yok ben çalışmıyorum, işim yok ki benim işim yok...

    ve olaylar olaylar... abibenin bubaykosuylan* maykası* bir türlü razı gelmiyorlar. sizin oğlan bizim kıza bakamaz diyorlar. göçmenlerden kız almak öyle kolay değil tabii, gerisin geriye dönüyor bizimkiler maalesef. ne olursa olsun vazgeçmiyorlar ama birbirlerinden. abibe bir gün haber uçuruyor amcama; "gelsin, kaçırsın beni" diye. amcam saf adam, tek başına beceremez bu işi. rahmetli babamı alıyor yanına, on üç yaşında ufacık oğlan babam daha o zamanlar ama çok uyanık, cin gibi. atlıyorlar arabaya varıyorlar köye gecenin bir vakti. ev eski köy evlerinden, iki katlı. babam bahçe duvarına sine sine pencerenin altına gidiyor, tam bir saraydan kız kaçırma hikâyesi anlayacağınız. yengem önce bohçasını atıyor aşağı, düğüm atılıp halat yapılan çarşafla da kendi iniyor. kız kaçırmaya dair tüm yeşilçam klişeleri yerine getirildikten sonra arabaya binip uzaklaşıyorlar. kim bilir kaç defa dinledim yengemden bu hikâyeyi.

    kaçmış ya kız, düğün filan yapılmamış tabii o sebeple. gelinlik bile giymemiş. babamlar altı kardeş, amcam kardeşlerin en büyüğü. ayrı ev de açamamışlar bir süre, yengem babaannemle aynı çatı altında, yıllarca kendi çocuklarıyla birlikte analık yapmış babama ve halamlara. işte bu sebepten babaannem vefat ettikten sonra kendini onun yerine koydu yengem. bayramda filan el öpmeye hele bi halama gidelim önce, aman allah mahveder bizi. büyük halamla hem çok severler birbirlerini hem de geçinemezler pek. iktidar çekişmesi var aralarında. şimdi hakkında yazdıklarımı görse mesela, çıktısını aldırır çerçeveletip duvara asar yeminle, asıp nispet yapar halama o derece.

    dinine de pek düşkün bir kadındır. sazlıklardan havalanan bir ördek gibi olan sesine rağmen mevlidlerin aranan ismidir. süleyman çelebi ekolündendir kendileri. "yeşil kubbe yeşil nur" ile başlayan meşhur bir ilahisi var, birileri onu çok güzel bir sesi olduğuna inandırmış olmalı ki vara yoğa her fırsatta o ilahiyi söylüyor efendim durduramıyoruz. salonda, mutfakta, balkonda, bir anda ilahi bir işaret almışcasına gözlerini kapatıp söylemeye başlıyor. daha fazla tahammül edemeyip çaktırmadan birer ikişer çıkıyoruz o ortamdan tabi. alem kadın, ellisinden sonra hırs yaptı açıktan ortaokula yazıldı bize de eğlence düştü. işin eğlenceli yanı şu: kadın ingilizceyi bile verdi ama din kültüründen kaldı bu yıl iyi mi...

    -yenge yahu sen nasıl kalırsın din kültüründen allah aşkına bana bunun cevabını verebilir misin acaba? yıllardır okuduğun o güllü yasinler, ilmihaller, zikirmatikler hepsi yalan mıydı yani, dedim.

    + aazını burdurma kız! napayım be a,b,c,d diye sormuşlar bana semai din nedir, angisi avarilerden değildir tevrattır incildir... ben nerden bileyim o kaa şey. sorsunlar bana kur'andan adislerden, otuz iki farızdan sonsunlar da bileyim be yaa...

    okul defterlerine baktım bir gün, yemin ederim "h" harfi yok hiçbir yazısında. gülmekten öldüm yahu kadının alfabesinde "h" harfi yok ama adı habibe, ne diyorsunuz ironik mi hah evet, ne kaa ironik değil mi?

    gidinin gocu pomağı abibe! seviyorum kız seni.
  • “rahmetli babam ben çocukken işi gereği sık sık şehir dışına giderdi. camın önünde oturur, bahçe kapısından içeri gireceği anı beklerdim. kapıyı yavaşça açıp büyük bir özlemle önce bahçeye, sonra onu beklediğimi bildiği pencereye bakar, mutlulukla iç geçirirdi. onu gördüğüm anda pencereyi titreten bir sevinç çığlığı atar, yalınayak koşardım bahçeye. annem bağırırdı arkamdan: “terliğini giy eşek sıpası!”

    koşa koşa yanına gider, sımsıkı sarılırdım babama.”

    kafasını kaldırıp bana baktı, gözündeki yaşları sildi. cevabımı merak etmeden sordu:

    “nedir ki mutluluk?

    mutluluk o kokuydu benim için. uzak şehirlerin, sıkıntılı yolculukların, köhne otel odalarının ve belki fahişelerin silemediği o kokuydu mutluluk. babamın kokusuydu. eve her dönüşünde biraz daha silinen, biraz daha kaybolan... benden sonra iki çocukları daha olmuş ama yaşamamış ikisi de. babam insanların erkek evlat konusundaki alaylı takılmalarına hiç itibar etmez, “benim kızım dünyaya bedel.” derdi. annem onunla aynı fikirde değildi. ölen çocuklarını her fırsatta gözyaşlarıyla anar, “emine küçüktü ama hasan’ım yaşasaydı bari.” diye hayıflanırdı. zatüreden öldüğünde iki buçuk yaşındaymış hasan. annemin sobanın dibinde bağdaş kurup bir eli yanağında sallana sallana ağladığı günleri hatırlamak şimdi bile içimi ürpertiyor. bir köşeye oturur, annemi uzun uzun seyreder sonra ben de ağlamaya başlardım. kendim için ağlardım. annemin ilgisizliği, mutsuzluğu, babamın her seferinde biraz daha uzayan yokluğu ve kaybolan kokusu için ağlardım. yalnızlık etlerimi sıkar, canımı acıtırdı. nefes alamazdım.

    çok geçmeden babam da kesti umudunu annemden. eski neşesini, ilgisini yitirdi. şehir dışına yaptığı yolculuklar giderek arttı. iyice yalnız kaldım. nefret ediyordum evimden, duvarlar üzerime üzerime geliyordu. bütün sıcaklığını yitirmişti.

    yıllar böyle geçti. kimse fark etmeden büyüyordum bir kenarda. ilkokul, ortaokul, yeni arkadaşlar, yitirilen dostluklar. giderek tüm benliğimi saran bir üveylik duygusu, çaresizlik… hep bir şeylerin eksik olduğu duygusuyla büyüyordum. ben büyüdükçe annem giderek küçülüyor, kayboluyordu o sobanın yanında. her geçen gün biraz daha soluyordu yüzü, gözlerindeki ışık sönüyordu. tuhaf ama kendine gelebilmesi için babamın evi terk etmesi gerekiyordu.

    ortaokula gidiyordum. bir akşam eve gelmedi babam. hiç âdeti değildi oysa. şehir dışında değilse eğer, her akşam aynı saatte gelirdi mutlaka. annem hiç merak etmedi nerede olduğunu. ben merak edip sorduğumda da azarlayıp yatırdı beni. ertesi akşam da gelmedi. meraktan ölüyordum ama korkudan soramıyordum anneme. üçüncü gün akşam annem birdenbire -bana hiçbir şey söylemeden- sobanın başından kalktı, üzerini giyindi ve öfkeden dişlerini sıkarak çıktı evden. o gece babamla birlikte döndüler eve. babamın suratı asıktı. yüzüme bile bakmadan geçip oturdu bir köşeye. dalgın bakışlarını yerden kaldırmıyor, konuşma çabalarımı derin bir sessizlikle karşılıyordu. annemin yüzündeyse güller açıyordu. yıllardır üzerinde taşıdığı karanlığı fırlatıp atmış, yüzünde ışıltılı bir gülücükle adeta bir genç kız gibi sekiyordu evin içinde. onu ilk kez böyle görüyordum. sofrayı serdi, babamı neredeyse zorla oturtup yemek yedirdi. uzun yıllardan sonra ilk kez kahve pişirdi. beni de güzel sözler söyleyerek, saçlarımı okşayarak erkenden yatırdı. bütün gece yan odadan gelen histerik kahkahalar bıçak gibi saplandı içime. her kahkahada sıçrayarak uyudum. babamın üç gün boyunca nerede olduğunu ise hiçbir zaman öğrenemedim.

    babam artık şehir dışına çıkmıyordu; akşamları ailece oturur, hiç konuşmadan saatlerce televizyon seyrederdik. ama o geceden sonra çok değişmişti. dalgın ve mutsuzdu. benimle bile eskisi gibi ilgilenmiyor, anneme karşı teslimiyetçi bir kayıtsızlık gösteriyordu. annemse bütün gün dişlerini sıka sıka arkasından babama söyleniyor, küfrediyor, saçını başını yoluyor, akşam olup babam gelince yine etrafa gülücükler saçarak babama hizmet ediyor, onu rahat ettirmeye çalışıyordu. annemin bu iki farklı kişiliği korkutuyordu beni. bütün gün arkasından küfür ettiği, beddualar okuduğu bir adama bütün akşam coşkuyla hizmet etmesini anlayamıyordum. babam sabahları işe gider gitmez teyzem gelir saatlerce dedikodu ederlerdi. bir melahat ismi dolaşıp duruyordu ağızlarında. bir annem küfrederdi bu melahat’a bir teyzem. kimdi bu melahat, tanımıyordum. anneme sormaya da korkuyordum onun kim olduğunu. içgüdülerim annemin bundan hiç hoşlanmayacağını söylüyordu.”

    iyice dalgınlaşmıştı zeynep. gözleri sabit bir noktada takılmış kalmıştı. bana hiç bakmıyordu artık. bir tür sayıklama gibi anlatıyordu hikâyesini, sözcükler ağzından bilinçli vurgularla değil de öylesine, kendiliklerinden çıkıyorlardı sanki. çıktıkları anda da ölüyorlardı, hiç halleri yoktu. yıllarca aynı evi paylaşmamıza rağmen bana bunları hiç anlatmamıştı. rakısından büyük bir yudum aldı.

    “melahat kuyruklu bir canavardı benim için. geceleri arka bahçede öten uğursuz bir baykuş… akşam karanlığında bakkaldan dönerken sürekli yolumu kesip hırlayan o siyah köpekti melahat. okulda öğretmenin tarafından azarlanıyorsam onun yüzündendi bu. sınavlardan düşük not almışsam mutlaka onun parmağı vardı bu işte. en yakın arkadaşımla aramı bozup aylarca küs kalmamızın nedeni oydu. ortalıkta laf taşıyan sümüklü bir çocuk! dikkatsiz bir araba üzerime su sıçratmışsa eğer, mutlaka o vardı arabanın içinde. şuh kahkahalar atıp hızla geçiyordu yanımdan. annemin saçlarındaki akların, babamın dalgınlığının nedeni oydu. evimizdeki ölüm sessizliğini de ona borçluyduk. kötü ruhlu bir bulut gibi çöreklenmişti çatımızın üstüne. sürekli yoluma engeller koyan görünmez bir düşman, ayaklarıma dolaşıp duran aşağılık bir sürüngendi melahat.

    bir mayıs sabahı birkaç arkadaş okulu kırıp sinemaya gittik. sinemadan çıkınca yandaki pastaneye gidip oturduk. ne güzeldi gençlik, dünyaya coşkulu bir hayretle önyargısız bakmak. abini ilk kez o pastanede gördüm. kaçamak bakışlarla beni süzüyor, ona baktığım anda kafasını indiriyordu. komikti ve çok sevimliydi. göz göze geldiğimiz anda kıpkırmızı oluyordu yüzü. sonradan öğrendim aylarca bir hafiye gibi beni takip ettiğini. kızlar kıkırdayarak salih’i işaret ediyor, “baksana içine düşecek neredeyse.” diye eğleniyorlardı. o kadar mahcup, utangaçtı ki, içim eridi birden, kanım kaynadı. kızların onu gösterip gülüşmelerinden çok rahatsız olduğu belliydi. bir süre sıkıntıyla kıvrandıktan, sağa sola bakındıktan sonra kalkıp kasaya doğru yürümeye başladı. yıkıldığımı hissettim. güneş batmıştı sanki bir anda. karanlık, kasvetli bir akşam çökmüştü pastaneye. dayanamadım. kendimi rezil etmek pahasına kalkıp yanına gittim. o hesabı öderken arkasından omzuna dokundum. döndü hayretle bana baktı.

    “bana baksana sen.” dedim, heyecandan titreyen bir sesle.

    “ne o öyle iki saattir beni kesip duruyorsun?”

    heyecandan gözleri doldu, kızardı, ağzını açtı ama anlamlı bir şeyler söyleyemedi. şaşkınlıkla sustu, kafasını çevirdi. güldüm. öyle sevimliydi ki o anda. güldüğümü görünce rahatladı biraz. yüzüme baktı, elini uzattı.

    “salih benim adım!”

    çekinerek uzattım elimi, adımı söylemek için ağzımı açmıştım ki, “zeynep” dedi, “biliyorum.”

    şaşkınlıkla bakakaldım yüzüne. tokalaşan ellerimizi çekmeyi unutmuş, birbirimizin yüzüne bakarken salih’in arkasındaki giriş kapısı açıldı. önce şen kahkahalar atan çok güzel bir kadın girdi içeri. arkasından da babam… kadın kafası babama dönük gülerek bir şeyler anlatıyor, babamsa yüzünde kendinden memnun bir ifadeyle onu dinliyordu. donup kalmıştım. gülüşüp konuşarak yanımıza kadar geldiler. elim salih’in elindeydi hala. babam beni gördüğü anda donup kaldı. yüzündeki ifade buz gibi dağıldı, ağzı şaşkınlıkla aralandı. kadın da bir sorun olduğunu anlamıştı. susmuş, meraklı bir ifadeyle bana bakıyordu. yerin ayaklarımın altından kaydığını hissettim. damarlarımdan bütün kanı çekip almışlardı sanki. kulaklarım çok derinden gelen bir uğultuyla doluydu. kadına baktım. gözlerim doldu birden, ağlamaya başladım. elimi salih’in elinden çekip tek kelime etmeden koşarak çıktım pastaneden. eve kadar yürüdüm. anneme görünmeden odama kapanıp saatlerce ağladım. melahat! kuyruklu canavar, uğursuz baykuş! oydu demek. allah kahretsin, ne kadar da güzeldi. melahat, kara köpek! laf taşıyan sümüklüböcek! üzerindeki kıyafetler ne kadar da alımlı, hareketleri nasıl da zarifti. anneme hiç benzemiyordu. işıltılı bir hediye paketi gibi parlıyordu.

    o akşam babam erken geldi eve. annem zorla çıkardı beni odadan. yemek boyunca babam da ben de hiç konuşmadık. annemin ikiyüzlü bir coşkuyla aktardığı mahalle dedikodularını dinlerken, babam ara sıra kaçamak bakışlarla beni süzüyor, sonra sıkıntıyla kafasını çeviriyordu. göz göze gelmekten korkuyordum onunla. bütün gece konuşmadık. gece odama geçmek için kalkmıştım ki oturduğu koltuktan seslendi.

    “zeynep!”

    dönüp yüzüne baktım. ilk kez göz göze gelmiştik. yüzünde buruk bir gülümsemeyle, “iyi geceler kızım.” dedi.

    o kısacık bakışma bir büyük anlaşmanın mührüydü ikimiz için de. bu karşılaşmadan hayatımız boyunca ne anneme ne de birbirimize bahsedecektik.

    “iyi geceler baba.” dedim sıkıntıyla ve odama gittim.”

    durum giderek endişe verici bir hal alıyordu. zeynep sabit bir noktaya diktiği bakışlarını artık hiç kaldırmadan konuşuyordu. benim varlığımı unutmuş gibiydi. elinde sallanan rakı kadehi ne zaman yere düşecek diye endişeyle bekliyordum. o anda ayağa kalkıp bir çığlık atsa şaşırmazdım. konuşmaya devam etti.

    nedir ki mutluluk?

    uzak şehirlerin sıkıntılı yolculukların, köhne otel odalarının, fahişelerin silemediği, zamanın solduramadığı o kokuyu salih’le tanıştığım pastanede yitirdim ben. çocukluğumu, masumiyetimi, bahçe kapısından bana özlemle bakan gözleri o pastanede bıraktım. bıraktığım yerde yepyeni bir koku buldum, babamın kokusuna benzemiyordu bu, başka hiçbir kokuya benzemiyordu. her şeyi anlamsızlaştıran, öte yandan dokunduğu her şeye anlam katan bir kokuydu. sonra bana heyecanla bakan bir adam buldum o pastanede, o adamın tutkuyla yanan gözlerinde kalbi deli gibi çarpan genç bir kadın buldum; babasının elinden tutmuş küçük bir çocuk olarak girdiği o pastaneden başka bir adamın kollarında genç bir kız olarak ayrılan bir kadın…

    salih’le ilişkimiz ciddileşince annemden önce babama anlattım durumu.

    “daha gençsin.” dedi önce.

    “bekle, çocuk hele bir işini eline alsın.”

    ama bunu söylerken bile aslında bu evliliği onaylıyordu. annemse daha tanımadan nefret etmişti salih’ten. ayrılmamız için elinden ne geliyorsa yaptı. bilmiyordu, anlamıyordu. sırılsıklam âşıktım salih’e. okulun önünde sıkıntıyla yürüyüşü, bana çocukluğumdaki babamı hatırlatan hüznü, dalgınlığı, utangaç gülümsemesi… her hali başkaydı onun. kimselere benzemiyordu. beni sevdiğini söyletebilmek için aylarca uğraştım. okul çıkışlarında el ele bütün şehri dolaşır, vitrinlere bakar hayal kurardık. çocuğum gibi sevdim onu ben. ellerimle doyurdum karnını. annenler öldüğünde aylarca göğsümde ağladı. birlikte ağladık. hemen evlenmek istiyorduk. annenlerin ölümünden sonra olanları sen de biliyorsun. annem saçlarımı yoldu günlerce, odalara kapattı vazgeçmem için. dövdü, aşağıladı. yeni kısmetler bulup elleriyle getirdi. babam olmasaydı asla razı olmazdı zaten. düğün günü babam beni karşısına aldı ve “bak kızım.” dedi.

    “çok gençsin daha. salih’in de senden farkı yok. bir de çocuk bakacaksın şimdi bu yaşında. sen benim evladımsın, üzülmeni istemem. ama zor günler bekliyor seni.”
    kimin umurundaydı, salih’le birlikte olduktan sonra her sıkıntı vız gelirdi bana.

    kafasını kaldırıp bana baktı nihayet. sevgiyle, şefkatle baktı.

    “yıllar ne çabuk geçiyor. daha şu kadarcıktın seni tanıdığımda. evin içinde deli gibi koşturur, izlediğin karate filmlerinden öğrendiğin hareketleri gösterirdin bana: “bak zeynep, minderi nasıl da bir tekmede duvara yapıştırıyorum.”

    abin kızardı sana, “zeynep deme lan, yengen o senin!”

    “yengem benim!” diye boynuma atılır dalga geçerdin abinle.

    ne güzel günlerdi. o mu yapmıştı askerliği biz mi anlamamıştık. her hafta mektup yazar, “bitmez bu askerlik zeynep, sen beni unut.” derdi. “vakit varken kaç kurtar kendini. yaşlanıp kocakarılara döneceksin asker yolu bekleyeceğim diye. o çocuğa da yazık oluyor. ver bir yuvaya hayatı kurtulsun.”

    bitti. askerlik bitti, özlem dolu bekleyişler bitti, güzel günler toza toprağa karıştı. başa döndüm bak. akşamları annemin kırık sesiyle anlattığı hasan’ını dinliyorum hala. sadece iki buçuk yıl yaşamış bir çocuğun bile benden daha fazla anısı var annemin yüreğinde. geceleri pencereden dışarı bakıyorum. uzak şehirlerden gelecek bir yolcum yok. postacı kapımı çalmıyor artık. ben karanlığa bakıyorum, karanlık bana bakıyor. öyle yalnızım ki! şikâyet etmeye bile hakkım yok. özlemeye, hatırlamaya, hayal kurmaya hakkım yok. kendimi bir zindana hapsedip anahtarı kuyuya attım.

    pişmanlık?

    ne anlamı var ki! pişman olmak değiştirir mi bir şeyleri? bastığım yerden utandım yıllarca; tanımadığım insanlardan, dokunduğum eşyalardan. yıllarca hiçbir çocuğun gözlerinin içine bakamadım. aldığım nefesten, içtiğim sudan utandım. çok istedim ölmeyi. tekinsiz sokaklardan yürüdüm karanlıkta evime. yanımdan geçen araçların seslerini dinledim. gürültülü yağmurlarda sokaklarda dolaştım. her gece bir daha uyanmama hayaliyle girdim yatağa. her sabah sırtıma saplanacak bir kör kurşun özlemiyle çıktım evimden.

    insan başlangıçta anlayamıyor, ne büyük bir uçurumun kenarında olduğunu göremiyor. yıldızlara bakmak isterken bastığım yeri unuttum.

    neden aldattım abini?

    bir nedenim olmasını o kadar isterdim ki! tutunacak küçücük bir dal, saçma sapan da olsa basit bir açıklama. annem yıllarca sıkıştırdı durdu beni.

    dövüyor muydu seni, kötü mü davranıyordu?

    geceleri yanına mı yanaşmıyordu?

    kazandığı parayı başka karılarla mı yiyordu yoksa?

    niye yaptın, ağzı mı kokuyordu, bacağı mı aksıyordu?

    ne desem bilmem ki!

    şimdi sana bunun salih’le bir ilgisi olabileceğini hiç düşünmedim desem gülersin. ya da küfredersin bana. ben, benim dışımdaki dünyanın varlığını unutmuştum desem deli dersin. diyecek bir sözüm yok, kelimeler çıkaramaz ki beni düştüğüm bu bataklıktan.”

    onu anlamıyordum. öyle kaskatı, öyle karanlık bir hali vardı ki ona nüfuz etmek, içine girmek imkânsızdı. zaten korkuyordum. o güne dair bir şeyler duymak, dinlemek istemiyordum.

    kalkıp sarıldım zeynep’e. sımsıkı sarıldım. kollarımda sarsıla sarsıla ağladı.

    gücü tükenene kadar ağladı. bütün ihanetler, cinayetler için, sitemle gülümseyen iyi niyetli kardeşler için ağladı.

    abimin yüzündeki çarpık gülüş için, her satırını yutarak okuduğu asker mektupları için, benim için ağladı.

    rahmetli babası için, hasan için, emine için, annesi için...

    kendi dışındaki herkes için ağladı kollarımda. banyoya götürüp yüzünü yıkadım. aynada kendi yüzünü görünce yine ağladı. kolundan tutup kanepeye oturttum. ellerini tuttum, canını acıtma pahasına sevgiyle sıktım, saçlarını okşadım, öptüm, yine ağladı.

    konuştum ağladı, sustum ağladı. duvardaki saatin sesine, halıdaki yoğurt lekesine ağladı. kederli danteller, eskimiş koltuklar, lambadan hüzünle yansıyan sarı ışık için ağladı. sehpaya dökülen su için, kırılan televizyon kumandası için ağladı.

    nefessiz kalıncaya, göz pınarları kuruyuncaya kadar, ağladı.
  • bakkalda, manavda, pazarda ve hatta evinize gelen kapici, sütçü, tesisatci, eletrikci ve boyacinin hitap sekli...
    anlami: "bacimiz sayilirsin, bizden sana zarar gelmez ama yine de belli olmaz, bokunu da cikarabiliriz, dua et ki enisteyi seviyoruz, sayiyoruz, tirsiyoruz kendisinden"

    bu hitap seklini haketmek icin evli olmaniz sarttir...
    genc kiz ya da dul bir bayansaniz (bkz: abla)
  • çehresi buzdan, içi dışı saldırgan.. onunlayken, sessiz lakin tedirgin edici bir bekleyiş hakim tüm anlara, "acep nasıl laf sokacak yine?" sorularıyla.. her daim nasıl katı ve sevgisiz olduğunu çözemediğim, onlarcasına sahip olsam da en ufak bir albenisini bile göremediğim en bi lüzumsuz akraba cinsi olduğundan sevemediğim..
  • 18 yaşındayken 63 yaşındaki annesini, bu olayın akabinde kalp krizi geçiren abisini, 30. yaş gününde da babasını kaybeden çile sahibi insan, gözümün önünde flash tvde anam adlı uzun havaya gizliden ağlıyor da renk vermemeye çalışıyor.
  • bugün doğum günü olan kişidir.

    en büyük ağabeyim evlendiğinde ilkokula gidiyordum. ilk defa ailemize bir yabancı gelmişti. üstelik bize hiç benzemiyordu. biz zeytin gözlülerin hayatına girmiş bir zümrüt gözlüydü o. kardeşi gibi sevdi beni. banyo bile yaptırırdı bana. gördükten sonra hep odamda olmasını hayal ettiğim dondurma akan çeşmeyle de o tanıştırmıştı beni. sonra o zümrüt gözlünün, zümrüt gözlü çocukları oldu. onlar da benim kardeşlerim oldu. ben lisede olmama rağmen okullar açıldığında onlara ne aldıysa bana da aldı. o zamanki ergenlik hisleriyle belli etmezdim ama bayılırdım o renkli, tüylü kalemlere.

    iyi ki doğmuş, benim ablam olmuş zümrüt gözlü.
  • hsiung nu, yani bildiğimiz anlamlarda hunlarda, şanyü'nün(kralın) eşine, eşlerine veya, yen-chih deniyormuş. basbaya yenge kelimesine benziyor.

    ay düşünsene, koskoca ülkenin yöneticisiyle evlenmişsin. vassalı geliyor:

    -merhaba şanyüm, merhaba yenge.

    asdfghjghfgdfs
  • batı kültürüne soğuk derler, aile ilişkileri mesafeli derler. fakat bu önyargının kırıldığı nokta yengelik müessesesidir. yenge diye bir ayrım yapmayıp onları da "aunt" grubuna dahil ediyorlar. grup muydu, gurup muydu bu arada? siktir et, u'lu olan gururdu galiba. neyse, yenge oldukça soğuk bir kelimedir. her hitapta adeta "sen dışardan geldin" demiş olursunuz. aranızda kan bağı olmadığını sürekli hissettirirsiniz. gerçi akraba evliliklerinin yaygın olduğu yerlerde kan bağı olabiliyor. fakat o tür yerlerde 3 bacaklı insan da olabiliyor. objection, jüri bu son satırı dikkate almasın.

    bu insan ilişkilerine de yansıyor. bakıyorsun amerikan ailelerinde thanksgiving'de veya chrismast'ta misafir geldiği zaman "aunt sarah, aunt sarah" diye karşılıyorlar. o an kendini yenge gibi değil de teyze gibi hissediyor kadın. gözlerinden okunuyor mutluluğu. çocuklar da onu teyze belliyor, öyle yetişiyor.

    oysa bizim kültürümüzde yenge'ye karşı hep bir soğukluk vardır. yenge diyince insan biraz uzak durur, soğuk davranır, davranışlarına dikkat eder. çünkü yengeye yamuk olmaz. fakat insan psikolojisi bu tabii. kendini uzak durmaya zorladıkça iki tarafta da uzaylı gerginliği oluşuyor. zaten olmayan bir şeye yokmuş muamelesi yapınca bir şeyler olmaya başlıyor. o zaman da televizyonlarımızda insanlar yengelerini sikiyor, bu ahlaksızlık prime time'de yayınlanıyor ve çocuklarımız bunu izleyerek yetişiyor.

    oysa dilimizde yenge-aunt ayrımı olmasa, hem aile ilişkileri daha sıcak bir hal alacak hem de bu tür ahlaksızlıklar toplumumuzdan uzak kalacak. yenge sikmekten dolayı lanetlenen, helak olan ibretlik bir kavim var mı, pek hatırlamıyorum. ama araştırayım, bulursam editlerim, eklerim buraya. çünkü bu tür şeylerden çok kavim helak olmuştur.
  • sevgilinizin salak arkadaşlarının size gıcıklık olsun diye taktıkları lakap.
hesabın var mı? giriş yap