• zen üstadı mu-nan'in kendisini izleyebilecek sadece bir öğrencisi varmış, shoju. zen öğrenimini tamamladıktan sonra shoju'yu yanına çağırmış mu-nan.
    - "ben yaşlanıyorum artık. ve bildiğim kadarıyla bu öğretiyi benden alıp devam ettirebilecek tek kişi de sensin shoju. burada bir kitap var. 7 nesil boyu üstadtan üstada geçerek buraya kadar geldi. anlayabildiğim kadarıyla bir iki nokta da ben ekledim kitaba. bu kitap çok değerlidir ve beni izleyebilecek tek kişi olarak sana veriyorum onu" demiş.
    shoju:
    - "eğer bu kitap bu kadar değerliyse, sizin elinizde olması daha iyidir." demiş ve devam etmiş:
    - "sizin zen öğretinizi hiçbir yazıya bağlı kalmadan da aldım üstadım ve ondan yeteri kadar memnunum."
    - "biliyorum" demiş mu-nan "ona rağmen bu kitap nesilden nesile ustadan öğrencisine aktarılarak geldi. öğretimizin bir sembolü olarak elinde tutabilirsin. al."

    bunun üzerine bir şeye sahip olma konusunda hiç arzusu olmayan shoju kitabı almış ve yanlarında duran, yanmakta olan mangalın içine atmış.
    daha önce hiç kızmamış olan mu-nan hiddetle bağırmış:
    - "ne yapıyorsun?"
    shoju da bağırarak cevap vermiş:
    - "ne söylüyorsun?"
  • her şeyi içeri taşıdık. oturup bir bira kaptım. tek kravatlı insan bendim. tek düğün hediyesi getiren de. aristo'nun çiğnediği bacakla duvarın arasına sakladım hediyeyi.

    "charles bukowski..."

    ayağa kalktım.

    "ah, charles bukowski!"

    "hı, hıı."

    sonra:

    "bu marty."

    "merhaba marty."

    "ve bu elsie."

    "merhaba elsie."

    "siz gerçekten," diye sordu, "sarhoş olunca eşyaları ve camları kırıp ellerinizi parçalar mısınız?"

    "hı, hıı."

    "bu işler için biraz yaşlısınız."

    "bak elsie, kafamı bozma benim…"

    "ve bu tina."

    "merhaba tina."

    oturdum.

    adlar! ilk karımla iki buçuk yıldır evliydik, bir gece misafirlerim gelmişti. karıma: "bu yarım-kıç louie, bu marie, saksofon kraliçesi, bu topal nick," demiştim. sonra gelenlere dönüp, "bu karım… bu karım… bu …" deyip durmuştum. sonunda karıma dönüp sormuştum: "neydi senin adın allahaşkına?"

    "barbara."

    "bu barbara," dediydim onlara.

    zen üstadı henüz gelmemişti. oturup bira içmeyi sürdürdüm.

    birtakım başka insanlar gelmişti. merdivenlerden çıkıp duruyorlardı. hollis'in akrabaları. roy'un bir ailesi yoktu anlaşılan. zavallı roy. ömründe bir tek gün çalışmamıştır. bir bira daha aldım.

    merdivenlerden yukarı çıkıyorlardı: sahtekârlar, düzenbazlar, sakatlar, değişik aldatmaca alanlarında çalışan pazarlamacılar. aile fertleri ve dostlar. düzinelerle. düğün hediyesi yok, kravat yok.

    biraz daha çekildim köşeme.
  • hindistanda bilgenin teki öğrencileriyle birlikte tam trene biniyorken sandaletlerinden birisi ayağından fırlayıp rayların arasına düşmüş. aşağı inip onu alması imkansızmış, çünkü tren çoktan harekete geçmişmiş o sırada. yanındaki öğrencileri ne yapacağını merakla bekliyorlarmış. o da gayet sakin bir biçimde diğer ayağındaki eşini de çıkarmış ve az önce düşürdüğünün yakın bir yerine fırlatmış. talebelerinden birisi dayanamayıp sormuş:
    - "neden böyle yaptınız?"
    gülümseyen bilgenin cevabı basit ama hakikat yüklüymüş:
    - "demiryolunun üzerindeki ayakkabınin tekini fakir birisi bulursa, diğer tekini de bulup giyebilsin diye."
  • çırak ustasına sormuş:
    - "nasıl senin gibi bilge bir kişi olacağım?"

    üstad cevaplamış:
    - "ben bu yola girdiğimde orman orman, dağ dağ, nehir nehirdi. yola girdikten sonra orman orman değil, dağ dağ değil, nehir nehir değil oldu. aydınlanınca orman orman, dağ dağ, nehir ise yine nehir oldu."

    çırak tekrar sormuş:
    - "peki ne değişti üstad?"

    üstad tekrar cevaplamış:

    - "ben değiştim."
  • - eskiden buralar hep dutluktu, buralara kurt inerdi.
    - ee abi sonra ne oldu?
    - ne mi oldu? dutlar gitti kurtlar kaldı...
  • bir bilgeye sormuşlar:
    - "üstad, ebedi huzurun sırrı nedir sizce?

    bilge cevap vermiş:
    - "aptallarla tartışmamak."

    - "size katılmıyorum." demiş soran kişi.

    - " evet, çok haklısın." demiş bilge de!
  • osho bir zen hikayesi şöyle anlatıyor

    gece yürüyen adamın ayağı kayar ve adam taşlı bir yolda düşer. metrelerce aşağı düşmekten korkar, çünkü yolun kenarının çok derin bir vadiye uzandığını biliyordur. o’da kenar da sarkan bir dala tutunur.

    gecenin karanlığında, altında görebildiği tek şey, dipsiz bir uçurumdur. bağırır ve tek duyduğu kendi sesinin yankısı olur. onu duyacak kimse yoktur etrafta. bu adamı ve bütün bir gece yaşadığı işkenceyi hayal edebilirsin. ölüm sürekli altında bekler, elleri üşür, hakimiyetini kaybeder…

    ama tutunmayı başarır ve güneş çıktığında, aşağı bakar…

    ve güler!

    uçurum falan yoktur. sadece on beş santim aşağıda kayalık bir düzlük vardır. tüm gece dinlenebilir, rahatça uyuyabilirdi -düzlük yeterince geniştir- ama bunun yerine, bütün gecesini kabus gibi geçirdi.

    kendi tecrübelerimden yola çıkarak sana şunu söyleyeyim: korku on beş santimden daha derin değildir. şimdi ister bir dala tutunup tüm yaşamını kabusa çevir, istersen o dalı bırak ve ayaklarının üzerine bas, sana kalmış.

    korkulacak hiç bir şey yok...
  • bir gün gautama buda'ya şöyle sormuşlar:

    - "mutlak bir bilince dönüşürsek yeniden dünyaya gelmeyeceğimizi ve tüm varoluşun bizim imparatorluğumuza dönüşeceğini tekrar tekrar söylüyorsunuz. peki ya bizden önce aydınlanmış onca insan ne olacak? ben nasıl tek başıma tüm evrenin efendisi olabilirim?"

    soru mantıklı görünebilir ama varoluşa ait değildir ve buda'yı güldürmüştür ki o çok ender olarak gülermiş hatta yaşamı boyunca belki toplam üç dört defa güldüğü söylenir. buda şöyle yanıt vermiş:

    - "senin mantığını anlayabiliyorum ve sana bir şey anlatacağım; bir karşı tezle değil yalnızca bir örnekle yapacağım bunu: karanlık bir evde bir mum yakarsan tüm ev ışıkla dolacaktır. bir mum daha yakabilirsin. bu durumda iki mumun ışığının birbiriyle çatışacağını mı düşünüyorsun? ikinci mumun ışığı da tüm evi dolduracaktır. üçüncü bir mum da yakabilir, tüm evi mumlarla doldurabilirsin. hepsi kendi alevleri içinde bireyselliklerini koruyacak, ama yaydıkları ışık sözkonusu olduğunda, hepsi tüm odaya sahip olacaklar. hiçbir ayrım olmayacak. bu benim alanım, bu senin alanın diye bir şey sözkonusu değildir. ışık bir nesne değildir ve binlerce mumun ışığı birbiriyle çatışmadan tüm evi doldurabilir."

    o haklıdır. karşı tez oluşturmak mümkün olmadığı halde onun verdiği örnek mükemmeldir. durum tam olarak budur: bir kez cisminizden kurtulduğunuz zaman tüm evrene yayılmış olacaksınız. aydınlanmış olan milyonlarca başka kişi de ışıklarıyla, bilinçleriyle tüm evreni doldurmaktalar. merkezlerinde kendilerine ait birer alev taşırlar ama yaydıkları ışığın sınırı yoktur. ışıklar birbiriyle çatışmaz çünkü onlar cisimsizdir. aynı mekan herhangi bir mücadele ya da tartışma gerekmeksizin farklı ışıklar tarafından doldurulabilir. ve bilinç de bir ışıktır.
  • karadeniz fıkrası değildir.
  • bir zen budisti dağda yürürken meditasyon yapan bir budiste rastlar. yanına oturur, eline bir tuğla alır ve onu parlatmaya başlar. budist durur ve sorar: - “ne yapiyorsun?”
    - “bunu bir ayna yapıyorum.” der.
    o da:
    - “bir tuğla parlatılarak ayna yapılabilir mi?” diye sorar.

    burada zen budistin davranışı anlaşılmaz olarak görülebilir. rahip devam eder:
    - “bu tıpkı araba sürmeye benzer. araba yürümeyince kamçıyı arabaya mı yoksa öküze mi vurursun?”

    aslında çok basit bir anlam taşır. zen budistin yaptigi meditasyon zihni eğitmek amaçlıdır. zen budisti belli bir konuyu çok derin düşünür, beyni boşaltmak mesela kelime tekrarları ile düşünmeyi engellemek, belki temizlemek ise bu yaklaşıma terstir. bu hikayede eğitilmemiş bir zihnin (zen eğitimi) cilalanarak güzelleştirilemeyeceği anlatılıyor. fakat zen hikayeleri görüldüğü kadar basit değildir.
    bir zen budist neden bir adama ders vermeye çalışır? aksine olayları olduğu gibi seyretmek bu düşünceye daha yatkındır. eski zamanlarda bazı zen budistler çantalarında bitkisel ilaçlarla, dağ taş demeden dolaşıp gittikleri yerlerde de hastalara şifa dağıtmaya çalışırlarmış. bu toplumsal yönlendirmeden sıyrılmış bir insanın başkalarının ne düşündüğüne aldırmaksızın çevresine bilgi ve hatta şifa dağıtılmasıdır. bu davranışı insanların eleştiri veya beğenisine aldırmadan güzel olduğu için yapar. doğada her çeşit iyi ve kötü yan yana, iç içedir. bir insanın iyilik yapması bu dengeyi bozmaz. insanın kolaya ve kötüye kayması daha kolaydır, dolayısı ile kötü zaten daha çoktur diyebilir miyiz?
hesabın var mı? giriş yap