• telefonu kapatıp ağlayarak çıktım evden. koşarken ayaklarım yere değmiyor merdivenlerden inerken ya da çıkarken basamaklara basmak yerine üzerlerinden kayıyordum. nefesim kesildiği anlarda zoraki duruyor beni bırakıp koşan ruhumun arkasından bakıyordum. o benden daha çok korkmuş olmalı ki, her seferinde yakalamak daha zor oluyordu.

    kalabalık sokaklarda koşarken kulağımda insanların uğultusu değil de babasının telefondaki sesi yankılanıyordu; “sanırım gidiyor. ölüyor…”.

    bunun nasıl olabileceğini, nasıl ölebileceğini düşünerek koştum söylenen hastaneye. bunun kötü bir şaka olmasını, kandırılmış olmayı diliyordum sadece. hastaneden içeriye girdiğim an beni kapıda karşılaması, yüzümü görür görmez gülme krizine girdiğinde “yüzünü görmen lazım lan” diye tepinmesi için dua ediyordum. kapıdan içeriye girdiğimde beni sadece kardeşinin beklediğini gördüm, gözlerinde onlarca yaşla; “abim ölüyor” dedi. gözyaşlarım daha da hızlandı. merdivenleri üçer beşer inip gösterilen yere, yoğun bakıma koştum. annesi, babası ve tanımadığım birkaç akrabası bekliyorlardı kapıda. annesi bir koltuğa oturmuş ağlamaktan kuruyan gözleriyle ayaklarını izliyor, babansıysa ıslak gözlerini saklamaya çalışarak bir sağa bir sola koridoru turluyordu. gelir gelmez o kocaman cama yapıştım. kulağıma gelen cümleleri parça parça anlıyor anlayabildiklerimi birleştirip anlamlı cümleler kurmaya çalışıyordum;

    - trafik kazası…
    - …
    - hızla çarpıp kaçmış…
    - …
    - hemen hastaneye getirmişler…
    - …
    - zaten kalbi durmuş
    - …
    - beyin ölümü olmuş bile…
    - …
    - ancak bir mucize olur…
    - …
    - yaşasa bile bitkisel hayatta…
    - …

    neler olup bittiğini kavradığım an, sanırım sadece bir saniye için gözleri açıldı. göz göze geldik. tam ümitleniyordum ki, o lanet aletler çığlık çığlığa bağırmaya başladı. bitmeyecekmiş gibi gelen sürekli sinyal sesi, bir şeylerin kötü gittiğine işaret ediyordu. başına üşüşen beyazlı insanların arasından yeşil gözlerine bakmaya çalışıyordum. cama attığım yumruklar yüzünden acıyana ellerime aldırmaksızın tüm gücümle bağırdım, belki uyanır diye; “gitme… gitme oğlum. n’olur gitme!”. 3 metre ötenden sesimi duyuramadım ona. makineleri susturup da beyaz çarşafı üzerine örterken hemşireler, yüzünü son kez gördüm. artık bağıramıyor, hatta ağlayamıyordum. olduğum yere yıldığım. bir duvarın dibine çökmüş, liseden beri yanımda olan, hayatımın merkezine en yakın yere konuşlanmış adamın gidişini izliyordum. yanında götürdüğü bana ait şeylerin o an farkında değildim…

    ----- o -----

    nefessiz kaldığım hissiyle bir anda çakıldım olduğum yere. sokakta bir tek ben vardım. saat, sabaha karşı 2 olmalıydı. derin bir nefes çektim, tam da ıhlamur ağacının altındaydım. üstümden kamyon geçmişti sanki, o denli halsiz hissettim bir an kendimi. akmaya hazır gözyaşlarıyla dolan gözlerimle etrafı bulanık görüyordum. gözlerimi silip bir nefes çektim sigaramdan. yürüme devam ettim.



    bir gece, taksim dönüşü, dolmuştan eve yürüdüğüm yolda bir şeyler düşünürken birden ölümünü düşünmeye başladım en yakın dostumun. konunun buraya nasıl geldiği hakkında hiçbir fikrim yok şu an. liseden beri bana gölgemden daha yakın saydığım bu “kerkenezin” ölümünün, düşümde bile beni bu şekilde etkileyeceği aklıma gelmezdi açıkçası. birkaç dakika sürmeyen bir düşün bile gözlerimi doldurup nefesimi kestiğini düşündüğümde gerçekleşmesi halinde neler yapabileceğimi hayal edemiyorum.

    lise itibariyle 7 yıl süren dostluğumuzun neredeyse 2 senesi küslükle geçse bile hayatımda doldurulamaz bir boşluk yaratıyor bu şerefsiz herif. çoğu zaman fikir ayrılıkları içinde olmamıza, taban tabana zıt olduğumuz noktaların uyum içinde olduklarımızdan sayıca çok olduğunu bilmeme, hatta bazen sağlam bir yumrukla yere yığmak istememe rağmen askerliğimizi aynı zamana denk getirelim bari diye hesaplar bile yapıyorum şimdiden. o olmazsa çok sıkıcı olur diye…

    çekilmez dediğim pek çok şeye onun hatırına katlanıyor, kendimden ve değişmez kurallarımdan vazgeçebiliyorum. kan bağım olmadığı halde zaafım diyebileceğim tek insan odur herhalde. körelmeyen babalık içgüdülerime en çok maruz kalan da o. beni en çok çeken de… en çok çemkirdiğim, en çok kırdığım, en çok kırıldığım da… ve en çok yumrukladığım, tekmesini en çok yediğim de… en çok medet umduğum, her daim yanında olmaktan sıkılmadığım tek insan da o.

    sık sık kahkahalarla kesilen ya da “oğlum konuş artık, ağzını açmıyorsun amcık”larla kendine getirilen muhabbetlerimiz, birayla ıslatılan geceler, geç saatte taksimden dönmeler, gece yürüyüşleri, aynı zamanda ayrı yerlerde ve birbirimizden habersiz başladığımız sigara alışkanlığı… bunların hiçbiri, başka biriyle, bu davarla olduğu kadar keyifli olamaz herhalde. yaşadığım cinsel tecrübeleri ondan başkasına anlatamam. kız arkadaşımı, kardeşimi ya da sahip olduğum her hangi bir şeyi ondan başkasına emanet edemem. aşklarımı, kırgınlıklarımı, öfkemi, sinirimi, mutluluğumu ondan başkasına bu kadar kolay ve açık anlatamam. bu kadar rahat olamam kimsenin yanında. “al lan, bak bu sahip olduğum her şey. istediğin gibi kullanma hakkına sahipsin hepsini.” diyemem ondan başka kimseye.

    bu saydıklarımın bütünü işte yokluğunu düşünmeme bile engel olan şey…

    bundan 4 sene evvel liseden mezun olurken küstük bu ibneyle. ve aynı ibne benim için bir yıllık yazısı yazmadığı gibi, yıllık olayına dâhil olmayarak benim de onun için bir şeyler yazmama izin vermedi, dolaylı olarak. içime oturmuştur, o tuğla gibi yıllığın benim için ayrılan sayfasında bu malın bir imzasının, bir kelimesinin, bir harfinin olmayışı. çok sonra istedim bir şeyler karalamasını. “oğlum işin yok mu lan” dediyse de yazacağına dair söz vermeyi de ihmal etmedi ibiş. tabii, hala ortada tek bir cümlenin bile olmadığına bakılırsa bahsi geçen yıllık yazısını torunumun torununun torunu alacak onun torununun torununun torunundan. sonra torunumun torununun torunu da, onca zaman sonra bulabilirse eğer gömüldüğüm yeri, gelir mezarımın başında okur bana. bu büyük tembellik, hatta hayvanlık karşısında bense, dayanamayıp onun yıllık yazısını yazıyorum şimdi. siz de okuyorsunuz. ibne, okumaya direk öldüğü günden başlasın da aklı başına gelsin. böyle de intikam alırım, böyle de çirkefleşirim…

    bu hıyarın bir yıllığı olmadığından, olsa bile, bu yazı artık o yıllıkta kendine uygun bir yer bulamayacağından burada yayınlıyorum. liseli olduğumuz bana göre keyifli ona göre kasvetli günlerin üzerinden geçen 4 yıldan sonra, hala birbirimizi bırakmamışken, biranın tadına beraber varıyor akciğerimizin ebesini siken sigaranın dumanını aynı tavana üflüyorken, aşkın üzerimizde bıraktığı yaraları karşılıklı sarıyor ve eksikliğinde beraber efkârlanıyorken, erkeklerin ağlayamadığı bir dünyada birbirimize ağlama duvarı oluyor ve sarhoş olduğumuz zaman sadece ona güvenip de kendimizi kaybedebiliyorken, hala sırdaş ve dostken, hala kardeşken… şanslı sayıyorum ikimizi.

    erkeklerin zoraki yalnız dünyasında sırtımı sırtına yaslamama izin verdiği için de teşekkür ediyorum ona.

    oğlumun tek amcasına...
  • 4 yıllık üniversite hayatı boyunca yazdığı her şeyi copy paste mantığıyla hazırlayan kişiyi çok zorlayan, aynı mantıkla eski yıllıklarda ve internette araştırma yapmaya iten yazı.
  • yazması zor olan bir yazı biçimi. o adamla o kadar yıl, o kadar şey yaşamışsındır, ama aklına yazacak bi bok gelmez. sonunda yuvarlak duygusal laflar edip bırakırsın.
  • kafada kurulan seylerin bir türlü yazilamadigi için,bi nevi eziyettir andaç yazisi yazmak."ulan duygusal bisi mi yazsam geyik mi yazsam" gibi düsünceler ve "abi toplanip ortak bisiler yazalim,birbirimi anlatmayalim,klasik olmasin,biz farkliyiz,yaptiimiz munzurluklari yazalim" tarzinda planlarla baslayip yola koyulunur genelde fakat nedense interrail muhabbeti gibi sonuçlanir ve böyle seyler çikar ortaya;

    sevgili kuntik,
    ilk seni gördügümde sana kanim isinmamisti,sonradan ne kadar iyi bir insan oldugunu anladim(yalan burasi tabi).birlikte çok eglendik(olabilir).benim için iyi bir arkadassin(niye bir daha söyleme geregi duyuluyosa).sana hayat1n1n geri kalan bölümünde basarilar(oh be senden kurtuluyorum)ilerde de görüsmek üzere.
    dostun tantun
  • önem verdiğin birine yazmak için 8-9 saatini alan, ortaya hiçbir şey koyamadığını gördükçe insanı bunalıma sokan, silinip silinip yazılan, sonunda işte bu çok güzel oldu denilip gönül rahatlığıyla bırakılan olsa da; ertesi gün verildiğinde karşıdaki kişinin beğenmediğini görüp hafif bir renk değişikliğine sebep olan yazı.
  • genelde yazılması tam bir işkence olan yazı türü. özellikle de klişelerden kaçınmak isterseniz ve bir yandan da gülümsetecek bir şeyler yazayım derseniz, upuzun saatler sizi bekliyor demektir.

    yine de geriye dönüp yazılanlara bakınca, o zamanlar nasıl biri olduğunuzu görürsünüz ve bazı şeylerin nasıl değişmediğini de. o yüzden çok da duygusal yazılardır.

    hele ki bir insan hayatının en az 8 yılında her ay aynı geyiği yapmaya devam edebiliyorsa bu komedi gibi gelir. ya da hala ve hala geç kalıyorsa... çenesini tutamıyorsa ve hala "o öyle değil aslında"/"şöyle de bir şey var" gibi girişler yapıyorsa... ya da drama queenlik derecesinde abartmayı seviyorsa. vs vs.

    tabii ki değişen çok şey de vardır; burada fazla detaya girmeyeyim.

    kısacası geçmişinizden adam akıllı hatıralar kalmasını istiyorsanız güzeldir bu yıllık yazıları, eğer klişe değillerse tabii.

    en güzelinden bir tanesini de my best teacher ever yazdı bana bugün. umarım 10 sene sonra baktığımda gülerim bugün olduğu gibi.
  • yazma dusuncesi bile ic sikabilen, oturup zevkle ve yazarken kah gulumseyerek kah kahkahalar atarak eglenicaaniz bir iki kisi disinda - o da varsa ayni okulda oldugunuz oyle insanlar - insani klasik ve gayet basarisiz cumleler yazmakla yaratici yalanlar uretmek arasinda birakabilen yazilardir - ki bu entry mi okuyan insanlar write- uplarin verilmesine 1 hafta kala bana ne yazar, bilemem.
  • yazması hep ama hep son haftaya özellikle en bi ciddileri, zorları, zorlayıcıları son günlere bırakılan pek çok yalan dolan barındırmanın yanısıra aslında gayet de acı, hüzün, anı, güzellik, sevgiyle de dolu olan, aşağı yukarı 1000-1500 sözcük arası sınırlara sahip yazı..
    (bkz: andaç yazısı)
    (bkz: andaç)
  • daha dumanı üstünde üniversite yıllığımı karıştırırken rastladığım, bütün yıllık yazılarının sıkıcı olmak zorunda olmadığını kanıtlayan bir örneği de şöyledir:

    "o kadar iş, güç, ödev, proje arasında yıllık yazılarını son güne bıraktığı ve o gün geldiğinde şampiyonlar ligi final maçını tercih etiiği için arkadaşlarının x ile ilgili düşüncelerini burada yayınlamıyor, kendisine hayatta başarılar diliyoruz"
hesabın var mı? giriş yap