26 entry daha
  • oyuncuların bir kısmı meslek icabı canlandırdıkları karakter ve tiplemeler dışında oyuncu kimlikleri ile *de* tanımadıkları insanlara sahne, podyum ve kamera önünde görünmek, hitap etmek zorunda kalıyor. bu zorunluluk imaj ve prestij üzerinden *de* değerlendirilen mesleki başarılarına doğrudan etki ediyor. haliyle bu işi şansa bırakamıyorlar, toplum önünde kendilerinin idealize edilmiş, önden çalışılmış bir versiyonunu oynuyorlar. buna anglofon dünyada kısaca 'on' olmak deniyor ('sahnede olmak, ekranda olmak' manasına gelen on-screen, on-stage in kısaltması olduğunu sanıyorum).

    bir oyuncu, tıpkı yakın akrabası olan siyasetçi gibi, 'on' olduğunda, oyuncu işi doğaçlama yeteneği ve yatkınlığı ile kendisini taşıyabiliyor. soruları muzipçe yanıtlıyor, gözlerini kısarak ufka bakıyor, kafasını arkaya atarak 'haaaaaaaaaah!' diye tek heceli gülüyor, diyafram sesiyle nutuk atıyor, radikal 2 de üstünkörü okuduğu konuda söylev veriyor, kendisinden beklenen her türlü artisliği tereddütsüz ve sektirmeden yerine getirebiliyor. niye? çünkü kendisinden içerik değil biçimsel tutarlılık bekleniyor. bu tutarlılığı sağlamak için de topluluk önünde konuşması gereken her oyuncu kendisine 'on' olmak için veritabanı hazırlıyor. hazırlamazlarsa ne oluyor? türkan şoraylaşma oluyor.

    benim anladığım kadarıyla türkan'ın bir 'on' personası yok. kendisine uygun bir on biçemediğinden değil, off switchi kırıldığı için de değil, yetişkin hayatı boyunca 'on' kaldığı için devrelerinin yandığından, sigortalarının attığından şüpheleniyorum. gıyabında sosyal fobi diye bahsi edilen şey de belki bu: toplumun yargı ve beklentilerine göre öyle bir şekillenmek ki insanın afallaması.

    bunun üzerine bir de şahsi tarihçesini ekleyelim:

    sinema oyunculuğu denen teknik disiplinin dublaj kolundan yetişmiş, işinin çoğu ifadeyi ve duruşu vermek, kameraya göre oyununu büyütüp küçültüp, okuduğu repliklerin kendi sesinden duyulmayacağı güvencesi ile oynamaya alışmış bir oyuncudan bahsediyoruz. dublaj'ın sona erdiği dönemde de (ki türkiye sinemasında, bu oyuncuların da iktidarı sebebiyle, çok yakın bir tarihe denk geliyor bu) hala 'oyuncu' olarak konumlanmış, yukarıda bahsi edilen 'on olma' tutarlılığını yerine getirmesi umulan birisini yargılıyoruz. yani halihazırda zaten kendisinden beklenen her şeyi yerine getirmişken, ve bu sorumluluğun altında bir ömür geçirmişken, hayatı boyunca korktuğu, girmediği bir pozisyonda da yeniden konumlanmak zorunda olan bir 'şöhret kurbanı'nı izliyoruz. ve iki lafı bir araya getiremiyor olması rahatsız ediyor, işi o değil miydi?

    sosyal fobi'nin ruhu üzerinden hareket edersek, bu sorunun yanıtı hayır. topluluk önünde irticalen konuşmak ile, önden çalışılmış bir karakteri kamera önünde canlandırmak hiç bir zaman 'aynı şey' değildi. bir yerde 'uçmaktan korkan pilot'a benzetildi, düzelteyim, uçmaktan korkan pilot değil, yüksekten korkan pilot olarak tanımlayabiliriz türkan şoray'ı. böyle bir pilot uçağı ve uçuşu yükseklik hissinden ayrıştırabilir, yüksekliği bir rakama indirgeyerek teknik bir bağlamda yeniden değerlendirebilir, ama bir binanın çatısının kenarında durduğu anda çömelmek, yere yapışmak ister. bu yüzden 'pilota bak, yüksekten korkuyor' burada müthiş isabetsiz bir eleştiridir. 'kekemeye bak, bülbül gibi şarkı söylüyor'dan da bu anlamda çok farklı değil. bunlar adaletsiz, mesnetsiz, tüketici işi yargılar.

    tam da orada dur, bahsi geçen sosyal fobi de zaten o yargıların menzilinde bir ömür geçirmek sebebiyle edinilmiş olmasın? böylesine adaletsiz ve adaletsizliğine rağmen muktedir bir toplumla, yani yığınla, kim uzun süre böyle bir çıkar ilişkisine girer de, korkmaz ve çekinmez? fobi değil de, sosyal ve mesleki travma desek belki daha hakkaniyetli ve insaflı olur.
4 entry daha
hesabın var mı? giriş yap