hesabın var mı? giriş yap

  • einstein bir gün bakkala girmiş o zamanlar einstein, kamyoncu sigarası olarak bilinen uzun marlboro içiyormuş. marlboro'nun fiyatı ise beş dolar elli centmiş. einstein, bakkalın 9 yaşındaki çırağına 10 dolar uzatmış. bakkalın çırağı ona;

    - "dayı, elli centin daha var mı?" demiş...

    einstein çocuğa;

    -"ne elli centi yiğenim? ben sana 10 dolar verdim." demiş...

    çocuk;

    -" dayı elli cent daha ver de, sana 5 dolar para üstü vereyim. boşuna bozukluk taşıma sen." demiş...

    einstein'ın gözleri dolmuş ve;

    -"sen bir dahisin ufaklık. paranın üstü kalsın, senin olsun. "demiş ...

    o çocuk kim miymiş? o çocuk yazları oxford'dan, amerika'da bulunan amcasını ziyarete gelen ve amcasının dükkanında çıraklık yapan stephen hawking'in ta kendisi...

  • şehirlerarası telefon kodlarının, çevirmeli telefonlara göre belirlenmiş olması.

    yaşı yetenler hatırlar, çevirmeli telefonlarda en çabuk 1 rakamını çevirirsiniz, 0 rakamını çevirmek içinse o tekerin tam bir tur dönmesini beklerdiniz.

    fii tarihinde şehirlerarası kodlar belirlenirken telefon abonesi en çok olan şehirlere çabucak çevrilebilecek kodlar atanmıştır.

    (bkz: 212)
    (bkz: 312)
    (bkz: 232)

    gibi.

    tabi çevirmeli telefonlar tarih olunca bunlar da o günlerde hatıra olarak kaldı.

  • duygularıma tercüman olan bir durum tespiti. kaşağı'yı okuduğumdan beri hala mutlu olmam gereken anlarda kötü bir şey olacakmış zannediyorum ve mutlu olamıyorum.

    şu an hala okutuyorlarsa çocuklara geçmiş olsun.

  • halk tarafından böyle bilinse de münchausen sendromu'ndan tamamen farklı olan bir sendromdur.

    genelde hasta kendisi üzerinde tıbbı uygulamalar yapılmasını değil genelde çocuğu üzerinde bu tarz uygulamaların yapılmasını talep eder.

    o yüzden de zaten bu hastalığa "kişinin kendinin ergenekon terör örgünü olmasıdır" diyen birileri olmuştur.

    mevcut hasta çocuğunun sağlığı hakkında endişeli, ilgili, koruyucu bir tablo çizer. ama çoğu zaman hastalık semptomlarını kendi yaratmaktadır. ortada ciddi bir çocuk istismarı söz konusudur. genelde bu sendromdan muzdarip olanlar annelerdir.

    tabii ki çevrelerinde zeki veya sağlığa ilişkin bilgisi, ilgisi olan, sevimli, işbirlikçi, iyi, tıbbi gelişmelere minnettar, hastane çevresini süsleyen biri olarak tanımlanıyorlar. bilerek çocuğunu zehirleyen, boya yediren neredeyse işkence denebilecek uygulamalara maruz bırakan anneler var. çocuklarına kateter takıldıkça, keşif ameliyatları yapıldıkça, çocukları ağır ilaçlar kullandıkça mutlu olurlar. çoğu hastada narsistik frajilite, borderline, pasif-bağımlı histerik kişilik gibi başka psikolojik rahatsızlıklarda görülmektedir.

  • şu ana kadar oynadığı şampiyonlar ligi ön elemelerinden sadece 1'ini kaybetmiş takım. (2009)

    1993-94

    galatasaray - cork city 2 - 1
    cork city - galatasaray 0 - 1

    manchester united - galatasaray 3 - 3
    galatasaray - manchester united 0 - 0

    uefa bu eşleşmeden sonra dev takımlar telef olmasın diye seri başı uygulamasını getirdi. (1994)

    1994-95

    avenir beggen - galatasaray 1 - 5
    galatasaray - avenir beggen 4 - 0

    1997-98

    sion - galatasaray 1 - 4
    galatasaray - sion 4 - 1

    1998-99

    galatasaray - grasshoppers 2 - 1
    grasshopers - galatasaray 2 - 3

    1999-00

    rapid wien - galatasaray 0 - 3
    galatasaray - rapid wien 1 - 0

    2000-01

    saint gallen - galatasaray 1 - 2
    galatasaray - saint gallen 2 - 2

    2001-02

    galatasaray - vllaznia 2 - 0
    vllaznia - galatasaray 1 - 4

    galatasaray - levski sofya 2 - 1
    levski sofya - galatasaray 1 - 1

    2003-04

    galatasaray - cska sofya 3 - 0
    cska sofya - galatasaray 0 - 3

    2006-07
    galatasaray - mlada boleslav 5 - 2
    mlada boleslav - galatasaray 1 - 1

    2008-09

    galatasaray - steaua bükreş 2 - 2
    steaua bükreş - galatasaray 1- 0

    galatasaray bu sezon 14. kez şampiyonlar ligi'nde. yalnızca 5 tanesi direkt katılım.

    (bkz: respect)

  • bazı romanlar/öyküler vardır, okuru gecelerin dahi kısık bir aydınlıkta geçtiği sankt petersburg yazlarına götürür, bazısı da vardır ki içlerinde, size ilgili şehrin bayağı ve karanlık yüzünü gösterir... (bernhard'ın viyana'sında ele alacağımız gibi) lakin bazı edebi eserler, her ne kadar edebi açıdan büyük bir şaheser, üslup bakımından benzersiz olsalar dahi, şehir, sanki harita üzerinde kırmızı bir işaret konarak belirlenmiş, önemsiz bir arka fon olarak karşımıza çıkar.

    bu konuya bir açıklık getirmek istiyorum. musil'in niteliksiz adam romanını hatırlayınız. eser viyana'da geçer, lakin -ahmet cemal üstat tarafından çevirilen ilk iki cildine ithafen kullanıyorum bu ifadeyi- viyana bir isim olarak dahi 1000 küsür sayfalık bu dev eserin toplamda kaç sayfasında karşımıza çıkar? en fazla 5! daha popüler olan zweig'in ince novella'larında dahi viyana'nın adına daha sık rastlamamız olası diyebilirim.

    bu hummalı çalışmada bu eserlerin peşine düştüm. avrupa'dan 25 farklı şehir belirleyip, hayranlıkla okuduğum; mann, tabucchi, joyce gibi edebiyat dünyasının devlerinin eserlerinin yanı sıra -örneğin budapeşte için magda szabo'nun bir eserini seçmem gibi- popülerliği ülkesiyle kısıtlı, daha yerel ölçekli yazarlara da yer vererek bir seçki oluşturdum. lakin yine de örneğin berlin şehri mevzubahis olunca christopher isherwood gibi berlin aşığı bir ingiliz yazarın eserlerini nasıl görmezden gelebilirdim?

    ayrıca ilgili şehirleri betimleyen, seçtiğim eserlerden -sayfalarını belirterek- alıntılara da şehir, eser ve yazarına yaptığım yorum ve incelemelerimin altında yer verdim.

    çalışmada yer verdiğim şehirler:

    amsterdam / berlin / budapeşte / cenevre / dublin / edinburgh / glasgow / istanbul / kiev / kopenhag / lizbon / londra / milano / moskova / oslo / pamplona / paris / prag / roma / sankt petersburg / saraybosna / torino / trieste / venedik / viyana

    şehirlerin sıralanışı ve incelemelerimi, alfabetik sırayla değil, bazı eserlerin birbiriyle uyum/uyumsuzluk gibi kriterleri, yazar ve eserler arası kurduğum bağlantılar üzerinden belirledim. herhangi bir eser seçilip okunduğunda, -istisnalar haricinde- bir üst veye bir alt sıradaki eserle bağlantılıdır.

    eserler toplu halde.

    venedik:

    venedik'te ölüm (bkz: der tod in venedig), thomas mann: mann, hem tarihi hem de bugünkü şirinliğiyle aydınlar için dayanılmaz bir cazibesi vardır diyerek tanımlar venedik'i.romana adını veren "ölüm" her ne kadar okurda polisiye bir romanla karşı karşıya kalınacağı izlenimini yaratıyor olsa da, mann'in "ölüm"ü olay örgüsü dahilinde anlatmak gibi bir amacı olmadığını söylemekle başlayalım. okurun gözüne batırılmak istenen "ölüm", -novella'nın sayfaları arasında detaylandırılmaya gerek dahi duyulmamış, ilahilikten oldukça uzak- romanın baş karakteri şair ve yazar asbenbach'ın zerafete ve güzelliğe duyduğu sınır tanımaz bağlılık ve aşkın neticesi, şairin mahkum olduğu hazin bir son olarak ön plana çıkarılmış bir temadır, bana öyle geliyor ki bir nevi platoncu güzellik düşünün çağrışımıdır. yine bana öyle geliyor ki burada "ölüm" venedik'in bizatihi kendisidir. bilhassa novella'nın dördüncü bölümü'nden itibaren çok sayıda mitolojik öğe, ima yoluyla olay örgüsüne dahil olur ve benim bu incecik novella'da şaşkınlıkla şahit olduğum, mann külliyatında eşine az rastlanır biçimde vuku bulan olay örgüsündeki "ani değişim"ler okurun karşısına çıkar. thomas mann, gerek nazi rejimine karşı duruşu ve gerekse romanlarında takındığı detaycı üslubunun meydana getiridiği büyülüyeci dili itibarıyla hayranlık duyduğum, bir kalıba sığdırmanın mümkün olmadığı, yalnız bu yönüyle dahi -broch'u da dahil tutarak- rahatlıkla alman edebiyatının yetiştirdiği en büyük yazardır diyebilirim benim nazarımda mann. broch için üslup bakımından olmasa da, roman tekniğine baktığımızda rahatlıkla -bilhassa ullysses'in- joyce esintilerini solumak mümkün, ki zaten kendisi joyce'u en iyi anlamış yazarlardan birisidir, lakin mann'in romancılığını, romancılığındaki özgünlüğünü herhangi bir kalıba sokmam mümkün değil. mann'in kendisi dahi kendini "yaşadığı çağın goethe"si olarak tanımlamış... ne yazıktır ki eserleri türkiye'de bir kafka kadar tiraj elde edemiyor.

    mann için büyüleyici dil ifadesinin en bariz izlenimi, ilgili romanda yer alan venedik ve saray arasında kurduğu ilintide açıkça görülebilir:

    "...işte yine karşısındaydı: insanı hayretler içerisinde bırakan rıhtım; republica'nın, denizden gelenlerin saygılı bakışlarına sunduğu o göz alıcı, fantastik yapılar kompozisyonu; sarayın hafif görkemi; ahlar köprüsü; kıyıdaki aslanlı, evliyalı sütunlar; masal tapınağının büyük bir gösterişle yükselen yan cephesi; takın altından geçen yol; büyük saat! bunları seyrederken venedik'e karadan gelip istasyondan girmenin, bir saraya arka kapıdan dalmak anlamına geldiğini, şehirlerin en efsanevisine, şimdi kendisinin yaptığı gibi, ancak denizden vaporetto'yla gelinebileceğini düşündü..."*

    *thomas mann, venedik'te ölüm, çev: behçet necatigil, can yayınları, 2014, 17. basım, s. 34

    roma:

    mrs. stone'un roma baharı, (bkz: the roman spring of mrs. stone) tennessee williams: tennessee williams, bilindiği üzere novella geleneğinden ziyade, kendi ayakları üzerinde duran -lakin ruhları kırılgan orta yaşlı kadınların- merkezinde yer aldığı ve pekçoğu 50'li ve 60'lı yıllarda hollywood tarafından beyazperdeye aktarılmış tiyatro oyunlarıyla tanınır.(en tanınmış ve beyazperdeye uyarlanmış oyunları: a streetcar named desire, cat on a hot tin roof, the night of the iguana) ayrıca mitos boyut yayınları pek çok tennesse williams oyununu profesyönel bir çeviriyle türkçeye kazandırmıştır. tiyatro oyunlarının yanısıra mrs. stone'un roma baharı williams'ın, tiyatro oyunlarının gölgesinde kalan çok sayıdaki kısa öykülerinden en tanınmış olanıdır. bir üstte yer alan thomas mann'in venedik'te ölüm eserinde venedik'in "ölümü" simgelediğini düşünürsek, mrs. stone'un roma baharı'nda roma şehrinin yarattığı çağrışım kesinlikle "hayat"ı simgeler. thomas mann ve tennessee williams'ın bu iki eseri arasında -birbirinden zıt veya birbiriyle aynı, fakat kesinlikle birbirinden bağımsız olmayan- çok sayıda bağlantı kurulabilmesinin aşikar olduğunu, abes kaçmayacağını düşünmekteyim. her iki eserin de baş karakteri (mann'in aschenbach'ı ve williams'ın karen stone'u) sanat ve güzellik düşkünü olmalarının yanı sıra, uyuşmaz oldukları nokta tutku ve hazlarının vücut buldukları "beden"lerdir. aschenbach'ın "meleksi" yaratılıştaki güzellik abidesi "tadzio" karakteri, kendinden genç, kendi hemcinsidir. karen stone'un kendi ifadesiyle "onurunu ayaklar altına aldığı" genç paolo ise tadzio'nun meleksiliğinin tam aksine bayağı karaktere sahip bir "jigolo"dur. platoncu güzellik felsefesine varıncaya kadar çok daha kapsamlı bir analiz yazılabilir her iki eserin mukayesesi için fakat yorum ve incelemelerimi kısa tutmaya özen gösteririm, yine de novella'ya dair şu gözlemimi de eklemeden geçemeyeceğim, williams en az thomas mann'in venedik'te ölümü kadar, -yazıldığı dönem itibarıyla- elizabeth taylor'un menekşe gözlerinden de fazlasıyla etkilenmiş görünüyor, hatta karen stone karakterinin vücut ölçüsü ve yüz hatlarının tarif edildiği kısım dikkatle okunduğunda menekşe gözlerden fazlasının da esinlenmeye dahil olduğu çok net anlaşılıyor. velhasıl gerek thomas mann'in venedik'te ölüm'ü, gerek tennessee williams'ın mrs. stone'un roma baharı novella'ları altını biraz kazıdığımızda karşımıza hiç kuşkusuz wilde'ın dorian gray'in portresi çıkıyor.

    eserden roma'ya dair bir alıntı:

    "... roma, uzak ya da yakın, gürültülü ya da belli belirsiz duyulan akan su sesiyle dolu bir kenttir. bu kente kimliğini mavi göğe karşı yükselen krem rengi kubbeler kadar akan su sesi ve taş basamaklar da verir..."*

    *tennessee williams, mrs. stone'un roma baharı, iş bankası kültür yayınları, s. 35

    prag:

    bilmemek (bkz: l'ignorance), milan kundera: "küçük uluslar, büyük şairlerle dolup taşar" prag denilince franz kafka, ivan klima gibi yazarların yanında hiç kuşkusuz 1978 yılında paris'e iltica etmek mecburiyetinde kalmış milan kundera gibi bir prag yerlisini anmazsak olmaz. varolmanın dayanılmaz hafifliği'ni bir yelpaze gibi düşündüğümüzde geriye kalan tüm kundera romanlarını (ve kısa novella'larını) yelpazeyi süsleyen birer motif olarak değerlendirebiliriz. romanın iki baş kahramanı irena ve joseph, 1968'deki sovyet müdahalesinden sonra (bkz: prag baharı) prag'dan, dolayısıyla pek çok çek mülteci gibi onlar da, parlak zaferlerinden dolayı değil, tanınmadığı için sevdikleri vatanları çek'ten ayrılmak zorunda kalmış romanın diğer karakterleri gibi başta paris olmak üzere avrupa'nın çeşitli yerlerine iltica etmiş iki göçmendir; lakin bu göçleri, 1989 yılında komünizmin tüm doğu avrupa'da olduğu gibi çekoslovakya'da da iflas etmesinden hemen sonra ülkelerine ve tabii ki prag'a dönmeleriyle noktalanacak ve yazgıları onları bu kentte buluşturacaktır diye özetleyebiliriz kabaca bilmemek romanını. kundera külliyatını hatmetmiş birisi olarak rahatlıkla şunu diyebilirim ki bilmemek romanı kadar, prag'a seyhat etmeyi arzulatacak denli, prag ve çek toplumunun kurgunun bu kadar çekirdeğinde yer aldığı bir başka esere rastlamadım. seneler sonra romanın baş karakterlerinden joseph'in, mülteci hayatı yaşadığı paris'ten doğduğu topraklar olan prag'a döndüğünde ilk iş olarak uğradığı aile kabristanında yaşadığı yabancılaşmanın bir benzerinin daha yazılamayacağı kanaatindeyim, tabii bu kanaatimi, bilmemek romanının kundera'nın hayatından kesitler sunan bir otobiyografik eser olduğu düşüncesini taşıdığımdan belirtiyorum.

    eserden prag'a dair bir alıntı:

    "... parmaklığa dayanarak şatoya bakıyor: oraya çıkması için on beş dakika yeterli. kartpostalların prag'ı, çıldıran tarihin, üzerinde sayısız yara izleri bıraktığı prag, turistlerin ve fahişelerin prag'ı, çok pahalı olduklarından, çek dostlarının adım atamadıkları restoranların prag'ı, projektörlerin altında döktüren dansöz prag, gustaf'ın prag'ı oradan başlıyor. içinden, kendine o prag kadar yabancı başka hiçbir yer yok diye geçiriyor. gustaftown, gustafville, gustafstadt, gustafgrad..."*

    milan kundera, bilmemek, çev: aysel bora, can yayınları, 2016

    ve tabii ki vitrinleri süsleyen "kafka is borning in prag" baskılı tişörtleri de unutmamak gerekiyor.

    paris:

    paris köylüsü (bkz: le paysan de paris), louis aragon: varolmanın dayanılmaz hafifliği'nde kundera paris için; "binaları ne kadar yüksekse, mezarları da o kadar derindir" tanımlamasını kullanmış. aragorn ise paris'in üstü kapalı mitolojik etimolojisine atıfta bulunarak "paris'in rakibeleri arasında hiç şüphesiz "venüs" gerçek bir kadındır." diyerek şehre cinsiyet atfetmiştir. (bkz: venüs ve üç güzeller) paris köylüsü'nün içerisinde ilk bölümde yer alan opera pasajı (passage de l'opera), şair kimliğiyle ön plana çıkmış aragon'un dünya edebiyatına yeni bir yönelim kazandırdığı sürrealist manifesto niteliğindedir. rant uğruna yıkılmak istenen paris'te muhkem opera pasajı ve çevresindeki kafeler, barlar ve bir adet geneleve göz dikmiş olan inşaat şirketi ve bankaya karşı -yani aragon'un bas bas bağırdığı yeni modern tanrılara karşı- seslerini duyurmak isteyen esnaf ve bölge ahalisinin, maalefetir ki belediye meclisi ve yerel gazeteler tarafından kaale alınmayışını şiirsel dile eşlik eden gazete kupürleriyle adeta bizi "tanrı"ların kurbanı haline gelmiş dükkanlarından, vitrinlerine hatta eşyalarına varıncaya kadar paris esnafının baş rolde olduğu sihirsel bir yolculuğa çıkarır. opera pasajı, paris köylüsü'nün -yarıdan fazlasını kapsayan- ilk bölümünü meydana getirir -ki benim şu zamana kadar en fazla altını çizerek okuduğum novella'dır-. geriye kalan hikayeler yine paris kenti içerisinde geçiyor olsa da, anlaşılma notktasında çok sancılı olup, buna rağmen yine hemen hemen her cümlesi altı çizilecek cistendir. ikinci bölümün adı; buttes-chamont'da tabiat duygusu, ilk bölüme kıyasla daha kısa olup, birinci sürrealist manifesto'yu kaleme almış olan andre breton, louis aragon ve marcel noll'un bir geceyarısı, paris'teki bir park ve çevresinde yaptıkları felsefi gezintiyi anlatır. yapı kredi yayınları'ndan -bu sene çıkan birinci baskısında- çevirmen koltuğunda oturan ayberk erkay, itinalı çevirisinden dolayı teşekkürleri fazlasıyla hakeden bir isim.

    eserden paris'e dair bir alıntı:

    "... bu dünyada insani arzulara duyulan inanç o kadar zayıftır ki, insanoğlu sapkınlığın sınırlarına, küçük düşmenin evrensel korkusuna, saadete teslimiyete, alışkanlığa o kadar aşinadır ki büyük pişmanlığımdır, itiraf ediyorum, yaradır içimde, tabiatımın uçarılığına daha uygun bir coğrafyaya defolup gitmek miydi acaba doğru olan ki sıcak, zalim bir halkın hayalini kuruyorum, pençelerine hayran, gözlerini süzmeye, naz etmeye her daim hazır bir kedi suretinde, muare ipek gibi hercai, aşkın soluğunu her an ensesinde hisseden bir halkın hayalini kuruyorum ki hiç kimse, kendisinde hak görmeye cesaret edemediği zevkleri, hüküm süren aylaklığa bir çare olarak ileri süremez. sebebi budur paris'te ismi hazzı çağrıştıran hamam işletmesine nadiren rastlanmasının, bu yüz karası durumun. yıkanmaya gelir insanlar buralara, karınları acıkınca restorana gider gibi. paris'te ahlaki çöküntü öyle bir raddeye ulaştı ki şehvet dahi tüm cazibesini yitirdi, mutlak hissi tuhaf bir şekilde öylesine ayağa düştü ki, paris hamamlarının müphem tabiatının keyfini sürmek, yeni tanışır oldukları hoşgörünün şaşkınlığını üzerlerinden henüz atamamış, kurnazlığa ve zorbalığa günlük yaşamlarından alışkın olan homoseksüellere kaldı..."

    louis aragon, paris köylüsü,çev.ayberk erkay, yapı kredi yayınları,2017, s. 50

    torino:

    yalnız kadınlar arasında, (bkz: tra donne sole) cesare pavese: almodovar (bkz: pedro almodovar) filminden fırlamışı andıran, her biri birbirine benzeyen nevrotik kadınları, köşe başlarını tutmuş sokak müzisyenleri, pervazların arasından süzülen boya kokularının hemen hemen tüm cadde ve sokaklarını sardığı; ressamları, sergileri, tiyatroları ile roma veya diğer italyan şehirlerinden farklı olarak ikinci dünya savaşı'nın uğramadığı bir kenttir torino... roman her ne kadar okurda torino'ya gitme isteği uyandırsa da pavese külliyatından okumaya alışkın olduğumuz - baş karakteri içten içe karamsar ve belli belirsiz intihara sürüklenişe iten olaylar silsilesi- temaların tamamına yakını yalnız kadınlar arasında da ön plana çıkıyor. zaten pavese de kendi isteği, kendi tercihiyle ayrıldı bu dünyadan.

    eserden torino'ya dair bir alıntı:

    "... bütün gün tek başıma kaldım; bizim mahallede basilica sokağı'nda dolaştım. şimdi küçük alan, kapılar, meyhaneler daha az korkutuyorlardı beni. porta palazzo'nun adı repubblica alanı olmuştu. bomboş dar sokaklarda, avlularda oynayan çocuklar gördüm. akşama doğru yağmur çiselemeye başladı, ot kokan taze bir yağmur. revakların altındaki statuto alanı'na dek yürüdüm. oradaki sinemaya girdim..."

    cesare pavese, yalnız kadınlar arasında, çev:rekin teksoy, can yayınları, 2015, s. 151

    viyana:

    wittgenstein'in yeğeni, (bkz: wittgensteins neffe eine freundschaft) thomas bernhard: bernhard'ı ve yazım üslubunu hakkıyla ifade etmek gerekirse; "çok aksi, çok uçta, kadir kıymet bilmez, saplantılı" sözcükleri doğru bir tercih olacaktır, bernhard "kolay okur"u reddeder. wittgenstein'in yeğeni romanını, inanınız, yarıladıktan sonra eserin otobiyografik bir roman olduğuna ikna oldum çünkü mümkün değildir ki gerçekten nefes alan bir insan böylesi agresif, böylesi bunalımlı bir ruhiyata sahip olabilsin. romanda kabaca bernhard; "tımarhanede" tedavi gören en yakın arkadaşı paul ile olan geçmişteki -pek çoğu viyana çevresinde geçen- anılarından bahsediyor lakin -teşbihte hata olmaz- yazar adeta eline bir testere alıp viyana'yı ve avusturya edebiyat camiasını kesip biçiyor. anlaşılabilmesi için romanda üç sayfadan ibaret olan şu anektodu özetleyerek paylaşayım; bernhard'ın bir eserini viyana'daki burg tiyatrosu sahneliyor, bernhard'ı da piyeslerinin ilk temsiline çağırıyor. bernhard da "zoraki" olarak katılıyor -buraya kadar herşey normal- oyun başlar başlamaz bernhard -oturduğu sandalyeden- oynanan temsili "tatsızlıkla" suçluyor, hemen arkasından burg tiyatrosunda oynanan oyunların tamamını tatsızlıkla suçluyor, akabinde de oyuncuların yeteneksiz ve bayağı olduğuna kanaat getirip, tiyatro ve oyuncuları için kısaca "burg tiyatrosu orospuları" yaftasını yapıştırarak yığınla aşağılamalarına devam ediyor. (akıl alır gibi bir tepki değil, sonuçta insanlar senin bir piyesini sergiliyor.) yine de her romanında mevcut olduğu gibi bazı konularda öylesine nokta atışı tespitlerde bulunur ki, belki yalnızca bu sebep dahi onu okumak ve tanımak isteği yaratır okuyucuda. bernhard, tüm aksiliği ve kendini çamura saplanmış bir düşünür gibi lanse etme çabasına rağmen, eserlerinde altı çizilecek çok sayıda tespite, aforizmaya imza atmasıyla, kesinlikle kendine özgü bir yazardır. (gerçi ben henüz hiç bir eserinde iç açıcı, hoş bir tespitine rastlamış değilim, ancak kesinlikle her biri çarpıcıdır.) velhasıl, bilhassa yeraltı edebiyatı okurlarına, bernhard'ın saplantılı, yer yer sövgülü, "değerler dünyası"nı hiçe sayan külliyatını okumalarını tavsiye ederim. ayrıca metis yayınlarından çıkan romanlarının sonunda orhan pamuk'un bernhard'ın romancılık ve edebi dili'ni eleştiren bir değerlendirme yazısı da mevcuttur.

    böylesi karamsar, adeta viyana'yı tezgaha koyup doğrayan bir eserin neresinde viyana'ya dair güzel bir betimleme, hoş bir cümle bulunabilir? belki olsa olsa salzkammergut kırsalıyla viyana arasında yaptığı şu mukaeysede -az da olsa- övgünün kırınıtılarına rastlama imkanımız var:

    "... burada ayakta kalabilmek için insanın çok güçlü olması gerekir. salzkammergut birkaç günlüğüne harika bir yerdir ama daha uzun süre kalan herkesin üzerinde yıkıcı etkisini gösterir. paul, salzkammergut'u çocukluğunun geçtiği yer olduğu için severdi, oysa burası onu giderek daha da bunalttı. viyana'yı bırakıp belki iyileşirim umuduyla oraya gitmişti oysa salzkammergut'da durumu yalnızca kötüye gitti. salzkammergut ruhunu ve bedenini daha da insafsızca ezip duruyordu sadece..."*

    ayrıca bir not: bernhard'ın yazım tekniğine aşina olanlar eserde paragraf bulunmadığını tahmin edecektir.

    *thomas bernhard, wittgenstein'ın yeğeni, çev.fatih özgüven, metis yayınları, 2015, s. 57

    oslo (ya da kristiania):
    açlık, (bkz: sult) knut hamsun: öncelikle, 1888 senesinde yazımında başlanan eserin daha ilk cümlesiyle birlikte bizi sürüklediği kristiania kentinin, norveç'in başkenti oslo'nun 1925 yılına kadar kullanılan resmi adı olduğu hatırlatmasını yaparak başlayayım. hamsun'un hayatının bir dönemini ortaya koyuşuyla otobiyografik romandır "açlık". eserin yazılış hikayesinden bahsedecek olursak: hasmun'un "açlık" romanının öncesinde kaleme aldığı ilk kısa hikayeleri rağbet görmemiş, hatta basılmadan geri çevrilmişti. cebinde beş kuruş kalmayan hamsun oslo'da bir yandan ağır işlerde çalışıyor, bir yandan da her fırsat bulduğu vakitte -çoğu kez aç karnına- denemeler yazıyor, bir köşeye çekilip sular seller gibi kitap okuyordu. üç kuruş para toplamayı başarıp bir vapurla adımını attığı kopenhag'da, açlıktan bitkin düşmüş bir halde, oslo'da çektiği sefaleti yazacağı, açlık romanının ilk cümlesi filizlendi. yine ağzına günlerce tek lokma bir şey girmeden durmadan yazdı ve üstü başı perişan bir vaziyette -eserine hayran kalıp tereddüt etmeden yayımlayacak olan- derginin kapısını çaldı.* oslo'nun rehinciler, fırsatçılar tarafından hemen hemen her bir tarafının tutulduğu liman, cadde ve sokaklarında geçen bu onurlu ve de ızdırap dolu hikayenin açılış cümlesi nasıl bir oslo tasviriyle karşılaşacağımızın da ilk sinyalini verir:

    "yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehir kristiania'da aç açına sürttüğüm günlerdeydi..."

    knut hamsun, açlık, çev: behçet necatigil, varlık yayınları, 2015

    moskova:

    öyle bir hikaye, anton çehov: moskova denilince bulgakov'un usta ile margarita romanını seçerek bu yükten kurtulabilirdim -ki bence bulgakov doğduğu kent kiev'i kısa da olsa, moskova kadar hakim şekilde yazmıştır-lakin mevzu bahis moskova ise öncelikle eserin, rus toplumunun ruhunu yansıtması gerektiğini düşünüyorum, haliyle çehov'dan başkasını düşünmek yersiz olurdu. öyle bir hikaye adlı çehov'un üç kısa hikayesinden oluşan kitabı seçmemin bir diğer nedeni olarak şunu söyleyebilirim: stephen j. lee "avrupa tarihinden kesitler" isimli çalışasında birinci dünya savaşı'na giderken avrupa'da feodal düzeni devam ettiren, mutlakiyetçi, ortaçağ'dan kalma köhnemiş devlet mekanizmalarını zoraki devam ettiren ilkel devletler olarak -ve benim çıkarımıma göre de çok şiddetli ve ani şekilde sosyalizm ve ya milliyetçilik gibi çağın yeni uç akımlarına kapılmaya elverişli, ani bir değişim yaşaması an meselesi olan, adeta patlamaya hazır devletler olarak değerlendirdiğim- osmanlı devleti, çarlık rusya'sı ve habsburg monarşisi'ni gösterir. çehov'un öyle bir hikaye adı altında toplanan üç hikayesinden ilki adeta stephen j. lee'nin bu değerlendirmesini çürütür niteliktedir; rusya'da on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyılın başlangıcındaki -stephen j. lee'nin ele aldığı dönem- akademik eğitim modelini bir profesörün gündelik yaşamı aracılığıyla değerlendirme imkanı buluyoruz. lee'nin eserinde çarlık rusya'sı, osmanlı devleti gibi ortaçağ'dan kalma köhnemiş bir devlet olarak sunulmasına rağmen, romanda da şahit olacağımız gibi günümüzden hiç de farkı olmayan teze ve bilimsel bilgiye dayalı, felsefe, tıp gibi disiplinlerde akademik yeterliliği ile çağdaşı olan diğer batılı ülkelerden hiç de aşağı kalır değil. j. lee'nin genellemesinin tersine akademik camiada bir çürüme söz konusu değil, aksine bilime dayalı çok sayıda reformu eğitim sistemiyle uyumlu hale getirmeyi başarmış olmasıyla osmanlı devleti ile aynı gruplandırmada yer alması çok abes. (yöenetim biçimi ele alındığında j. lee haklıdır.) ikinci hikaye ise ahlak sahibi bir üniversite öğrencisinin arkadaşlarıyla moskova'nın genelevlerine yaptığı seyehatler ve karşılaştığı manzaralar sebebiyle yaşadığı iç çatışmalara odaklanıyor. iş bu hikayede -veya seyehatte- dönemin moskova'sına dair çok sayıda bilgiye sahip olunabilir. "öyle bir hikaye" -son bölümde yer alan on beş sayfalık kısa, hoş ve fazlasıyla chekhovian hikayeyi hariç tutarsak- öyle bir hikaye adı altında yapılan derleme başlı başına dönemin rusya'sı ve moskova'sına dair birinci elden kaynak niteliğinde.

    eserden moskova'ya dair bir alıntı:

    "... az önce moskova'ya yılın ilk karı düşmüştü; çevredeki her şey bu taze karın etkisindeydi. havada kar kokusu alınıyor, ayaklar altında ezilirken çıkardığı ses duyuluyordu. yer, evlerin çatıları, ağaçlar, bulvardaki banklar her şey yumuşak, bembeyaz, taptaze görünüyordu. hatta evler bile bir gün öncekinden başkaydı. şehrin sokak fenerleri daha canlı yanıyor, hava daha berrak görünüyor. arabaların tıkırtıları daha boğuk çıkıyor, temiz, soğukça havayla birlikteruha beyaz, taze, yumuşak kara benzer bir duygu doluyordu..."

    anton çehov, öyle bir hikaye, çev: nihal yalaza taluy, can yayınları, 2015

    edinburgh:

    bayan jean brodie'nin baharı (bkz: the prime of miss jean brodie), muriel spark: edinburgh'da bulunan bir kız lisesinde, çok fazla disiplin takıntısına sahip olmayan -öğrencilerine aşk maceralarını anlatacak kadar-, kendine has bir idealizme sahip, öğrencilerini de bu doğrultuda yetiştiren hatta daha da ileri giderek onları ölüme itmekten çekinmeyen, alışılmadık bir öğretmen profilindedir otuzlu yaşlarının sonunda ve kendi ifadesiyle hayatının baharında olan miss jean brodie. kendi seçtiği öğrencilerden oluşturduğu ve okulda brodie kızları diye ünlenen altı öğrencisinin, altı koca yıl boyunca bayan jean brodie ve onun aşklarıyla, onun tutkularıyla ve tabii onun üstü örtülü de olsa "aşırıya kaçan" siyasi görüşleriyle kadınlığa adım atışlarındaki etkisini görürüz. ayrıca romanda geleneksel, kronolojik anlatım metodu mevcut olmayıp, hemen hemen her iki paragrafta bir geçmiş ve geleceğe flash back ve flash forward tekniğini andıran yerinde gidiş-gelişlerle; henüz daha hikayenin başında altı öğrencinin de, geleceklerinin nasıl şekillendiği, olgunluklarında ne gibi yanlışlar yaptıkları, hatta ve hatta nerede, nasıl ve kaç yaşında öleceklerini biliriz ki bu da hikayeyi okur açısından daha da hüzünlü kılar. ben içlerinde en çok mary'e üzülmüştüm, ne zaman romanda kırıcı bir tepkiye maruz kalsa "üzerine gitmeyin, siz o'nun nasıl öleceğini biliyor musunuz?" benzeri hezeyanlarda bulunmuştum. lakin romanın daha başlangıcında karakterlere dair bu kadar malumata sahip olsak da tek bir soru işareti de vardır ki romanın sonuna kadar kalkmaz: brodie kızlarından hangisi, bayan brodie'ye ihanet etmiştir? velhasıl, edinburgh cadde ve sokaklarında gezintiye çıkılabilecek, kilise ve diğer tarihi binaları hakkında üstün körü de olsa bilgi sahibi olunabilecek, bunun yanı sıra iskoçya tarihi ve ingiliz-iskoç rekabetinin de buram buram hissedilebileceği, başlangıçta isim çokluğundan biraz karmaşık gibi görünse de gayet yalın bir üsluba sahip, okurdada farklı bir etki bırakmayı başaran bir roman bayan jean brodie'nin baharı.

    romandan edinburgh'a dair bir alıntı:

    "... eski edinburgh kiliselerinin dış cepheleri ürkütüyordu onu; hepsi de neredeyse kale kayasıyla aynı renkte, kapkara taşlardan yapılmıştı, havaya dikilmiş parmaklarıyla insanı ikaz eder gibiydiler. bayan brodie, onlara köln katedrali'nin bir resmini göstermişti; düğün pastasına benziyordu, eğlenceler, şenlikler için, mirasyedinin tekinin mesleğinin başlarında verdiği partiler için yapılmıştı sanki. ancak iskoç kiliselerinin içi çok daha güven vericiydi, çünkü ayinler sırasında sadece insanlarla doluyordu, hayaletlerle değil..."

    muriel spark, bayan jean brodie'nin baharı, çev.püren özgören, siren yayınları, 2016, s. 44

    berlin:

    mr. norris aktarma yapıyor, (bkz: mr norris changes trains) christopher isherwood: berlin ve romanlardan bahis açılınca insanın aklına ilk gelen isim kuşkusuz mr. norris aktarma yapıyor ve elveda berlin romanlarının yazarı christopher isherwood'dan başkası olamıyor. yazarın 1929 ve 1933 yılları arasında yaşadığı berlin, hayatının sonraki döneminde yazacağı romanların -bir kısmının- ana mekanı olmuştur. her iki roman da pek çok yönüyle berlin'e dair zamanda yolculuk deneyimi sunmaktadır okura, fakat ben tarihsel arka planının elveda berlin'e görece yoğunluğu nedeniyle mr. norris aktarma yapıyor romanını tercih ettim. romanın baş karakteri mr. norris; maceracı ruhlu, cinsel bir takım saplantıları olan, orta yaşın üzerinde bir profile sahip, lakin okurda merak duygusunu romanın her sayfasında diri tutmayı da fazlasıyla başarabilen bir karakter. varını yoğunu berlin'in lüks ve orta sınıf eğlence mekanlarında tüketmek üzere olan karabatak norris'in, şehirdeki bağlantıları yoluyla yeniden ayakları üzerinde durma yollarını aramasını ve bir yandan da eş zamanlı olarak nasyonel sosyalizmin önlenemez yükselişini, yine başta von papen olmak üzere hitler öncesi koalisyon hükümetlerini, berlin başta olmak üzere ülke genelinde yaşanan ekonomik darboğazı da sanki her biri birer roman karakteriymiş gibi ustalıkla kitabın her sayfasına işlenmiş. romanın birinci ağızdan anlatıcısı, karabatak norris'le bir tren seyehatinde tanışan ve aralarındaki ilişkinin zamanla dostluğa evrilişini ayrıntılarıyla okura sunan william adında, norris gibi berlin'de öğrencilere özel ders veren bir ingilizce öğretmenidir. roman, her biri birbirinden renkli karakterleriyle sunduğu okura sunduğu eğlence ve merakın yanında; 30'lu yılların ilk yarısında sıkıyönetim, grevler,tutuklamalar, nasyonel sosyalist ve komünistler arasında yaşanan çatışmalar ile çalkalanan berlin'e yapılan bir seyehat.

    romandan berlin'e dair alıntı:

    "... berlin'de bir iç savaş yaşanıyordu. bir anda, durup dururken, apansız nefret sarmıştı her tarafı; sokak köşelerinde, restoranlarda, sinemalarda, dans salonlarında, yüzme havuzlarında; gece yarısı, kahvaltıdan sonra akşamüstü. bıçaklar çekiliyor, yumruklara çivili yüzüklerle, bira bardaklarıyla, sandalye bacaklarıyla, kurşunlu sopalarla karşılık veriliyordu; mermiler afiş yaptırılan sütunlardaki reklamları parçalıyor, umumi tuvaletlerin demir kapılarından sekiyordu. kalabalık bir caddenin ortasında genç bir adama saldırılıyor, elbiseleri çıkarılıyor, adam dövülüyor ve kanlar içinde kaldırıma bırakılıyordu; her şey on beş saniyede olup bitiyorve saldırganlar gözden kayboluyordu..."

    christopher isherwood, mr.norris aktarma yapıyor, çev: betül kadıoğlu, yapı kredi yayınları, 2014, s. 101-102

    londra:

    londra yanıyor, (bkz: the great fire of london) peter ackroyd: ackroyd'un romanlarında, karakterlerin yanı sıra -ki sayıları pek çoğunda epeyce fazlacadır- londra veya londra'ya ait olan ne varsa -ki bu ait olan şey londra yanıyor'da olduğu gibi bir dickens romanı yada doktor dee'nin evi'nde olduğu gibi tarihi bir konak olabilir- bir fon olarak kullanıldığına hatta karakterlerin benliklerine yansıdıklarına dahi şahit oluruz ki bunun temelinde ackroyd'un yazarlığının yanı sıra doğup, büyüdüğü ve halen yaşamakta olduğu londra'ya dair hemen her konuda son derece donanımlı bir londra aşığı olması yatar. 1982 yılında kaleme aldığı ilk romanı londra yanıyor'da ackroyd, innaritu'nun (bkz: alejandro gonzalez inarritu) "ölüm üçlemesi"ne benzer şekilde; birbirlerini tanımayan insanları dickens'ın "küçük dorrit" hikayesi aracılığıyla buluşturuyor. küçük dorrit eserini sinemaya aktarmak isteyen ve evliliğinde çalkantılar yaşayan bir belgesel yönetmeni, küçük dorris üzerine akademik çalışma yapan eşcinsel bir öğretim görevlisi, bir ruh çağırma seansı esnasında ruhuna küçük dorris'in girdiğini iddia eden bir kadın ve bu karakterlerle ilişkili çok sayıda yan karakter... romanın ilk yarısında bir dizi olaylar neticisinde ister istemez bir araya gelişleri durağan, hatta biraz da karmaşık bir anlatım sunsa da, peter ackroyd'un bu olaylar ve karakterler arasında ustaca kuruduğu bağa, yalın ve duru bir dile sahip oluşu, finalinde okurun yüzünde bırakmayı başardığı tebessüm de eklenince okurun -ara vermek için dahi- elinden bırakırken defalarca düşünmesi gereken bir eser haline geliyor.

    romandan londra'ya dair küçük bir alıntı:

    "... kafeteryadan çıkıp thames nehri kıyısı boyunca yürüdü. ırmak durgundu, sokak lambalarının, kendi karanlığında yansıyan beyaz ve turuncu ışıklarını kendine çekiyor gibiydi. charing cross köprüsü'nün basamaklarında bir flütçü, sevimli bir aylaklıkla flüt çalıyordu. flütün sesi köprünün üzerinde uçuşuyor, ırmağın üzerindeki köprüde yürüyen kadın ve erkeklerin başının üzerinde dans ediyordu sanki. spenser içinde bir tuhaflık hissetti, sanki bedeni müzikle birlikte suyun öteki kıyısına uçuyor, karanlıkta ağır ağır yürüyen bu insanların yaşamlarına karışıyordu..."

    sayfa 44
    peter ackroyd, londra yanıyor, çev. aslı çıngıl, yapı kredi yayınları, 2016

    dublin:

    dublinliler, (bkz: dubliners) james joyce: "biz irlandalılara bir dil verdik, onlar bize o dilin nasıl kullanılacağını öğrettiler" der bir ingiliz deyişi. yalnızca joyce için mi söylenmiş bir sözdür bu? oscar wilde bir dublin'li, george bernard shaw da bir dublinli, samuel beckett da aynı şekilde... her biri yakın dönem ingiliz edebiyatı'nın doruk noktaları. gelelim dublinliler romanına. öncelikle, joyce'un dublililer'de, ulysses'e benzer ağır bir dil, sancılı bir anlatım, yada denenmemiş yeni bir tekniğe giriş yapmadığını belirtmek gerek, aksine dublinliler'deki her bir öykü bir çehov anlatısını (bkz: chekhovian) andırır gibi fazlasıyla yalın ve karmaşıklıktan son derece uzak, lakin bunun yanı sıra alt metinleri de oldukça zengin. joyce'un, dublinliler'i, yirminci yüzyılın ilk yıllarında, tahmini olarak 1905 ve 1907 tarihleri arasında yazıp, 1914 yılında da yayımladığı tahmin edilir. niçin dublin şehrini eserdeki kısa öykülerin tamamında bir dekor gibi kullandığına dair şöyle bir açıklama yapmıştır: "niyetim, ülkemin manevi tarihinin bir bölümünü yazmaktı; sahne olarak dublin'i seçtim, çünkü o şehir bu paralize olma halinin merkezi gibi geliyordu. bana kalırsa bu "paralize olma" hali; öykülerin hayatta başarıya ulaşamamış, iç dünyasında -derinlikten yoksun- boşluklar yaşayan karakterlerin ölüm, hayat, din ve evlilikten ibaret basit hayatlarındaki çürümüşlüktür. benim dublinliler'deki şahsen okumaktan en keyif aldığım novella'lar; bir evlilikteki monotonluğu işleyen "küçük bir bulut" öyküsü, dini yozlaşmanın hicvedildiği arınma öyküsü (kilise sıralarının tefeciler ve simsarlarla dolu oluşu ve öykünün henüz daha ilk satırlarının, kilise ve dini tiye alan baş kahramanının, dante'nin ilahi komedya'sını andırır şekilde merdivenlerden aşağıya düşüşü ile başlıyor oluşu gibi, öykünün ana fikrini destekleyen zekice yerleştirilmiş parodiler benzersizdir.) ve tabii ki romanın kapanışını yapan ve joyce'un klasikleri arasında yer almış alan ölüler öyküsü. murat belge'nin takdire şayan çevirisi ve kitabın ilk sayfalarında okuru karşılayan romanın geçtiği döneme ait bir dublin şehir haritası ve yine romanın geçtiği döneme ait siyah-beyaz dublin fotoğrafları eseri daha da leziz bir hale getirmiş.

    eserden dublin'e dair kısa bir alıntı:

    "....piyano bir vals havası çalıyor, salon kapısına sürtünen eteklerin hışırtısını işitiyordu. kim bilir, belki dışarıda, karın altında da insanlar durmuş, ışıklı pencerelere bakıyor ve vals müziğini dinliyorlardı. hava saftı orada. uzaklarda, ağaçların kar ağırlığı altında eğildiği park vardı. wellington anıtı'na bir kasket gibi birikmişti ışıl ışıl karlar ve anıt batıya, fifteen acress'ın bembeyaz çayırına bakıyordu..."

    james joyce, dublinliler, çev.murat belge, iletişim yayınları, 2016, s. 237

    trieste:

    hayat işte, (bkz: una vita) italo svevo: ismi kafka ve joyce ile birlikte anılan bir yazar olsa da svevo, üslubunun yalınlığı sebebiyle joyce'a, anlatım tekniğinin soru işareti bırakmaması yönüyle de kafka'ya uzaktan, yakından benzemez. joyce ile anılması aralarındaki yakınlık sebebiyle olup; proust, joyce, kafka, musil ve beckett gibi çağdaşları ile modernizmin edebiyattaki en büyük temsilcilerinden demek yanlış olmaz yazarlığıyla alakalı olarak. hayat işte romanı hakkında yazılacak, üstünde önemle durulması gerektiğine inandığım çok şey var, lakin benim dikkatimi fazlasıyla çeken anetta'nın, alfonso ile yazdıkları roman için kaleme aldığı giriş cümlesi oldu: "genç kontes clara, dük'ün bir tüccar kızıyla evlendiğini haber alır; umutsuzluğa kapılır..."(*) alfonso giriş cümlesini beğenmeyip, itiraz ederek olayın öncesinin anlatılması gerektiğini düşünse dahi anetta'ya bir türlü bu isteğini kabul ettiremez. romanın yayımlandığı tarih 1892. dava ve dönüşüm gibi iki modern klasiğin giriş cümleleri ile aralarındaki malum benzerlik düşünüldüğünde, kafka'nın romanı okuyup okumadığını bilmiyorum, lakin eğer okuduysa fazlasıyla eserin bu kısmından etkilendiği kanaatindeyim. romana gelecek olursak, giriş kısmında da belirttiğim gibi romanın baş karakteri alfonso ve maller ailesi arasındaki uçurumları köylü ve kentli kavramları üzerinden başarıyla yansıtmasının yanı sıra, alfonso'nun şehirde -trieste- evlerinde kaldığı -sonradan köylerini terk edip şehire yerleşen- lanucci ailesi üzerinden de taşra kültürü ve değer yargılarını ustalıkla ortaya koyan bir eser hayat işte. aslında roman, köyden kente yapılan göçün insan tabiatında yarattığı etkiye ve yavaş yavaş yitirdiği değerlere parmak basışıyla, yine italyan menşeili bir visconti filmi olan rocco e i suoi fratelli gibi, türk toplumunun son 60 yıldır yabancısı olmadığı bir hikayeyi işliyor. şu romanı okurken -bilhassa alfonso'nun maller ailesinin evine gerçekleştirdiği ilk ziyarette- nuri bilge ceylan'ın uzak filmindeki havayı solumamak mümkün müdür? işin hazinli yanı böylesi harikulade bir eserin, svevo'nun yazın hayatına başladığı ilk eser olmasına rağmen, hakettiği değeri görmeyişi neticesinde svevo'nun gücenerek 31 sene boyunca yalnız tek bir eser kaleme alması... yazın dünyası için ne acı bir tablo.

    (*)italo svevo, hayat işte, çev.neyyire gül ışık, can yayınları, 2012, s. 157

    amsterdam:

    ritüeller, (bkz: rituelen), cees nooteboom: eserden geçen çarpıcı bir ifadeyle "fahişelere gidemeyecek kadar korkak, metres tutamayacak kadar cimri, ucuz insanlara" ev sahipliği yapan amsterdam; onar yıllık parçalara ayrılmış, romanın baş kahramanı inni wintrop'un hayatından -birbirlerinden çok uç noktada-kesitlerin sunulduğu üç kısımda da perde arkasında bazen bir fon olarak, yer yer de canlı bir insanmış gibi betimlenir. romanın ilk kısmı ilişkiler üzerine olup, ikinci kısmı dinden felsefeye, hatta nihilizm ve varoluşçuluğa kadar çok sayıda konu üzerine tartışmalara sahne olurken, son kısım ise ağırlıklı olarak uzakdoğu öğretileri, zen budizmi ve çay seramonisi üzerinedir, ki benim kişisel tahminime göre de kitaba adını veren "ritüeller"in kitabın bu son kısmına atıfta bulunduğudur. romanın varoluşçuluk üzerine şekillenen -ikinci bölümdeki- tartışmaları, çağdaşı çok sayıda eserde daha derin ve teferruatlı bir biçimde işlense dahi, ritüeller romanında bu tartışmalar beklenmedik şekilde yerini yoga, zen, yer minderleri ve çay seramonileri gibi gündelik pratikler üzerine şekillenen çok daha uzak bir coğrafyanın farklı bir varoluşçu anlayışına -hiç bir karmaşaya yer bırakmayacak denli takdire şayan bir ustalıkla- bırakıyor. roman, fikirsel altyapısındaki bu ani değişimi, hikayenin mozaiğini bozmadan başarmasıyla eşine az rastlanacak bir tat bırakıyor okurda ki zaten bu geçişin yaşandığı üçüncü bölümün girişinde yazar; romanın baş kahramanı inni'nin yaşantısındaki mevcut değişime yaşadığı şehri de dahil ederek, "amsterdam'ın konumunu değiştirip asya'ya yakınlaşmaya başladığı" uyarısında bulunur. burada uyarıdan kastım tabii ki japon geleneklerine/felsefesine doğru yaşanacak kayıştır, bunun yanı sıra bu ikaz, amsterdam'ın romana ve karakterlere ne denli uyum sağladığını göstermesi açısından değerlendirildiğinde şahane bir ifade olarak karşımıza çıkar.

    "... son yıllarda, yıkılmak üzere olan bir kalenin görüntüsünü alan amsterdam, ışıl ışıl parlıyordu şimdi. ışık rokin kanalı'nın suyunda dans ediyordu. spui'ye saptı; gözüne az uzakta, beguinage'ın önündeki ağaçlarda titreşen uçuk yeşili parıltı çarptı..."

    cees nooteboom, ritüeller, çev.püren özgören, can yayınları, 2001, s. 127

    budapeşte:

    katalin sokağı, (bkz: katalin utca) magda szabo: tuna nehrinin bir yakasını eski budin kenti diğer yakasını ise eski peşte kenti oluşturur. istanbul gibi iki yakası da bir su yatağı ile bölünmüş bir kenttir budapeşte. bu kent ve macar edebiyatı mevzu bahis olduğunda akla gelen ilk yazar hiç kuşkusuz magda szabo oluyor. katalin sokağı, emile zola'nın rougon-macquart serisi, mann'in buddenbrooklar, orhan pamuk'un cevdet bey ve oğulları romanına benzer şekilde budapeşte'nin romana da adını veren katalin sokağı'nda bitişik üç evde ikamet eden üç farklı ailenin 1937 yılından başlayıp on yıllarca sürecek serüvenini anlatır, ancak teknik olarak geleneksel çizgilerin epey dışında -daha çok william faulkner'ın romancılık tekniğini andıran- bir anlatım sunar. yer yer hem gözlemci, hem de romanın dört ana karakterinden herhangi birinin anlatıcılığında, herhangi birinin zihnine girdiğimiz, çoğulcu bakış açısının olduğu bir anlatım tekniği uygulanmıştır. ikinci dünya savaşı, nazizm ve arkasında bıraktığı trajedi romanın tüm kahramanlarının yaşamlarını altüst ederken, yaşanan kopmalar, ihanetler ve kırgınlıklar genelde bu dönemde gerçekleşmiş veya bu dönemin ürünüdür. almanlar geri çekildikten sonra yeni kurulan komünist rejim ve arkasından yaşanan 1956 macar ayaklanması her üç ailenin fertlerini de neredeyse tanınmaz hale getirir. aradan geçen 20 yıl gibi aslında kısa gibi görünen zaman diliminde macar halkının yaşadığı 5 yıllık uzun bir savaş ve bunun arkasından yaşanan toplu tutuklamalar ve başarısızlıkla sonuçlanan ayaklanmanın yarattığı yorgunluk roman karakterlerinin kişiliklerinde bunun yanı sıra ana hikayenin yanı sıra romanın başlangıcında katalyn sokağı'ndaki karakterlerin evlerine ve yaşamlarına dair nostaljik denilebilecek bolca tasvir de vardır.

    eserden budapeşte'ye dair romandan ufak bir alıntı:

    "...ağaçların arasından tuna nehri görünüyordu. sokakta karşısına çıkıveren bu evler onun o zamana kadar gördüğü evlerden çok farklıydı. ince, uzun ve gizemli bir şekilde kapalı olan bu evler tarihi eser olarak kabul edilen evlerdi ve bir taraftan da kale surlarına dayanıyorlardı. onların ne tür evler olduğunu o yaşta henüz kavrayamamıştı. ama çok hoşuna gittikklerini bugün gibi hatırlıyordu. bir masal dünyası evleri gibiydilersokağın en sonunda küçük bir binaya benzeyen bir şey vardı. bunun ne olduğu hakkındaysa en küçük bir fikri bile yoktu. o tarihe kadar yaşadığı şehirde, avrupa'da kullanılan sıradan bir kuyu bile görmemişti, türkler zamanından kalan bir kuyuyu nereden tanıyabilirdi?.."

    magda szabo,katalin sokağı, çev: tarık demirkan,yapı kredi yayınları, 2016, s. 49

    pamplona:

    güneş de doğar, (bkz: the sun also rises) ernest hemingway: hemingway'in ilk romanı olduğundan ihtiyar adam ve deniz gibi büyük yapıtlarıyla kıyaslamak abes olur lakin yine de paris'ten hareketle başlayıp, pamplona'daki olağanüstü şenlikle devam eden, -ki hem romanın en uzun bölümünün geçtiği şehir, hem de benim bir romanda soluduğum en hoş şenlik havasına sahip kısımdır- belki yeryüzündeki en muhteşem tatil beldesi olarak tanıtılmasının abartı olarak düşünülemeyeceği san sebastian kumsallarından, madrid'de çıkılacak bir şehir turunun arefesinde sona eren şahane bir ispanya seyehati yakıştırması rahatlıkla yapabiliriz eser için. romanın pamplona'da geçen kısmı için -en uzun kısımdır-
    okuduğum en hoş şenlik atmosferi yorumunda bulunmuştum fakat eksik bularak şunu da eklemek istiyorum, boğa güreşi ve matadorluğun inceliklerine dair bir romanda yazılmış belki de en detaylı anlatım yine bu kısımdadır. ayrıca hemingway'in de bir boğa güreşi meraklısı olduğu notunu da düşeyim. konusuna biraz değinecek olursak, orta yaşlarında güzel bir kadın ve romanın hemen hemen her sayfasında akşamdan kalma olan -matadoru da dahil edersek- dört erkek etrafında şekilleniyor. romanda yalnız tek bir kadın karakter ve dört erkek oluşundan dolayı, pek tabiidir ki, sayfalar arasında ilerlerken hayal kırıklıkları, kıskançlıklar, yalnızlıklar ve kavgalar da birbiri arkasına geliyor. bunun yanı sıra hemingway'in romanlarına dahil etmeyi ihmal etmediği kişisel merakları ve balık tutmak gibi hobileri de cabası. aslında hemingway'in yukarıda da belirttiğim gibi 1926'da yazdığı ilk romanı oluşundan ötürü beklentilerin düşük tutulması yanlış olur. okumaya başlamadan önce ilk romanı olduğundan ben de habersizdim hatta romanda sıklıkla karakterlerin ağzından dökülen savaşı ikinci dünya savaşı'yla örtüştürüyordum. (birinci dünya savaşı'ymış) bir de heminway'in betimleme ustası olduğunu da eklersek ortaya festival havasında geçen önemli bir eser çıkıyor.

    eserden pamplona'ya dair romandan bir alıntı:

    "... pamplona'da bundan sonraki iki gün, başka kavga çıkmadan sakin geçti. kent, şenlik için hazırlanıyordu. şenliğin başlayacağı sabah, boğalar ağıllarından salınıverip de koşarak arenaya gidecekleri zaman geçecekleri yola açılan ara sokakları kapıyordu işçiler. işçiler, kalasları yerleştirebilmek için delikler açıyorlardı; kalaslar her zamanki yerlerine iyice otursun diye numaralanmıştı. kentin ötesindeki yaylada, arena görevlileri, arenanın arkasındaki güneşten pişerek sertleşmiş toprakta bacaklarını sımsıkı tutup koşturarak pikadorların atlarına alıştırma yaptırıyorlardı. arenanın büyük kapısı açıktı ve içerideki oturulacak yerler süpürülüyordu. arenanın toprağından silindir geçirilip, yer ıslatılıyor; marangozlar ilk sıradaki oturulacak yerlerin çürümüş yada çatlamış tahtalarının yerine yenilerini koyuyorlardı. düzgün, ezilmiş kumların yanında durup da bomboş oturma yerlerine bakıldığında, locaları süpüren yaşlı kadınlar görünüyordu..."

    ernest hemingway, güneşde doğar, bilgi yayınları, 2016, s. 140

    lizbon:

    requiem, bir sanrı/antonio tabucchi: düşlerin, yöresel yemeklerin ve -kitabın adından da anlaşılacağı üzere- sanrıların efendisi tabirini en çok hakeden yazarlardan birisidir tabucchi, bunun yanısıra büyük bir gezgin ve bir o kadar da büyük bir avrupa aşığıdır. tabucchi romanlarında olağanüstü bir olayın yaşanması -requiem romanında olduğu gibi beklenmedik şekilde mezarında yatan bir ölünün dillenip konuşmaya başlaması, gece vakti lizbon sokaklarını arşınlayan bir masal tüccarının bir anda hikayeye dahil olmasına benzer şekilde- düş ve gerçek, yaşam ve ölüm arasındaki duvarın yıkılması, hiç şüphesiz, tabucchi'nin içerisinde hayaletlerin cirit attığı dolambaçlı bilinçaltının birer meyvesidir. requiem romanının geçtiği lizbon kentinde tabucchi'nin istediği kadar karakter vardır, ki zaten pek çoğunun ismini bilmeyiz, yalnızca masal tüccarı, fener bekçisinin karısı, eski eserler müzesinin barmeni gibi icra ettikleri tuhaf meslekleri aracılığıyla karşımıza çıkarlar. roman öylesine gerçeklik algısından uzaktır ki baş karakterin ölü mü yoksa gerçek bir insan mı yorumunda bulunmak dahi olanaksızdır, ancak net olan bir şey varsa, o da şudur ki romanın ilk cümlesinde kavurucu sıcak altında bekleyen kahramanın "düşündüm, demek bu herif artık gelmeyecek..." çıkarımında bulunduğu yazar, requiem romanı yayımlanmadan 56 yıl önce vefat etmiş, lizbon'un yetiştirdiği büyük edebiyat devi fernando pessoa'dan başkası değildir.

    "....büyük merdiveni tırmanınca çeşmesi, camlı pencere boşluğu ve ayinlerdeki gibi kırmızı ampullerle aydınlatılmış lizbon'a özgü mermer sütunlarıyla bir mağrip avlusuna çıktım. saçma güzellikte bir yerdi, işte ancak o zaman isabel'e neden orada randevu verdiğimi anladım: çünkü saçma bir yerdi.biraz ilerleyince en dipte küçük masalar ve ingiliz kulüplerindeki gibi tahta çubuklara geçirilmiş gazetelerle bezenmiş bir okuma salonu olduğunu farkettim. ama salonda kimse yoktu..."

    antonio tabucchi,requiem,çev.münir h. göle, 1994, s. 81

    istanbul:

    kara kitap, orhan pamuk: romanı okumuş olanlar eserin birincı kısmının ikinci bölümünde, istanbul boğazı'na dair kurgulanan, (okumayanlar için spoiler vermemek adına bölümün adını dahi belirtmek istemiyorum) heyulalarla dolu, rant canavarı müteahhitlerin yağmalamak için devasa bir araziye kavuştuğu, bilhassa kız kulesinin konumu itibarıyla yarattığı ürpertili gösterişi ve daha nice olağanüstü imgelemin, benzersiz bir hayal gücünün kaleminden çıktığı aşikar olan, zehirli gazların kıyılarını esir aldığı alışılmadık, zifiri karanlık istanbul manzarasının fazlasıyla yetip de artacağı kanaatindeyim istanbul'a dair yazılmış en iyi romanların arasında gösterilmesi için. şayet orhan pamuk'un benim adım kırmızı, kar, yeni hayat romanlarının politikadan sanata, hayattan ölüme hatta cinayete kadar değindiği, bakış açısını sunduğu -kara kitap'a görece karamsarlıktan uzak, daha tospembe şekilde- ele aldığı her ne varsa, demans manzaraları eşliğinde kara kitap'ın sayfaları arasına toplanmış denebilir eser için. türk edebiyatı'nda istanbul'a, sokaklarına, caddelerine dair nostalji tasviri içeren sayısız roman vardır ki ben "kara kitap"'ta karar kılmadan önce tanpınar'ın huzur romanı ve son dönem romanlardan ahmet ümit'in istanbul hatırası arasında gidip geldiğimi ve açıkçası cumhuriyet öncesi yazılmış eserleri, günümüzden çok fazla uzaklaşmamak adına değerlendirmeye almadığımı da belirtmek isterim. tanpınar'ın huzur romanı veya ahmet ümit'in istanbul hatırası romanları şehirle özdeşleşmeye birebir müsait romanlar olsalar da, istanbul'un ruhuna dair anlatılacak ne varsa kara kitap'ın sayfaları arasında fazlasıyla mevcut olduğunu düşünüyorum. eserin, orhan pamuk'un deyişiyle, 1985 yılında başlanıp 1990'da erenköy'de sonlanan, tam beş yıla mal olan yazım süreci de bunları kanıtlamaya fazlasıyla yetecektir.

    eserden istanbul'a dair bir alıntı:

    "... uzun yolculuk sırasında galip, istanbul'u değil bambaşka bir şehri gördüğü duygusuna kapıldı. gümüşsuyu yokuşu'nun dolmabahçe'ye ulaştığı yerde, üç belediye otobüsü birbirine bindirmiş, çevrelerini bir kalabalık sarmıştı. dolmuş ve otobüs durakları bomboştu. şehrin üzerine kar, bir tür eziklik duygusu gibi inmiş, lambalar daha solmuş, geceleri şehri şehir yapan hareket durmuş, kapıları kapalı, kaldırımları boş bir ortaçağ gecesi geri gelmişti. cami kubbelerinin, ardiyelerin, gecekonduların üzerinde kar, beyaz değil, maviydi. aksaray civarında mor dudaklı, mavi suratlı orospuları, surların önünde tahta merdivenle kayan gençleri, garajların çıkışında yolcuları korkulu gözlerle bakan otobüsleri denetleyen polis arabalarının mavi lambalarını gördüler. ihtiyar şoför, haliç'in donduğu uzak ve inanılmaz bir kışa ilişkin uzak ve inanılmaz bir hikaye anlattı..."

    orhan pamuk, kara kitap, yapı kredi yayınları,2015, s. 126

    saraybosna:

    kuşatma hali, (bkz: el sitio de los sitios) juan goytisolo: çok yakın bir tarihte kaybettiğimiz, yaşamı boyunca kendini hiç bir ulusa ait hissetmemiş ve eserlerine de bunu aksettirmiş, yarı şark yarı da garp yolcusu milletler, aidiyetler üstü bir yazardır goytisolo. onun bu aidiyetsizliğinin arka planında, ispanya iç savaşı'nda annesini kaybetmesinin ardından ülkesine olan inancını kaybedişi ve franco rejiminin baskıları sebebiyle ülkelerinden ayrılmak zorunda kalan picasso, bunuel (bkz: luis bunuel) gibi çağdaşlarıyla aynı akıbeti paylaşmak zorunda oluşu yatar. 1990'lı yılların ortlarında yolu saraybosna'ya da düşmüş ve bosna savaşı'nın üzerinde yarattığı trajedi ona saraybosna anıları ve kuşatma hali romanını yazdırmıştır. (birebir yaşadığı bosna savaşı'na dair bir yazısında "... hiç kimse saraybosna cehennemine girip de sağ salim çıkamaz... bosna trajedisi insan denen canavarın taşıyabilmesi mümkün olan tüm iğrençliğini tanımak için benzersiz bir yol.) kuşatma hali'nin olay örgüsü her ne kadar çatışma alanından ansızın ardında yalnız şiirler ve yaşadıklarını kağıda döktüğü yazılarını bırakan bir askerin(?) kaybolan cesedini aramak, yaşamına dair sır perdesini ortadan kaldırmak üzerine kurulu olsa da, eserinin belli yerlerinde yazar, saraybosna şehrinin uğradığı kuşatma ile paris şehrini de -kentte yaşayan mülteciler yoluyla- soyut bir kuşatmaya tabii tutar ve iki kuşatma arasında da paralellik kurar ki bu özünde kaleminin evrenselliği ile "kuşatma" halinin evrenselliğidir.

    eserden saraybosna'ya dai bir alıntı:

    "... penceredeki yarı saydam naylon onu dış dünyadan kopartıyordu. oraya doğru yaklaştı ve deliği keşfetti. bir gözünü uydurduğu delikten keskin nişancılar caddesi'nden eski ticaret merkezi'nin top mermileriyle delik deşik olmuş binalarına uzanan bütün bir alanı görebiliyordu. ışık, sisten ötürü yer yer cılız kalsa da saraybosna'nın işkenceden kasılmış yüzündeki peçeyi ağır ağır kaldırıyordu..."

    juan gaytisolo, kuşatma hali, çev.alev er, can yayınları, 2002, s. 14-15

    cenevre:

    on bir dakika, (bkz: once minutos) paulo coelho: her zamanki kalburüstü kurgulama tekniği -tekrarlar yer yer okurun gözüne batıyor olsa da- ve aforizma yüklü -pek çoğu ilişkiler ve cinselliğe dair- coelho romanı. sürükleyiciliği ve kendine has derinliğinin, simyacı, veronica ölmek istiyor gibi romanlarının yanında oldukça sönük kalışı; on bir dakika romanını coelho külliyatının en zayıf halkası yapmaya fazlasıyla yeter. (lakin başlıktan da anlaşılacağı gibi ele aldığımız konu eserin yetkinliğinden ziyade içerdiği şehir tasviri) konu itibarıyla 23 yaşında kendini geç yaşta keşfetmiş genç bir kızın, brezilya'dan -tanıştığı kişiler vasıtasıyla- kalkıp, adını dahi hiç duymadığı hatta -romanda geçen bir ifadedir- bir kulüp adı sandığı isviçre'ye gidişi ve elit kesime hitap eden bir işletmede fahişelik yaptığı, bir yandan da ilişkiler, cinsellik, orgazm ve kadın bedeni gibi konularda kendini geliştirmesini anlatan bir kişisel gelişim romanı denebilir, lakin fahişeliğe başlayana kadar herhangi bir kitabı ucundan kıyısından tutmamış genç bir kızın, fahişeliğe başladıktan itibaren çok kısa bir sürede cinsellik konusunda magnum opus yazma evresine gelene kadarki süreci doldurulamamış ve fazla yüzeysel kalmış. gelgelelim coelho romanlarının inkar edilemez, kendine has bir sihri var, on bir dakika romanı da diğer tüm coelho romanları gibi; thomas mann, herman broch gibi hazmı zor yazarların romanları üzerine okunduğunda hoş bir soluklanmadan öteye geçememiştir benim için.

    eserden cenevre'ye dair tadımlık bir alıntı:

    "... bir köprüye kadar yürüdü, havaların tekrar soğumaya başlamış olmasına rağmen bir dondurma alıp cenevre'yi seyre daldı. bu sefer bütün gördükleri farklı geliyordu gözüne, sanki daha yeni gelmişti buraya, sanki müzeleri, tarihi yerleri, rağbet gören barları ve lokantaları keşfetmeye hazırlanıyordu..."

    paulo coelho, on bir dakika, çev.saadet özen, can yayınları, 2017, s. 214

    milano:

    bir aşk, (bkz: un amore) dino buzzati: dino buzzati daha çok tatar çölü romanı ile ön plana çıkmış bir yazar. ilgili eserin konusu; milano'da hayatını idame ettiren, ellisine merdiven dayamış, orta sınıf diyebileceğimiz antonio dorigo'nun, müdavimi olduğu randevuevinde tanıştığı yirmili yaşlarındaki fahişeye duyduğu saplantılı aşkının anlatıldığı, adından da anlaşılacağı üzere "bir aşk" romanı. yazarın daha kıyıda köşede kalmış romanları arasında yer alıyor olsa da can yayınları eren cendey'in özenli çevirisi ve oldukça farklı bir kapak tasarımıyla 2016'da ilk baskısını gerçekleştirmişti. romanın tatar çölü ile mukayesesi abes olur, lakin dorigo'nun yalnızca sadakat beklentisiyle tüm ruhunu teslim ettiği leida isimli fahişenin, son sayfalara kadar okurun yorumuna bıraktığı gizemli tavırlarının altından ne çıkacağı düşüncesinin -kız, gerçekten serbest bir yaratılışa mı sahip, yoksa gizli kapaklı fahişeliğe devam mı ediyor- yarattığı merak kitabın bir solukta okunuşunu mümkün kılıyor. sık sık tekrar eden olaylar (muhakkak antonio bu sefer kıza resti çekecektir, her buluşma öncesinde durmadan saatine bakar, kız yine bir saat geç kalmıştır, bekler, bekler, bekler... ve bir dizi benzer iç monolog daha! -"geldiğinde bu sefer şunu söyleyeceğim, bu sefer kesin"-) romandaki tempoyu düşürüyor ancak daha önce buzzati okuyanlar -bilhassa yazarın tatar çölü romanını- "e hadi artık!" dedirten, bu sonu gelmeyecekmiş gibi gözüken bekleyişlere karşı bir bağışıklığa muhakkak sahiptir, yazara henüz daha girizgah yapmamış olanlar için ise en ideal başlangıcın halen -yazarın büyük ses getiren romanı- tatar çölü olduğu kanaatindeyim. ayrıca buzzati'nin romanlarının kendine has bir üslubu olduğu düşüncesini taşıyorum: geçmek bilmeyen zaman, gerçekleşmesi meçhul olan kuru bir beklenti, iç monologlar, iç monologlar...

    eserden milano'ya dair bir alıntı:

    "...şimdi şehir gerçekten uyuyor, uyku yüz binlerce odadan sızıyor duvarlardan aşağı akıyor ıssız sokakları görünmez bir kefen gibi örtüyor, kaldırımlar boyunca bitmek bilmeyen sıralar halinde hareketsiz yatan yorgun otomobillerin içine giriyor, adeta kabaran bir deniz gibi milano'yu bir baştan ötekine usul usul mayalıyor ve zenginle yoksulun, fahişeyle rahibenin, atletle kanser hastasının soluğunu tek bir nefeste harmanlıyor. sadece o, antonio uyanık ve ruhun o bir tutam huzurunun tadını çıkarıyor..."

    dino buzzati, bir aşk, çev.eren cendey, can yayınları, 2016, s. 274

    glasgow:

    zavallılar, (bkz: poor things) alasdair gray: hem şahane bir modern frankenstein parodisi, hem de bir o kadar şahane ve harikulade bir glasgow şehri el kitabı. (glasgow'da yetişen mucitler, yazarlar ve diğer çok yönlü şehir anlatımıyla sıradan bir el kitabından fazlasıdır notunu düşmek de gerekiyor.) yazar alasdair gray, lanark romanıyla tanınmış, yazar kimliğinin yanı sıra ressam yanını da romanlarında sık sık ön plana çıkarmış bir isim. zavallılar da konu itibarıyla; bir kadavra görevlisinin (ki kendisi de frankenstein gibi bir yaratılışa sahiptir) karnında bebeğiyle intihar eden -sonradan bella ismini verdiği- bir kadının beyni ile, bebeğinin beynini cerrahi bir operasyonla değiştiriyor ve kadının dirilmesi ve karnındaki bebeğinin beyniyle yeni bir dünyaya adım atmasını konu alıyor. tabii ameliyat esnasında fetüs çıkarılmıştır ve kadının geçmişine dair hiç bir bilgisi yoktur, tek bildiği bir travma sonucu belleğinin silindiğidir. bir süre işlemi gerçekleştiren kadavra görevlisi baxter'ın yanında hayatına devam eder lakin kısa zamanda -romanın anlatıcısı da olan- baxter'ın yakın arkadaşına aşık olur, ters köşe yaparak şehirdeki başka bir adamla avrupa'ya yelken açar. (mary shelly'nin orijinal frankenstein romanında olduğu gibi) avrupa seyehati boyunca hayata, dünyaya, işsizliğe, özgürlüğe, sosyalizme dair pek çok konuda birlikte olduğu erkeklerden fikirler edinir ve glasgow'a döndüğünde kendini bir nevi insanlığın yararına adayan bir kadın olma mücadelesine girer, lakin geçmişindeki "meçhul" hayatı peşini bırakmaycaktır. roman bittikten sonra yaklaşık 50 sayfalık "eleştirel ve tarihsel notlar" kısmı okura merhaba diyor. bu kısımda romanın geçtiği glasgow şehrinin tarihi mekanlarının fotoğraflar eşliğinde anlatıldığı, çember şeklinde kroki şeklinde çizimlerle de romandaki önemli olayların geçtiği noktalar okura sunuluyor. sel yayıncılık'tan basımı geçekleşen süha sertabiboğlu çevirisi de -ufak tefek pürüzler haricinde- ayrıca kutlamayı hakediyor.

    eserden glasgow'a dair alıntı:

    "... iki hafta süren sıcak, sakin ve bulutsuz bir yaz havası glasgow'u çok iğrenç bir hale getirmişti. yıkayıp indirecek hiçbir yağmurun yahut esip götürcek hiç bir esintinin olmadığı fabrika dumanları ve gazları vadiyi çevredeki dağların yüksekliğine kadar dolduran bir sis halinde duruyor, bu tozlu sis her şeyi, gökyüzünü bile gri bir tabakayla kaplıyor ve gözkapaklarının altında diken gibi batıyor ve burun içinde kabuklar oluşturuyordu. ev içlerinin havası daha temizdi sanki, ama bir akşam biraz hareket etme gereksinimi duyarak kelvin nehri kıyısındaki kasvetli bir alanda yürüyüşe çıktım. bir noktada karşıma çıkan su bendinde, nehirdeki bir kağıt fabrikasından gelen atıklar her biri birer kadın başlığı büyüklüğünde ve biçiminde ve birbirinden opak bir kir tabakasıyla kaplı bir yarıkla ayrılan pis yeşil köpük yığınları halinde birikmişti. görüntüsü ve pis kokusu kimyasal bir imbik haznesinin içeriğine benzeyen bu madde west end parkı'nın içinden akan nehrin üzerini tamamen örterek suyu görünmez hale getirmişti. bu nehrin patrick'le govan arasında, yağlarla kirlenmiş clyde nehriyle birleştiği yerdeki karışımı gözümün önüne getirdim ve insanlar suya pisleyen tek kara hayvanı mı diye düşündüm..."

    alasdair gray, zavallılar, çev.süha sertabiboğlu, sel yayınları, 2012, s. 62

    kiev (ve moskova)

    kiev, mihail bulgakov: kiev öyküsü (veya güzellemesi), bulgakov'un kol manşetinden notlar adı altında yayımlanan toplu öykülerinin bulunduğu derlemede yer almaktadır. kiev öyküsü de dahil olmak üzere, kol manşetinden notlar derlemesinde yer alan tüm öyküler bolşevik devrimi sonrası rusya'nın toplumsal hayatında yaşanan dönüşüm ve çatışmaları, ağırlıklı moskova şehrini merkezine alarak, bunun yanı sıra yazarın doğduğu kiev hatta tiflis, smolensk dolaylarına kadar uzanan rusya'nın hakimiyet sahasındaki bölgeleri, bulgakov'un gözlemci kaleminin ustalığıyla işleyen dönemin rusya'sına dair birinci elden başvuru kaynağı. yine hemen hemen kitapta yer alan tüm öykülerde bulgakov'un "berlin'e benzemez moskova... zordur moskova gibi başkent bulmak" benzeri övgüleri, yerden bir toz kalksa "moskova'm homurdanıyor..." ürpertisiyle derlemede yer alan şehirleri nefes alan, yakın bir arkadaşı gibi görüşü hatta moskova'yı sevgilisi/karısı yerine koyduğu düşüncesi uyandırmıştı bende, lakin bu düşüncem "kiev" öyküsünü okuduktan sonra "moskova'nın olsa olsa metresi" olabileceği düşüncesiyle yer değiştirdi diyebilirim.

    eserden kiev'e dair bir alıntı:

    "....güzel kent, mutlu kent. dinyeper boyunda, yeşil kestane ağaçlarının içinde, güneş ışığının altında. şimdi fırtınalı yıllardan sonra yorgun düşmüş. huzurlu. ama yeni bir yaşamın kıpırtısını duyuyorum. yeni baştan kuruyorlar o kenti, sokakları tekrar canlanıyor, gogol'ün sevdiği nehrin kıyısında yükseliyor, tekrar yüceliyor kent..."

    mihail bulgakov, kol manşetinde notlar, çev.ergin altay, can yayınları, 2015, s. 216

    kopenhag:

    yıldızları saymak, (bkz: number the stars) lois lowry: amerikalı yazar lois lowry, nazi işgali döneminde danimarka halkının yaşadığı zorlukları ve bu zorluklara karşı geliştrdikleri pratik yöntemleri ilk ağızdan dinlemek için kopenhag'da, romanın da geçtiği mahallenin sokaklarında yürümüş, eski danimarkalı direnişçileri dinlemiş, yine direniş liderleriyle alakalı yazılar okumuş, adeta kopenhag'ı milim milim arşınlayarak keşif gezisinde bulunmuş ve bu küçük ülkenin insanlarının binbir zorlukla birbirlerine kenetlenip alman işgaline karşı cesaret ve sadakatle sürdürdükleri direnişe dair edindiği izlenimleri bu harikula romanın sayfalarına ilmik ilmik işlemiştir. kesinlikle bu incecik romanın sayfalarında -ki roman ağırlıklı olarak işgal tramvasının küçük çocuklar üzerinde yarattığı tahribatı ön plana çıkarır- nazi zulmüne karşı gerçekleştirilen başkaldırışa dair yazılması gerekli olan ne varsa, propaganda sosuna bulanmış kurgudan ziyade, gerçeklere odaklanmayı tercih eden anlatımıyla; geceleri kardeşleriyle sıcacık yatağında yatan bir kız çocuğundan, yahudi komşularına yardım için kopenhag kırsalında zihnindeki korkuyu "kırmızı başlıklı kız" masalını mırıldanarak dağıtmaya çalışan, sağduyulu, kendini feda etmeye hazır, idealist bir direnişçi portresi ortaya çıkarıyor. arakadaş yayınları lois lowry'nin eserlerinin seri halinde basımını gerçekleştiriyor, yıldızları saymak romanının çevirisini gerçekleştiren mütercim fulya yavuz'un çevirisi de hemen hemen noksansız ve gayet başarılı.

    eserden kopenhag'a dair bir alıntı:

    "... ışıkla uyandı. aslında henüz sabah olmamıştı. bu ışık yavaş yavaş söken şafağın ilk habercisiydi: çayırlığın başındaki soluk bir pırıltı, uzaklarda bir yerlerde, isveç'in hala uykuda olduğu doğuda, sabahın yaklaştığının belirtisiydi. şafak isveç toprakları üzerinden ve kıyı boyunca yavaş yavaş ilerleyecekti; ardından küçük şehrimiz kopenhag'ı aydınlatacak, sonra da norveç'i uyandırmak için kuzey denizi boyunca süzülecekti..."

    lois lowry, yıldızları saymak, çev.fulya yavuz, arkadaş yayınevi, 2015, s. 94

    sankt peterburg:

    beyaz geceler/bir hayalperestin anılarından, (bkz: belıye noçi) fyodor mihailoviç dostoyevski: sankt petersburg şehri, bir kara gücü olan romanov hanedanı dönemi çarlık rusya'sının rotterdam ve amsterdam benzeri bir liman şehri ve deniz üssüne sahip olması gayesiyle 18. yüzyılın ilk yıllarında kurulmaya başlanmış, 1715 yılından itibaren ise yıkılışına kadar çarlık rusya'sına başkentlik yapmıştır. 19. yüzyıla gelindiğinde çaykovski en ünlü bestelerini petersburg 'da sahneye koymuş, puşkin genç yaşta ölümüne sebep olacak düelloya bu şehirde girişmiş, velhasıl bu yönüyle rus düşünce, müzik, edebiyat tarihinin zirve isimlerinin neredeyse tümüne ev sahipliği yapmış bir şehirdir sankt peterburg, bunun yanı sıra istisnasız tüm dostoyevski romanlarının -ve novella'larının pek çoğunun- olay örgüsüne ev sahipliği yapan veya satırlarında adının muhakkak zikredildiği şehirlerden biridir. bu çalışmada belirttiğimiz, romana adını veren beyaz geceler, mayıs ayının ortasından temmuz ayının sonuna dek, gecelerin kısık bir aydınlıkta geçtiği zaman aralığında sankt petersburg'un görünümünü çağrıştıran bir benzetme. roman, dostoyevski'nin ilk dönem eserlerinden olması hasebiyle -bilhassa karakterlerin antik yunan destanlarını andırır şekilde uzun uzadıya hayatlarını anlatışı- geleneksel bir roman denebilecekken, anlatış tekniğine baktığımızda ortaya çok daha farklı bir metin çıkıyor. ayrıca yeri gelmişken romanın en popüler sinema uyarlaması 1957 tarihli luchino visconti yönetmenliğinde yapılan uyarlama olduğunu belirteyim. her ne kadar filmi zayıf bulsam da -bilhassa visconti filmografisini topluca düşündüğümüzde- öyküyü rusça aslından alıp italyanca filme uyarlamak yada mütercim sabri gürses'in romanın ön sözünde özet olarak değindiği gibi "romanın geçtiği sankt petersbrg şehri yerine başka bir şehri yerleştirmek, örneğin tebriz veya delhi, romanın evrenselliğinden, modern edebiyatın temel metinlerinden biri olma özelliğine" kesinlikle gölge düşürmüyor, hatta tüm bu yönlerini hakedişini pekiştiriyor diyebiliriz. sankt petersburg ile özdeşleşen, şehrin -venedik timsali- içinden geçmekte olan neva nehrinin kolları da yine pek çok dostoyevski eserinden aşina olduğumuz üzere beyaz geceler'in dokunaklı anlatısında gogol ve puşkin isimleri gibi rus romantizminin vazgeçilmez birlikteliğini sunuyor.

    eserden sankt petersburg şehrine dair bir alıntı:

    "... petersburg'da oldukça tuhaf köşeler vardır. bu yerleri sanki bütün petersburg insanlarını aydınlatan güneş değil de, özellikle bu köşeler için ısmarlanmış ve her şeyi farklı, kendine özgü bir ışıkla aydınlatan başka, yeni bir güneş aydınlatmaktadır. bu köşelerde, sevgili nastenka, sanki bambaşka bir hayat yaşanır, yakınımızda yaşanana benzemeyen, bizde, bizim ciddi, çok ciddi, çok ciddi zamanımızda değil de, bir varmış bir yokmuşlarda olabilecek türden bir yaşam. işte bu yaşam bütünüyle fantastik, ateşli bir biçimde ideal ve bununla birlikte (maalesef, nastenka!) inanılmaz ölçüde bayağı demeyelim de soluk, kuru ve sıradan olan bir şeyin karışımıdır... bu köşelerde tuhaf insanların, hayalperestlerin yaşadığını duyacaksınız..."

    fyodor dostoyevski, beyaz geceler, çev. sabri gürses, can yayınları, 2016, s. 44

    aylardır üzerinde çalıştığım, kafamda olan bir projeydi. benzer şekilde tüm kıtaları kapsayan bir çalışma üzerinde de düşünmekteyim.

  • "öss'ye 6 kere girip her seferinde istediğim yerin kıl payı kaçması suretiyle hayatımın en kıymetli 6 yılının hiç olmasında emeği geçenlere hakkım zehir zıkkım olsun." dedirten hattır.

  • mevcut bütçe açığı seviyelerinde döviz talebini kısıtlaması mümkün olmadığından dolayı uzun vadede bir şey değiştirmesi mümkün olmayan müdahaledir.

    gelin size olayı en başından anlatayım. başlamadan önce de, şu resmi açmanızı öneririm.

    para ve maliye olmak üzere iki alt politikadan oluşan ekonomi politikasının anlamlı olabilmesi için bir uyum içerisinde olması şarttır. bizdeki durum ise maalesef sıkı para, gevşek maliye politikasının enflasyon üreterek sonunda maliye politikasının kendisi gibi para politikasını gevşekleştirmesinden ibarettir.

    şimdi fotoğrafı tekrar inceleyelim. ekonomide temel olarak 3 aktör vardır ki bunlar halk yani biz, şirketler ve bankalardır. para sürekli bunlar arasında el değiştirir. eğer bu değişim çok hızlı olursa paranın dolaşım hızı yüksek demektir, yavaş olursa yavaş demektir.

    ekonomi politikasının uygulayıcılarından olan devlet vergilerle bu para havuzundan para çeker. bu vergiler iki türlüdür, dolaylı vergiler ve direkt vergiler. devlet aynı zamanda aldığı parayı ise bu para havuzuna memur maaşları, yatırım harcamaları olarak direkt ve vergi afları olarak dolaylı bir şekilde eklemektedir.

    bütçe açığı oluşması durumunda ise bu, devlet buraya aldığından çok daha fazla para aktarmış demektir. yani bu durumda devletin bütçe açığı paranın dolaşım hızını artırıcı etki yapar. bütçe açığı sıfıra yakınsa devletin bir katkısı yok demektir, bütçe fazlası varsa paranın dolaşım hızı yavaşlamış demektir.

    paranın dolaşım hızının yavaşlaması iyi bir şey değildir. çünkü bu durumda ekonomik aktiviteler yavaşlıyor demektir, bu da genç nüfusu sürekli artan bir ülkeye işsizlik olarak geri döner. devletin müdahalesi kabaca bu şekildedir.

    merkez bankası ise kantarın diğer kefesidir. elinde temel olarak iki araç vardır. birincisi faizlerdir. merkez bankası bankaları bu faizle, birkaç alt kalem üzerinden, ki bunlar haftalık repo, gecelik repo ve glp’dir, fonlar. bunların ortalamasına ortalama fonlama faizi denir.

    bu faiz de paranın dolaşım hızını etkiler ve bir alt limittir piyasa için. banka bu faizi taban alıp, kredi verir, kredi harcanır ve harcanırken birisi bu parayı kazanıp tasarruf etmek ister bankaya yatırır, banka tasarruf sahibine mevduat eğer yabancı paraya tevdi edilmişse tevdiat faizi öder. paranın dolaşırken finansal sisteme her giriş çıkışında gerek stopaj, bsmv vs. vergi yükünden olsun, gerek finans sektörü çalışanlarının maaşından olsun, gerekse finansal kurumların kar hedeflerinden olsun, faiz yükselir. paranın piyasaya giriş fiyatı dediğimiz tcmb ortalama fonlama faizi bu unsurlar nedeniyle durmadan yükselir.

    eğer faizler ciddi bir şekilde artırılırsa, paranın dolaşım hızı düşer. çünkü parası olan parasını fotoğraftaki içerideki döngüde orayı dolaştırmak yerine dışarıdaki ticari ya da bireysel mevduat kalemlerine aktarır. piyasadaki para dolaşmak yerine mevduata yöneldikçe de ister istemez paranın dolaşım hızı yavaşlayacaktır.

    bu temel olarak bütün dünya’da böyle işler, fakat türkiye, arjantin gibi gelişmekte olan ülkelerde biraz farklı işler.

    her devlet seçim öncesi ekonomik aktiviteyi yani paranın dolaşım hızını artırmak isteyecektir. burada artan dolaşım hızı bir enflasyon da yaratacaktır. gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki fark tam da buradadır. gelişmiş ülkelerde pdh’nın artırılması talep enflasyonu yaratırken, gelişmekte olan ülkelerde maliyet enflasyonu yaratır.

    çünkü gelişmekte olan ülkelerde üretim özellikle katma değeri yüksek üretim çok düşüktür. devlet açık verse de vermese de artan paranın dolaşım hızı bu ülkelerde yabancı paraya olan talebi artırır. yabancı dediğimiz de tabii ki dolardır. o ülkede dolara olan talep diyelim ki arttı, bu direkt kuru artırmaz dolar arzının ne olduğu da önemlidir. kapital döngü içinde dolar’ın patronu fed de paranın arzını azaltır yani faizini artırırsa o ülkenin döviz kuru çok hızlı bir şekilde artar.

    bu ülkelerde devlet vergilerini, katma değerli üretim yapılmadığı için tüketim üzerinden alır. yani devlet bütçesi de paranın dolaşım hızı yavaşladıkça giderlerini azaltmaktan vazgeçmezse bütçe açığında artışlara maruz kalır. bütçe denk bile olsa, bu ülkelerin kronik enflasyon sorunu olur. çünkü tüketim üzerinden ağırlıklı olarak alınan vergi geliri daha sonra devlet tarafından piyasaya geri verilir. vergi gelirlerinin ağırlıklı olarak tüketim üzerinden alınması ve bütçe açığı verilmesi, enflasyonu kronikleştirir. fed’den bağımsız bir gerçektir bu çünkü paranın katma değer üretmeden dolaşıp durduğunu gösterir.

    fed’in para bastığı (quantiative easing) dönemde bile türkiye’de senelik enflasyon 2012 senesi hariç %8’in altına düşmemiştir. bunun nedeni katma değersiz bir şekilde dolaşıp duran paradır. katma değersiz üretimde verilen bütçe açığı, paranın dolaşım hızının katma değersiz bir şekilde artması demektir ve bu da talep enflasyonu yaratır. türkiye bu vergi tabanıyla ne yaparsa yapsın, kronik olarak %7-8 arası bir enflasyonu buradan verir.

    pdh sistemine dışarıdan para girecekse, bu sizden bir faiz talep eder. bu faiz oranını daha geniş bir merkez bankası gibi düşünebilirsiniz. fed’den çıkarken faiz neyse onu taban alarak gideceği ülkenin finansal durumuna göre bir risk primi de ekleyerek o ülkenin finansal sistemine borsa veya sendikasyon kredileri adı altında bankalardan veya çok düşük bir oranda direkt şirketler üzerinden girer.

    geçmiş dönemde fed bırak dolara faiz vermeyi, sürekli amerikan tahvili alıp piyasaya dolar sürdü. böyle olunca da her ülkede olduğu gibi bizde de faizler çok düştü. dolayısıyla bizim pdh sistemimiz katma değer üretemediği için dolar’a ihtiyaç duyduğundan dolayı para da ucuzken pdh rahat rahat dönmüştü. şimdi ise maalesef bu para ucuza gelmiyor.

    şimdi günümüze gelelim. 2017 yılı başında devlet kgf adı altında bankalara dedi ki ben kefilim kredi ver. bankalar 240 milyar lira ek kredi verdi. bu para dolaşıma girip pdh’ı artırdı. artırdı artırmasına ama yapısal olarak ülkede hiçbir şey değişmediği için bu para haliyle yurtdışından dolar talep etti. tabii bu para da ucuza gelmiyor artık faiz istiyor. dolar talebi artınca doların fiyatı yükseliyor.

    bunu düşürmenin birkaç yolu var aslında. ilki mesela dolar satmak, merkez bankası direkt kendi rezervini de satabilir, dolaylı yoldan zorunlu karşılıklarla da oynayabilir ki bunu da iki şekilde yapar. düşük faiz verdiği tl zorunlu karşılıkların bir kısmının dolar üzerinden tutulmasına izin verir ki bu durumda bankalar bu kısmı dolar olarak tutup piyasada olarak tutar, kredi de verirse para pdh döngüsüne katılır.

    yani bu durum tl emisyonunu artırırken dolar emisyonunu düşürür. eğer izin verdiği oranı banka düşürürse, ki bugün yapılan budur, piyasadaki tl emisyonu düşer, dolar emisyonu ise artar. böylece hem tl’yi kısarak hem de piyasaya dolar sürerek dolar talebini kısmaya çalışır çünkü piyasadaki tl azalırsa talep edilebilecek dolar da azalır.

    azalır ama devlet bu şekilde bütçe açığı verirken azalmaz, azalamaz. o yüzden de bu müdahale hiçbir işe yaramaz. çünkü verilen bütçe açığı katma değersizce elde edilen, mesela akaryakıttan alınan ötv, ekonomik aktiviteler üzerinden veriliyor.

    tcmb bu hamleyle emisyonu 6-7 milyar lira azalttı evet peki hükümet ne yaptı? 12 milyon emekliye 2000 lira ikramiye vererek bütçeye 24 milyar lira yük bindirdi. bunu sadece bütçe açığı gibi de düşünmeyin. emeklilerimiz bu parayı bankaya yatırıp tasarruf etmeyecek muhtemelen harcayacaklar.

    bu para harcanınca, piyasada başkasına gidecek o da harcayacak, sonra öbürü de, sonra diğeri de. bunun paranın dolaşım hızına ciddi bir etkisi olacak. peki bizim yapısal sorunlarımız çözüldü mü? tabii ki hayır.

    bu durumda ne olacak, dolaşım hızı artan para daha çok dolara ihtiyaç duyacak, sen ben arabaya atlayıp daha çok yeri gezmek isteyeceğiz. 400 liralık benzin alacağız, bunun 150 lirası bize artan enerji ithalatı olarak kalan 250 lirası devlete vergi olarak gidecek. devlet bu vergiyi katma değer üretemeyen köprülere yatıracak. o köprüyü yapacak teknik birikimimiz olmadığı için japon firmaya tonla dolar ödeyerek köprü yaptıracak.

    yani artan döviz talebi, kurları yeniden baskılayacak. kısacası bütçe açığı vererek, hem de bu açığı katma değersiz bir ekonomide vererek pdh’ın hem düşmesine izin vermezsiniz, hem de döviz talep etmeden büyümesini imkansız kılarsınız. fed de beleş dolar salmazsa ortalığa, doları ucuza bulamaz kur kontrolünü kaybedersiniz.

    peki faiz neden etkili bir mekanizma? çünkü dolaylı ya da direkt döviz satmanın limiti var o da merkez bankanızın dolar rezervidir, ki direkt ihalede net rezerv, bugünkü gibi dolaylı satımlarda brüt rezervden yersiniz.

    fakat faizde limit sizsiniz. gelsin diye takla attığınız dolar yüksek faiz verirseniz koşa koşa gelecektir. fakat faiz dediğim gibi parayı içerideki döngüden çıkarıp, dışarıdaki döngüye sokar ve mevduata girer. ekonomik aktivite yani pdh azaldığı için bankaların kârı da azalır. ülkede tasarruf oranları yükselir, tcmb’nin döviz rezervi de ha keza yükselir.

    fakat faiz artırımının şiddeti önemlidir. yeterince yüksek olmayan faizi, bütçe açığı verdirerek hükümet işlevsiz kılar. çünkü gelişmekte olan ülkelerde zaten kronik enflasyon vardır, bunun üzerine bir de maliyet enflasyonu biner. hükümet için yani oy için önemli olan faiz değil pdh’tır. fakat artan pdh dolar talebini arttırır, çünkü verilen bütçe açığı katma değersiz bir şekilde piyasaya pompalanır. katma değersiz üretim yüzünden artan dolar talebi kuru zıplatır, üretim olmadığı için kur maliyet enflasyonu olarak geri döner.

    artık piyasadaki ortalama fonlama faizi enflasyonun gerisinde kalmıştır. yani, gevşek maliye politikası o kadar gevşektir ki sıkı para politikasını da kendine benzetip iyice gevşekleştirir. türkiye’de son 2 senede olan şey budur.

    maalesef, tcmb faiz artırımında o kadar ağırdır ki enflasyonu geriden takip edip piyasanın gerisinde kalır hale gelmiştir. devlet bütçesi zaten faiz dışı açık verir bir durumda, piyasadaki faizlere ekstra bir yük olmuş.

    yabancı yatırımcılar bunların hepsinin farkındalar. tcmb’nin bağımsızlığı artık sorgulanmıyor bile. bu da ülkenin risk primini artırıyor. %8 enflasyon varken %12 ile enflasyonun önüne geçebilirisiniz belki ama enflasyon %15’e fırlarsa 4 fazla verip %19’la önüne geçemezsiniz burada lineer değil üstel bir ilişki vardır. eğer şiddetli bir faiz artırımı yaparsanız, bütçe açığıyla bile pdh artıracak alan bırakmamış ve maliyeyi sıkı para politikası izlemeye zorlamış olursunuz. türkiye’de devlet mecbur kalmadıkça sıkı maliye politikası izlemez zira.

    özet: bu adımın kalıcı olarak işe yaraması için bütçe açığının düşük olması gerekirdi. bu yüzden 2 hafta sonra dolar’ın 4.5 olmayacağının bir garantisi yok. herkesin ağzına pelesenk olmuş olan yapısal reformlar işte bu yüzden çok önemlidir. eğer siz ekonomi politikalarıyla pdh artırdığınızda, ekonomik yapınız dolar talep eder bir hale gelmiyorsa, yani cari dengeniz iyiyse hatta cari fazlanız varsa hiçbir dış mihrak size ve ekonominize zarar veremez.

    seçimden sonra yapılması gereken üç şey var.

    1) enflasyonla mücadele için okkalı bir faiz artırımı

    2) popülist eylemlere son veren, para politikasıyla uyumlu sıkı bir maliye politikası

    3) mevcut pdh yapısı hızlandığında dahi dolar talebini artırmayacak/çok az artıracak bir ekonomik paradigma değişikliği sağlayacak yapısal reformlar.

    benden size tavsiye en sonuncusuna gelir idaresi başkanlığını bağımsızlaştırarak ve tam yetkilendirerek işe başlayabilirsiniz.

  • "uzlaşmacı bir tavırla memur olduğunu sabit bir gelire sahip olduğumu bu cezanın hem ağır hem de lüzumsuz olduğunu söyledim diğer polis cebinden çıkardığı telefonla beni videoya kaydetmeye başlayınca sinir krizi geçirdim"

    yalan.. yalan söylüyorsun. polis sana "bana ne öğretmensen" dedi, sen de ego patlaması yaşadığın için çığlık atmaya başladın. nasıl beni ciddiye almaz? ben akademisyenim, diye düşündün. çığlıklarından ürken polis de "başıma iş açacak" diye sonra seni çekmeye, kendini güvence altına almaya başladı.

    yalancının birisin.

  • hep mağdurdur...

    aşı maşı yok, çuvalladılar.
    250'şer 250'şer ölüyoruz.
    işsizlik feci hale geldi.
    çarşı pazar yanıyor.
    sanayi üretimi çöktü.
    esnaf battı.
    elektriğe suya habire zam.
    hacizde kuyruk var.
    yedieminler doldu taştı.
    merkez bankası tamtakır.
    döviz, gerilmiş fay hattı gibi.
    abd yaptırım uyguluyor.
    ab yaptırım uyguluyor.

    siz şimdi bu mevzuları boşverin, ilker başbuğ'la can ataklı bize darbe yapacak, sabahtan akşama kadar bunu konuşun diyorlar.

    ***
    sırf sarayda sekiz tane uçak varken, açlık sınırının altındaki asgari ücret bile emekliye verilen zammın yanında büyük kaldı.

    televizyon röportajında emekli yurttaşımız anlatıyor…

    “68 yaşındayım, muz bile alamıyorum, ayda bir defa et bile alamıyorum, düşünüyorum, bir pişmanlık hissediyorum, bir canımız var, o canımız başımıza bela olmuş” diyor.

    öylesine ağır maddi sıkıntılar yaşanıyor ki, insanlarımız yaşadığına bile pişman hale geldi, ölsek de kurtulsak haline getirildi.

    siz şimdi bu mevzuları bir kenara bırakın, fikri sağlar türban dedi, yatın kalkın türbanı konuşun, başka bir şey konuşmayın diyorlar.

    ***
    devlet bankasının yönetimine güreşçi atayanlar, liyakat isteyen üniversite örencilerinin başına kayyum rektör atıyor, 12 eylül'de bile görülmemiş şekilde üniversitenin kapısına kelepçe takılıyor.

    siz şimdi o mevzuyu görmezden gelin, sözcü'nün ayasofya haberini gördünüz mü, aman sakın görmeyin, sakın sözcü okumayın, sözcü almayın, ama habire sözcü'nün ayasofya haberini konuşun diyorlar.

    ***
    kardeşim, bari sma'lı bebekleri kurtaralım diyoruz…
    hükümetimize kirli tezgah kuruluyor, kaz dağları'nda villası olan istismarcı cem yılmaz bizim kobay olmamızı istiyor diyorlar.

    ***
    20 senedir aynı terane…
    bize komplo kuruyorlar.
    bize kirli oyun oynuyorlar.
    karanlık ittifaklar var.
    elitler saldırıyor.
    vesayetçiler.
    lobiler.
    dış güçler.

    ***
    memleketi mahvettiler…
    mazur gösterecek bir palavra kalmadı.
    illa ki “mağdur” gösterecek bir palavra olmalı.

    kaynak: (bkz: 7 ocak 2021 yılmaz özdil köşe yazısı)

  • 90’lı yıllarda elektrik faturası iki ayda bir gelirdi. kimse de elektrik faturamız çok fazla diye inlemezdi.
    eğitim ücretsizdi örneğin özel okul yok denecek kadar azdı. özel üniversite yoktu.
    sümerbank diye bir yer vardı. vatandaş aklınıza gelecek her türlü kıyafeti hesaplı bir şekilde satın alabilirdi.
    sebze, meyve, süt, süt ürünleri falan son derece ucuzdu.
    bir siyasetçi bir şekilde yolsuzluğa karışırsa istifa ederdi.
    kimse cumhurbaşkanına hakaretten hapis yatmazdı.
    alkollü içecek fiyatları meşrubat fiyatlarına çok yakındı.
    öğrenci bütçenizle bir pubda bir şeyler içebilirdiniz ve bu sizin bir elektrik ya da doğalgaz faturanız kadar tutmazdı.
    televizyonda her şey sansürlenmezdi.
    liste uzar gider. hülasa şimdikinden bin kat daha modern ve medeni şartlarda yaşayan bir toplumduk.
    son olarak önceden ülkemiz mülteci cenneti değildi.

  • mısır'da başı kapalı olduğu için öldürülen esma için haklı olarak isyan eden, göz yaşı döken, mitinglerinde haykıran, ancak iran'da başı açık olduğu için öldürülen mahsa amini için sus pus olan, adeta dut yemiş bülbül'e dönen ak parti genel başkanı. gerçekten yaratılanı yaradandan ötürü seviyormuşsun.