• “daha az acı çekip, daha az çektiremez miydim?”

    acaba bazı şeyleri başka türlü yapamaz, yaşamımı farklı bir biçimde yaşayamaz mıydım? daha az acı çekip, daha az çektiremez miydim...
    bilmiyorum.
    belki.
    belki de değil.

    görsel
  • "sen, buluşabildiğimiz ender günlerden birinde, bana gelmiştin. yaz başıydı; ben bahçede oturmuş rakı içiyordum; sen de -galiba mutluluktan- koşuşturup duruyordun. sana, yarı şakayla, "haydi bakalım -bana erik getir" demiştim. koşup gitmiştin: bahçede bir erik ağacının olduğunu biliyordun. epey sonra (hatta, biraz daha gecikseydin, kalkıp sana bakmağa gidecektim), alı al, moru mor, kan-ter içinde geri gelmiştin: elinde bir külah: manavdan, harçlığının son kuruşuna kadar vererek aldığın erikler...

    ağaçta erik yoktu; ama baban senden erik istemişti... —ne yapabilirdin ki...

    yapman gerektiği için yapabileceğini yapmıştın —işte seni insan yapan da bu.

    artık bu yaşa geldiğine göre, öğrenmişsindir; biliyorsun, biliyorum: öyle 'insan'lar vardır ki, babaları ondan erik istese, gidip, şöyle bir bakıp, "ağaçta erik yok" diyebilirler. böylesi 'insanları' tanıdın, biliyorsun.

    ama sen - senin yapabileceğin çünkü yapman gereken tek bir şey vardı: baban'a erik bulmak... hani masallarda vardı ya - bütün erikler kaf dağı'nın ardında olsaydı, o zaman sen de bir zümrüd-ü anka kuşu bulup, sırtına biner, yola koyulurdun...

    buna, seni öylesine etkileyene, ve o yaptığını yapmak istemeni sağlayana, onu yapacak gücü sana verene, sevgi adının takıldığını işitmişsindir, bol bol —herkes ondan söz eder; o "erik yok" diyenler de kullanırlar bu sözcüğü. ama biliyorsun; gidip erik aramayı sahiden isteyenler pek azdır - sahiden arayanlar daha da az... - bulabilenler...

    aslında yalın bir şeydi bu senin için: öyle büyük sözcükler falan gerektirmeyecek, hatta, hiçbir şey söylemeyi gerektirmeyecek kadar yalın bir şey:

    baban senden erik istemişti
    —o kadar...

    ...

    insanların, “çok yakın dostumdur” dedikleri kişilerle ilgili neler yapabildiklerini —ve neler yapmayabildiklerini, parmaklarını bile kıpırdatmaya yanaşmayabildiklerini, biliyorsun. —bu da bir başka erik hikayesi…"

    (bkz: oruç aruoba)
  • oruc aruoba nın (kızı sanıyordum) filiz e yazmış olduğu mektup metin... anlaşılacağı üzre zilif filiz in tersi olup zülüf anlamına gelmektedir...
  • bir babanın kendini evladına anlatmak/ açıklamak istemesi. "büyüdün ya, artik anladın değil mi" sorusunu dogrulatmak istermiscesine içini dökmesi/ umut etmesi.

    bir annenin çocuğuna verebileceği en büyük zarar eşinin yokluğunu çocuğun babasının yokluğu gibi algilatmak belki de. oysa her ne olursa olsun baba halen baba, sadece senin eşin değil.

    umarım anlamışsındır filiz.
  • erik ağcından sevgi doğuran kitap.

    ''annen beni gerçekten sevdi, biliyorum. ama neydi bu sevgi? onun yalnızca daha önceden edinmiş olduğu bakış biçimlerine verdiği addı. beni hiçbir zaman sahiden ben olarak görmedi ki. o zaman kimdi annenin sevdiği?''

    anne kişisinin baba kişisini (yaa da tam tersi) çocuğuna kötüleyerek zarar verdiği tüm iğnelenmiş çocukların kitabı.

    baba kişisinin çocuğundan af dilemesinin kıyıda kalmış bir yolu aslında. ne bileyim ben. karşına alıp da konuşma şansın yoksa çocuğunla, en iyisi yeşil kanatları olan narin bir kitap yazmak olsa gerek. o da sana konarsa ancak kağıt kesikleri içinde bırakır seni.

    şu annelerle babalar çok canımı sıkıyor.
    yas kardeşim sen...
  • oruç aruoba'nın intiharı düşündüğü gece, kızı filiz'in adını tersten yazarak başladığı mektubun kitaplaştırılmış hali. terapistim bana "o tarafın hep eksik kalacak, hiçbir şey doldurmayacak o boşluğu" dediğinde ne demek istediğini de daha iyi anladım, kabullendim. şu satırları sevebilen bir babadan başka kim yazabilirdi ki zaten;

    "sevgili kızım,
    zorlukla yazıyorum. elim rahatsız, titriyor.
    onun için, yazım çarpık-çurpuk oluyor. (bu
    küçük defteri de kendim yaptım; sayfalan keserken o da biraz eğri-büğrü oldu.) kusura bakma.
    yazdıklarımı şimdi okurken, beni iyice anlayabilecek konumda olacaksın — yıllar geçecek; büyüyeceksin. o zaman, bana küçükken beslediğin
    duygular, belki bir-iki anıya sıkışıp kalmış olacak;
    belki de, kocaman bir boşluğun incecik çeperleri
    durumuna gelecek; ama bu cılız anılardan onların anlamını çıkarabilecek yaşa gelmiş olacaksın;
    yıllar boyunca da, düşüne düşüne, çıkaracaksın.
    bunu umuyor değil, biliyorum; çünkü sende,
    daha o yaşında bile, o anlamı kavrayacak gücü
    görmüştüm — yani, şimdi, görüyorum...

    anımsıyorsundur: senin için, “benim kızım
    insan olacak” demiştim. sen, benim bu sözümü
    o anda beynine kazımış, ama yüzüme de hayretle
    bakmıştın — o hayretini anımsıyorsun, değil mi?
    evet, gururla, biraz da övünçle söylemiştim o
    sözü (babalar çocuklarından kendilerine pay çıkartırlar ya işte...); ama, yüzümde bir hüzün, bir
    üzüntü de görmüştün. şaşırmıştın; pek bir anlam
    verememiştin buna.
    bugün anlamışsındır — anladığını biliyorum :
    o gurur ile o hüzün nasıl oluyor da birarada bulunabiliyorlar; biliyorsun.

    insan olan insan pek az — bunu anladın bunca yıl sonra; bir de şunu: insan insan oldu mu,
    acı çeker. bunları anlaman, senin insan olacağını gören baban’ım gururlu üzüntüsü ile üzüntülü
    gururunu anlamlı kılmıştır sana.
    ama, bak, sana, şimdi, buradan, yıllar öncesinden, şimdi, sana, orada, yıllar sonrasında,
    şunu söylüyorum — bunu söylemek için yazıyorum: ne mutlu sana ki, insan olmanın acısını
    çekebiliyorsun, bunca yıl da, çektin — ve ben,
    yıllar öncesindeki baban, şimdi, orada, yıllar sonrasında bulunsaydım, yüzümde göreceğin, artık,
    üzüntü değil, yalnızca gurur olurdu.
    bu sözü niye söylediğimi de gayet iyi hatırlıyorsun, biliyorum — şunu da biliyorum ki, senin
    küçük kalbinde o gün meydana gelen çalkantıları, ben, o gün de, şimdi de, tamamiyle bilecek
    durumda değilim...

    sen, buluşabildiğimiz ender günlerden birinde, bana gelmiştin. yaz başıydı; ben bahçede
    oturmuş rakı içiyordum; sen de — galiba mutluluktan— koşuşturup duruyordun. sana, yan
    şakayla, “haydi bakalım — bana erik getir” demiştim. koşup gitmiştin: bahçede bir erik ağacı
    olduğunu biliyordun. epey sonra (hatta, biraz
    daha gecikseydin, kalkıp sana bakmağa gidecektim), alı al, moru mor, kan-ter içinde geri gelmiştin : elinde bir külah: manavdan, harçlığının son
    kuruşuna kadar vererek aldığın erikler...
    ağaçta erik yoktu; ama baban senden erik istemişti... — ne yapabilirdin ki...
    yapman gerektiği için yapabileceğini yapmıştın — işte seni insan yapan da bu.

    artık bu yaşa geldiğine göre, öğrenmişsindir; biliyorsun, biliyorum: öyle ‘insanlar vardır
    ki, babalan onlardan erik istese, gidip, şöyle bir
    bakıp, “ağaçta erik yok” diyebilirler. böylesi ‘insan’ları tanıdın, biliyorsun.
    ama sen — senin yapabileceğin çünkü yapman gereken tek birşey vardı: baban’a erik bulmak... hani masallarda vardı ya — bütün erikler
    “kaf dağı’nın ardında” olsaydı, o zaman sen de
    bir “zümrüd-ü anka kuşu” bulup, sırtına biner,
    yola koyulurdun...

    buna, seni öylesine etkileyene, ve o yaptığını
    yapmak istemeni sağlayana, onu yapacak gücü
    sana verene, “sevgi” adının takıldığını işitmişsindir, bol bol — herkes ondan sözeder; o “erik
    yok” diyenler de kullanırlar bu sözcüğü. ama
    biliyorsun; gidip erik aramayı sahiden isteyenler
    pek azdır — sahiden arayanlar daha da az... —
    bulabilenler...
    aslında yalın birşeydi bu senin için: öyle büyük sözcükler falan gerektirmeyecek, hatta, hiçbirşey söylemeyi gerektirmeyecek kadar yalın
    birşey:-
    baban senden erik istemişti — o kadar...

    -------sana şimdi o kadar çok şey söylemek istiyorum ki, hiçbirini doğru-dürüst söyleyemiyorum...
    kusuruma bakma — yazım da gittikçe bozuluyor...

    (keşke bugün buraya gelmeyecek olsaydın —
    ama biliyorum ki geleceksin, ve beni o durumda
    göreceksin. bu yazdıklarımı da bunun için yazıyorum: yıllar sonra, sen büyük bir insan olduğunda eline geçecek bu küçük defter — o zaman
    baban’la ilgili birer canlı ama anlamı uçuk anı
    olarak kalmış bazı olayları — gerçi daha ‘iyi’ anlayacak değilsin; onlar, zaten, gelişen anlayışınla yerliyerine oturtmuş olacaksın; ama — onlar
    benim gözümden, benim o yıllar önce gördüğüm
    biçimde görebileceksin. bir de, umuyorum ki,
    aynı bakış biçimi olduklarını göreceksin bunların. — tabiî ben şimdi yazdıklarımı sonuna kadar götürebilirsem; elimin titremesi izin verirse
    buna...)

    biraz önce dışarı çıktım, yürüdüm, denize
    baktım. pek o kadar hüzün vermedi bana, artık
    çıkıp gideceğim bu dünya.
    (çok garibime gidiyor, sana büyük bir insana
    söylenecek sözlerle yazmak; ama kendimi zorluyorum, seni o yaşında görmeğe, sana öyle yazmağa...)

    bu dünya pek fazla şey vermedi bana — hoş,
    ben de ona pek birşey vermedim ya...
    ama başlangıçta öyle değildi. gençliğimde ben de coşkuyla, tutkuyla atılmıştım hayata;
    annen’i sevmiş, işimde de başarılı olmak istemiştim. sonra, biliyorsun, işimi de annen’i de kaybettim — herşeyimi... — peki nasıl oldu da bu
    hâle düştüm...
    sana anlatmağa çalışacağım — umarım anlarsın; çünkü bu anlatacağımı anlayabileceğinden
    pek emin değilim — , çünkü, belki ben de tam
    olarak anlamamışımdır ve anlatamıyorumdur...

    ‘coşku’, ‘tutku’ dedim; bu duygularla, şunu isteyerek giriştim hayata: tanınmak.
    insanların, hele, yakınlarımın, beni tanıması,
    yaptıklarımı görmeleri, ne yaptığımı anlamaları.
    — bak, sevmesi, saymaları demiyorum; amacım
    da, birçoklarının yaptığı gibi, kendisini şöyle şöyle göstermek, şu şu gibi görünmek, haketmediği
    bir sevgi bulmak, layık olmadığı bir saygı görmek, değildi. beni ben olarak tanısınlar, bilsinler istiyordum. gençtim, dopdoluydum; büyük
    işlere girişmek, gücümü sınamak, başarıya ulaşmak istiyordum. bunları yaparken de, nasıl bir
    kişi olduğum ortaya çıksın, gözüksün istiyordum
    — işte, etrafımdakiler de bu kişiyi, bu “ben”i
    görsünler, kişiliğimi anlasınlar istedim. sahici olmak; sahiden anlaşılmak, tanınmaktı, istediğim.

    ama beni tanımalarını en çok istediğim kişiler,
    beni en çok yanlış anlayan kişiler oldular.
    — bak, sakın sen de yanlış anlama: sızlanıyor
    değilim, hiçbirşeyden yakınmıyorum. davacı değilim dünyadan. bunları yalnız senin için; şimdi,
    sana, yazıyorum — başka kimseye söyleyecek sözüm yok.

    işte, hep buydu olan: annen beni gerçekten
    sevdi, biliyorum; ama neydi bu ‘sevgi’ — onun
    yalnızca daha önceden edinmiş olduğu bakış biçimlerine verdiği addı. beni, hep, ya yanlış anladı, ya da hiç anlamadı. beni hiçbirzaman sahiden ben olarak göremedi ki — o zaman kimdi
    annen’in ‘sevdiği’?... bende ben olmayan birini
    — hatta birşeyleri— ‘sevdi’; sonra, beklediklerini bulamadıkça, duygulan — o sevgi’si— nefrete
    dönüşmeğe başladığı zaman da, ne yazık ki, gene,
    ben değildim nefret ettiği kişi... beni tanıyarak,
    bilerek, görerek; sahiden ben olan benden nefret
    etseydi, inan, sevinirdim buna.
    öyle olmadı.

    toplum da öyle: benden hep önceden konmuş
    kalıpların içine girmemi istediler. benden, ben
    olarak, belirli bir görevi üstlenmemi isteselerdi,
    sorun olmazdı — benim istediğim de zaten buydu. ama, benim o görevin kendisi durumuna girmemi istediler. benim bambaşka bir kişi olmamı
    bile değil; sanki kişiliksiz birşey olmamı — sanki
    cansız, düşüncesiz birşey, bir alet, bir makina...
    dünya benden ben olmamı istemedi.
    beni ben olarak tanımadı.
    ben de sırtımı döndüm işte, bu dünyaya —
    gerisini biliyorsun; şimdi, artık, öğrenmiş olacaksın.

    sırtımı dönüp nereye gittiğimi de biliyorsun :
    toplumun, benim gibi, kıyılarına sürdüğü insanların arasına... bir kez seni bile o insanların arasına sokma cesaretini göstermiştim. anımsıyorsundur şimdi: hani o çok boyalı ‘teyze’ler; o sıra sıra
    masalarla dolu, gündüz vakti karanlık salon; sana
    garip gelen, tanımadığın kokular...
    bir de, heyecan içinde, korkudan tiril tiril o
    genç ‘teyze’yi hatırlıyorsundur. ve onun için söyleneni: “dostu gelecek de...”. “dost”u gelecek
    diye korkudan titreyen bu insana hayretle, anlayamadan bakmıştın. “dost” sözcüğünün böyle
    bir anlamda kullanılmasını yadırgamıştm: insan
    “dost”u gelecek diye korkar mıydı hiç?...

    — bugün, sözcüğün bu yananlarını da biliyorsundur artık; bir de şunu : bu sözcüğün sözümona ‘düz’ kullanıldığı yerlerde nasıl bir sahtelik
    taşıdığını. insanların, “çok yakın dostumdur”
    dedikleri kişilerle ilgili neler yapabildiklerini —
    ve neler yapmayabildiklerini, parmaklarını bile
    kıpırdatmaya yanaşmayabildiklerini, biliyorsun.
    — bu da bir başka erik hikayesi...
    oysa o genç kadının korkusu sahte değildi;
    sahiciydi. belki, o zaman, denebilir ki, o korktuğu kişiyle ilgili sahici bir duygu duyduğuna göre,
    onun ile sahici bir ilişkisi de vardı.
    sen, “dost” sözcüğünü kullanan kaç insanda
    sahici bir duygu gördün, şimdiye kadar? (umuyorum benim gördüğümden daha fazlasını görmüşsündür...)

    işte, o insanların arasına gittim ben de, toplumdan çıkıp. sahici tanınmayı orada buldum
    mu — bilmem : kendimi aldatma eğilimim güçlü
    olunca, bu soruya “belki, bazen” diyebiliyorum
    — ; ama, inan bana, sahici insanlar tanıdım orada,
    sahici ilişkilerim oldu. bunlar, toplum indinde
    ‘geçerli’ ilişkiler değildi, biliyorum — ama, hiçbir
    ‘geçerli’ ilişkinin olamadığı kadar — hatta olamayacağı kadar— gerçek, sahici idiler. ben de toplumun geçerli saydığı ölçüler içindeyken hiçbir
    zaman olmadığım kadar sahici oldum, orada, o
    insanlar arasında.
    — garip işte: beni tanımaya en çok o
    ‘tanımayan’lar yaklaştı...

    gene de; evet, doğru : bir anlamda kaçtım,
    kaçıyorum şimdi de — bu da belki güçsüz olduğumu, yetersiz ve korkak olduğumu gösterir.
    başarısız oldum. bugün, yakınlarımın gözünde
    de, toplum indinde de, yersiz bir ‘düşkün’üm.
    biliyorum.
    ama düşün: nedir ki ‘başarı’ — ne olabilirdi ki benim başarım, ben o koşullara boyuneğip,
    toplum içinde bana gösterilen yeri alsaydım? bir
    ikiyüzlülük, bir sahtelik, bir aldatmaca olurdu bu
    ‘başarı’ — ‘ben’im, ben olmadan, hatta benliğimi
    bir kenara atarak, kişiliğimi çiğneyerek elde ettiğim birşey. karşılığında kim olduğumu verdiğim
    bir ‘kimlik’...

    bunu kabul etmedim. — şunu bilmeni istiyorum: pişman değilim; hiç de pişman olmadım.
    ama şunu da bil ki, öyle gururlu falan da değilim
    — olamadım: kendimden hiç nefret etmedim;
    ama bir türlü beğenemedim de kendimi. çok
    acı çektim, ama başkalarına da çok acı çektirdim
    — bu da insanın gururlanabileceği birşey değil
    pek... kendimi haklı görüyor değilim; ama kendimi savunuyor da değilim — hele yargılamayı
    hiç beceremiyorum, kendimi de dünyayı da...
    — dünya ne ise oydu; ben de ne isem o oldum
    — uyuşamadık. hepsi bu.

    — bazen, bütün bunlara geri dönüp baktığımda, birşey düşünürüm : acaba bazı şeyleri başka
    türlü yapamaz, yaşamımı farklı bir biçimde yaşayamaz mıydım — daha az acı çekip, daha az
    çektiremez miydim...
    bilmiyorum.
    belki.
    belki de değil.
    — ama şunu biliyorum: yaşam tek seferliktir.
    bir kişi de, kim ise odur. ben de ancak öyle, yaşadığım gibi yaşadım; başka türlü yapamazdım.
    — başka türlü yapabilmeyi ister miydim... sanıyorum, hayır — peki o zaman, bütün bunları
    yeniden yaşamak durumunda kalsaydım, bunu
    ister miydim... sanıyorum, evet.
    çünkü, işte, başka, olduğumdan farklı bir kişi
    olmak istemezdim — bütün yoksunluklarımla,
    kusurlarımla, bozukluklarımla, ben benim... yaşamım da böyle olacaktı; zaten de, öyle oldu...

    imdi artık tek bir amacım var; bu da, gerçekleşmesi için benim yaşıyor olmamı gerektiren
    birşey değil: -
    senin beni tanıman.
    biliyorum, aklında kalacak o bir-iki anı, yıllar geçtikçe; sen, annen’i, toplumu, insanları tanıdıkça, onlarda göreceklerinin çerçevesi içinde
    anlamlanacak; sana, yavaş yavaş, baban’m sahici
    kişiliğini gösterecek. — aslında benim bunları
    şimdi yazmama gerek yoktu; bunu da biliyorum.
    bu yüzden, bu küçük defter sana ‘hayatın
    ortası’na geldiğinde ulaştırılacak. sen de, burada
    yazdıklarımda, zaten çoktandır bildiğin şeyleri
    bulacaksın. bu mektup hiç de yeni birşeyler anlatmayacak sana; ama, herhangi birşeyi de doğrulamayacak.
    — zaten boşuna bütün bu yazdıklarım...

    yalnız...-------
    evet, işte, yalnız, şu: beni tanıyacaksın...
    başka birşey istememiştim ki zaten, yaşamım
    boyu...
    — garip değil m i: şimdi, yaşamım boyu isteyip de elde edemediğim birşeye, şimdi, öldükten
    yıllar sonra, kavuşmak...

    artık hazırlanmalıyım.
    sen geleceksin biraz sonra buraya, bir tuhaflık, bir karışıklık göreceksin — olup-bitenden de
    pek birşey anlamayacaksın. ancak yıllar sonra
    aydınlanacak bu son anının anlamı; öteki, o daha
    eski anılarla birlikte.
    o zaman, şimdi, sen herşeyi* anladıktan sonra
    eline geçecek bu satırlar: neyi anladığını anlayacaksın.
    tanıyacaksın.
    seni şimdiden öpüyorum,
    sevgili kızım
    benim-------
    baban.
    [------ ]"

    bir babanın kızına bırakabileceği en güzel miras olmalı, kendi elleriyle yaptığı defteri kendi sevgisiyle doldurup 32 sayfalık mektupla kızına veda etmeye çalışması. boşuna değildi bu yazdıkları aruoba beyin, keşke bunu ona da söyleyebilseydim.

    edit:
    *şairin yazdığı biçime sadık kalarak yazdım tüm kelimeleri, yazım yanlışı olarak gördüğünüz yerler şairin inisiyatifidir.
  • oruç aruoba'yı daha yakından tanımak isterken denk geldiğim, hayattaki bir çok şeyi özetleyen kızına veda mektubu.

    ''dünya ne ise oydu; ben de ne isem o oldum. uyuşamadık. hepsi bu.'' sözleriyle bir çok insanın duygularına tercüman olmuştur.

    insan, insan oldu mu acı çeker.
  • 'sel yayinlari'nin geceyarisi kitapları dizisinin onbeşinci kitabi,
    oruc aruoba'nin "zilif'i" nahide dikel'in tasarimiyla
    gerceklestirilmis, 12 punto berkeleybook dizilen metin,
    80 gr. enzo krem kağıdına 1000 nüsha yaylacık matbaası'nda,
    2002 yılının ocak ayında basılmıştır.'

    (bkz: oruc aruoba)
  • bu isimde birini tanıdım. ilk gördüğümde "o kadar güzel bir kadının burada ne işi var?" demiştik kızlarla kendi kendimize. sonra güzellikle ne alakası varsa diye kendime soracak kadar büyüdüm. zamanla da asıl güzelliğinin gözle görünenden çok daha fazla olduğunu fark ettim.

    bir gün kapıdan girince "kim bu?" diye sormuş benim için. arzu abla da "bizim öğrencilerden, biraz deli ama zararsız demiş." yıllar sonra bir sigara eşliğinde anlatmıştı. "o an güldüm" dedi, kendi gençliğinden bir parça bulmuş.

    deli kısmına değil de gençlikteki o parçanın ne olduğuna takılmıştım. deli miydim sahi?

    35 yaşında diplomasını aldığı gün nasıl da mutluydu. "20'den sonra okunmaz, okumanın ne gereği vardı? demişlerdi. okudum işte." dedi. uzun afilli cümleler değildi ama içtendi, netti.

    annesinin hastalığı olmasa o zamanlar kaçarmış evden. delilik kısmı buymuş işte. anlamadım o dönem.

    bizim mezuniyet arefesi cübbeleri alınca da "acıkögretim fakültesi mezuniyet yapmıyor ya senin cübbenle kepini giyebilir miyim?" dedi. giyince fotoğraf çektirmek için değil. uğuru geçsin diye belki. öyle naif bir istekti, gerçek olmuştu hepsi bu. şimdi yüksek lisans peşinde "akademisyen ol abla sen yaparsın" diyorum. gaz vermek değil derdim içten söylüyorum. zor şartlarda okuyan, o azimden bir şey kaybetmeyen bir kadından kim daha iyi bilir ki eğitimin kıymetini?

    o kapıdan "abla ben aşık oldum" diyerek girdiğim de oldu, "bu adamla ne yapacağım?" diye çıktığım da.
    mezuniyet elbisesi bakarken, mezuniyetimde salonda o bir çift yeşil gözü ararken değil, azmin bittiği çok yerde aklıma geldi.

    az sabahlamadık, yaz gecelerinde sivrisineklere yem olacağımızı bile bile.
    bir gece yine kitaplardan konuşurken bir sır verdi bana.
    "babam yazsa cümleler bu kadar olur diyerek okudum" dedi. oruç aruoba'nın aynı adlı eseri için.
    hem zilif ne de az bulunan bir isim.
    ertesi gece kitabı getirdi. "baskısı yok olsa sana da alırdım ama dikkat et" dedi.

    "bak kitabın bir yerinde 'bu yüzden bu küçük defter sana hayatın ortasına geldiğinde ulaştırılacak' diyor ve cahit sıtkı'nın dediği gibi 35'imde geldi kitap bana" demişti, kitabı uzatırken.

    sel yayınları, kitap sayfalarının üst kısımlarını kesmemiş, zarf açacağıyla açılsın diye. bir baskı hatası değil mektup havası versin diye galiba.
    kitabın başında mektup sahibi "bu küçük defteri de kendim yaptım; sayfaları biraz eğri büğrü oldu kusura bakma diyor." matbaa baskısı olduğunu aynısından 999 tane daha olduğunu unuttum o anda.
    başkasına ait bir mektup bulmuş gibi okudum.

    kitabı okur edasıyla değil, altı çizilecek bir cümle aramadan okudum. zilif abla'nın uzun gecelerde anlattığı hayat hikayesini düşünerek. ona yazılmıştı bu mektup aksi mümkün olamazdı. başındaki dr. filiz ersel kimdi neden bir mektuba bu kadar ortak olmuşlardı? bu soru cevapsız kaldı.

    o kitabı okuduğum geceden 3-4 ay sonra izmir'den ayrıldım. ortak olan deliliğimizi ise çoktan unutmuştum.

    yüksek lisans yapacağım diye evden kaçtığım zaman jeton düştü.

    ah be abla nasıl bildin kaçacağımı?

    ------------------------------------------------------------------

    dipnot: kitaba sonunda denk geldim ve aldım. yine yarım saatte bitti ama o mektup okur gibi hissettiren tadı bulamadım. sayfa üstlerini zarf açacağıyla değil kimlik kenarıyla yırttım ve bana ait olmayan bir mektubu açar gibi hissetmem gerekirdi ama onun yerine öss sınav kitapçığı açmış gibi hissettim.

    edit: anlatım bozuklukları ve bazı şeyler

    edit 2: 35 değil 36 olmuş gönlümüzün 18'lik çıtırı
  • - dünya ne ise oydu; ben de ne isem o oldum
    - uyuşamadık. hepsi bu.
hesabın var mı? giriş yap