• babanı görmek ister misin? dediler.
    istemem mi? babamdı o benim. sarılacaktım bile. boylu boyunca yatıyordu yatakta.
    günlerdir başında beklediğimiz gibi. ama yüzünde acı çeken bir ifade yoktu sadece.huzurlu bir.. bir.. bir..
    evet huzurlu bir gülümseme vardı sanki. sarıldım. dudaklarımı yavaşca yanağına dokundurdum.

    soğuk bir mermeri öpmek gibiydi.

    "baban öldü"den daha acı, daha soğuk, daha şok edici bir şeydi bu.

    o zaman ölüm'ü anladım ben.

    yıllar sonra, "anneni görmek ister misin?" dediklerinde yüksek sesle "hayır" deyişimdeki garipliği aşırı üzüntülü oluşuma bağladılar.
    oysa ben soğuk mermere değil, anneme dokunmak isterdim.
    anlatamazdım. anlatsam da faydası yoktu zaten.
  • gecenin kör bir vakti vefatını öğrendiğim babam, evin küçük bir odasında soğuk beton üzerinde yatıyor. beyaz bir örtüye sarınmış, kefen değil. dudağının kenarında bir tebessüm var, hala aklımda... her daim çatılmış kaşları ve kesmeye kıyamadığı sakalları yok. yanakları kırmızı. sanki her an olduğu yerden kalkıp "öğlene ne yiyeceğiz" diyecekmiş gibi, uyuyor gibi, şekerleme yapıyor gibi yüzüne bakınca. ama kımıldamıyor, konuşmuyor, susuyor.

    odanın kapısından bakıyorum. o yerde yatıyor ben onu izliyorum. hala bir rüyanın içindeyim gibi hissediyorum. biri beni dürtüp uyandırsın istiyorum. orda bekliyorum. çatılmış kaşları gevşemiş, dudağının kenarındaki tebessüm büyüyor gibi baktıkça.

    birileri omzuma dokunup dostça gelip geçiyor. kapıya dayanıyorum hala, bir yere dayanmam lazım, yıkılırım yoksa...

    hastalandığımız zamanlarda "durun ben sizi bir terletirim bişeyciğiniz kalmaz" diyen babam, buz gibi yatıyor. yanına sığışmak istiyorum. usulca yaklaşıyorum. elimi tereddütlü. korku değil bu, onun öldüğü gerçeği ile yüzleşmek. hani filmlerde görürüz ya öyle işte, dokunmakla, dokunmamak arasında kalıyorum. gözlerimi kapatıp elimi yüzünde gezdiriyorum. hala sıcak... bembeyaz, pırıl pırıl parlayan saçlarına dokunuyorum. bir ölüye dokunmak gibi değil bu. ölü gibi değil, ölmüş gibi değil. gözlerimi açıp saçlarını düzeltiyorum, kaşlarını. o kesmeye kıyamadığı sakallarından arta kalanları seviyorum. belki yaşarken sevemediğim kadar çok seviyorum babamı. o yatıyor, ben ağlıyorum. usulca çekiyorum elimi, elimde onun sıcaklığı, içimde ölümünün soğukluğu... ılık ılık ağlıyorum...
  • son kez görmek istemiştim onu. son kez beynime kazımak. yüzünü öpmek, gözlerinin kaybolmaması için herşeyi verebileceğim ışıltısını görmek istedim ayrılmadan önce. son kez dokunmak o doyamadığım esmer tenine. daha içime çekememiştim yeterince kokusunu, sindirememiştim.
    öylece yatıyordu boylu boyunca. dokunup dokunmamak arasında tereddüt ettim bir an. o soğuk bedenine dokunmak sanki farketmek demekti gidişini. ölümü demeye dilim varmıyordu daha. yıllarca da varmadı. dokuz yılımı aldı gidişini kabullenmek.
    yine de azıcık sıcaklık, hayat bulmak için son bir ümit, dokunduğumda yanağına tüm vücudum ürperdi. bir sürü ölü beden görmüştüm oysa. içini dışını incelemiştim bir sürü kahverengi bedenin. onlar ölü değildi sanki, onlar suyun içindeki dokular, organlardı sadece. ölümün soğukluğu yoktu onlarda.
    "birşey koparır bizden yıllar, akıp giderken" demiş ya horatius, onu kopardı benden, beni de ondan, onu yaşamdan kopardı, beni de yaşamdan. bedenine dokunduğumda içimdeki yarım eriyip aktı bedenine. o andan sonra içimdeki yarım hep boş kaldı.
  • demirden daha soğuk bir cisme temas etmek. ölüye dokunmak. boş bir oda gibi, önümdeki cansız beden ya da ruhunun yıllarca kullandığı devre mülkü. az evvel taşındı, içeride oturan bedenin, eski sahibi. uyuyormuş hissine kapıldım evvela, devre mülkün karşısında durup, onu izlerken. gözkapakları yarı aralık, elleri iki yana sarkmış, bacakları daha gergin duruyor sanki. soluk alıp vermiyor. ne tuhaf… hep soluk alıp veren birileriyle yan yana gelinir. elimi dudağının üst yanına koydum, hayır nefes yok. inanmak güç. cildi, ten renginden mora dönüyor git gide.

    yaşıyorken “ben şöyleyim”, “benim düşünceme göre”, “benim eşyam” diyordu, uzanıp durmakta ve hareketsiz kalmakta ısrar eden bu varlık, sahiplendiği şeyler hakkında. ona ait olan her şey, bu cansız bedene de ait mi halen? “nereden” bakıyor şimdi bu sahip olduklarına ? yoksa hepsini diğer devre mülk sakinlerine mi bağışladı, mecburen ? sorduğum soruların cevabını biliyor, o şimdi.
    uzanmış duran şu varlık her şeyin sırrını çözmüş durumda… düşünen benim lakin çözen o. ben sadece acziyetimle başbaşayım.

    binlerce yıldır yaşıyor insanlar, zamanla ölüyor, çürüyor toprağın altında. yine aynı insanlar besleniyor topraktan. sürekli bir döngü… sahip olduğum zerreler kimlerden miras bana ? hücrelerimi oluşturan şu atomlar, kimbilir kaç milyon insanın hücrelerinde gezindiler, bana gelinceye dek…
    kıpırtısız duruyor ölü, ben sordukça. belki de zaman da kıpırdamıyordur, devre mülkün eski sahibi için.

    not: 13 kasım günü ölen bir insan için kaleme alınmıştır. yazım tarihi belirsiz.
  • ruhun ne denli sıcak olduğunu bilmezdim, dokununcaya dek.
    sen aynı sen, etrafındaki insanlar aynı insanlar ve o beden tıpkı eskisi gibi. hiçbir şey değişmemiş gibi, hiçbir şey olmamış gibi. taştan bir yatakta, mermerin üzerinde, pırıl pırıl, nur gibi.
    bu hal uyku hali mi? yoksa beynen nevm vel yakaza dedikleri mi? dokunsam uyanacak mı? aylar sonra ilk defa huzuru buldu mu?
    aylarca kırpılmamış, uykuya hasret o gözler, şimdi kapalı. aylardır derin çizgilerle bölünmüş, çökmüş suratın çizgilerini silmiş birileri. şifa bulmuş, gençlik, sıhhat, afiyet ihsan edilmiş sanki.
    bu serapa teslim olmuş beden, bu huzur ifadesi, bu rahatlık korkutuyor insanı. korkuyorsun, dokunursam acıları da uyanacak ve rahatı bozulacak. elest bezminden başlayıp kısa da olsa bir ömür vuslatı özleyen ruh, hasret gideriyor belli ki. lakin bu dokunuş, son dokunuş olacak. cisimden soyunan ve aslına rucu eden ruhuna dokunulamayacağına göre, tenden müteşekkil bu örtüye dokunmak zorundasın. hasret bir bıçak gibi kesilecek zira. ebediyen özlemi kovacak bu nihai temas.
    tedirgince dokunuyorsun ki tepeden tırnağa bir ürperme kaplıyor içini. temmuzun ortasında buza kesiliyor, titriyor yüreğin, tıpkı o masada yatan gibi. bu şaşkınlık, bu yolunu şaşıran, sağa sola kayan istikrarsız duygular ve düşünceler buluyor istikametini. inna lillahi ve inna ileyhi raciun. allah'tan geldik ve o'na döneceğiz. anlıyorsun ki bu beden bir kafes ve bu ten sahte. ve muhakkak bizler uykudayız, ölünce uyanılan.
  • dokunma duyusunu yitirdiğin ana denk düşer..

    yıl 1995, ağustos'un 8'i. henüz zaman ve ölüm kavramını bilmediğim günler..

    annem kötü bir hastalık dönemi içerisinde, büyüdüğümde anlıyorum, kansermiş halbuki. çocuk kalbi ne anlar, senin üşüttüğün gecelerden kalma tatlı bir hastalık sanıyor insan, üzülüyor ama kaybetme korkusu da yok o zamanlar, geçer diyor, geçecek diye umut ediyor. umutsuzluk nedir bilmiyor, ölüm nedir, kaybetmek nedir bilmiyor. babam arabistan'da çalışıyor, malum türkiye şartlarındaki ekonomik krizden dolayı gurbette ekmek derdine düşmüş. biz de başımızda kimse olmadığı için amcamlarda kalıyoruz. derken annem fenalaşmış olacak ki, yengem hastahaneye annemin yanına gideceğimizi söylüyor. endişeleniyorum, endişe kavramının ne olduğunu bilmeden. hastahaneye varıyoruz, görevliler beni küçük olduğum için enfeksiyon kapacağımdan dolayı içeri almıyor, neyse ne yapıp edip bir yolunu buluyor, gizlice annemin yanına çıkıyorum. beni görüyor, seviniyoruz, sarılıyoruz, durumu da çok kötü değil, içim rahat çıkıyorum hastahaneden. bir gün sonra rüya görüyorum, annem ölmüş, tabutla götürüyorlar, herkes başında sağolsun falan diyor. bir garip uyanıyorum sabaha. anlamdıramıyorum rüyamı..

    bir hafta geçiyor aradan. tekrar annemin yanına gitmek üzere yola çıkıyoruz, bu sefer yengem biraz daha telaşlı, bu sefer korkuyorum. hastahaneye gittiğimizde annemi hiç olmadığı kadar kötü görüyorum. gözlerinin feri sörmüş, vücudu sapsarı, her yeri su toplamış. anne diyorum, sesleniyorum, ışıltısı kaçmış gözleriyle bana doğrultuyor gözlerini, tanıyorum. annem beni tanımıyor, kendimi ilk defa ona karşı yabancı hissediyorum. ağlamak ney, üzülmek ney, kaybetmek ney, ilk o an anlıyorum. bir çocuk kalbiyle gözyaşlarımı içime akıtıp, üzüldüğümü belli etmeyerek ayrılıyoruz hastahaneden..

    bir gün sonra tekrar rüya görüyorum, annem ölmüş, sanki tekrar tekrar ölmüş, tekrar tekrar defnediyorlar. kan ter içerisinde uyanıyorum, uyanınca çocuk olmuyorum artık, ölmek hergün uykudan uyanmak gibi geliyor. derken bir öğlen yengem gilin evinde bir karmaşa bir telaş yaşanıyor, sürekli misafirler, sürekli dert yanma, şaşkınlık ve üzüntü hali. gelen misafirler bana bakıyor, acırmışcasına, anlamdıramıyorum, bir şeyler olacak hissediyorum.

    bir sabah beni köye gidiyoruz diye uyanıdırıyorlar, 8-9 yaşlarındayım, köy nedir bilmiyorum, sevindirik oluyorum. arada giderken herkesin gözleri dolu, anlamdıramıyorum, herkes sıkı sıkı sarılıyor bana, şaşırıyorum. duruyoruz geniş bir alanda, üstelik ağaç falan da yok, demek köy böyle bir şeymiş diyorum. arabadan iniyoruz, geldik diye seviniyorum. bir dakika sonra bizle fazla bağlantısı olmayan akrabalarım aynı yerde duruyorlar, bir anda ortalık mahşer yerine dönmeye başlıyor, halamın ilk ağlayışıyla beraber kafama bir şeyler dank ediyor, annem öldü galiba. bir kaç dakika sonra cenaze arabası geliyor, üzerine türk bayrağı serili, böyle köy böyle seronomi olmaz diyorum, hissettiğim şeyin olmadığına dair kendimi kandırmaya çalışıyorum ama olmuyor. cenaze arabası yaklaşıyor, çığlıklar, feryatlar çoğalıyor...

    dünya zifiri bir karanlığa bürünüyor, herkesin gözü benim üzerimde, acımtırak bakışlar, iç sızlanmaları, kimseyi göremiyorum, dünya bir adım ötemde can çekişiyor.

    cenazeyi arabadan indiriyorlar. içimden nereye götürüyorsunuz annemi diyorum ama sesim çıkmıyor. kaldırımda yığılıp kalmışım, bakışlar benim üzerimde, sanki kıyamet kopmuş ve ben tek başınayım, utanıyorum bana acımsar bakan yüzlerle gözgöze gelmeye. annemi ölü yıkama odasına götürüyorlar, benim başım iki elimim arasında, olanları idrak edemiyorum.

    bir kaç dakika sonra biri bana sesleniyor, çeviriyorum kafamı, kim olduğunu göremiyorum ama sözlerini anlamaya çalışıyorum " hadi gel oğlum anneni son bir defa öp"

    zaman havada asılı kalmış, zaman yok, hisler kaybolmuş, renk yok.

    omuzuma yüklenen tonlarca ağırlıkla kalkıyorum yerimden, daha küçüğüm lan, 8 yaşındayım, kaldırır mı bu el kadar beden bunca acıyı. ağır adımlarla odaya doğru ilerliyorum. bat dünya bat. annemin gözleri açık, belli ki gurbette olan babamın hasretiyle gözü açık gitmiş. ağzının arasına tülbent koyup çenesinden bağlanmış. ne yapmışlar anneme diyorum, dünya üzerime geliyor. yıllarca kucağında huzur bulduğum o beden cansız bir şekilde soğuk bir mermerin üzerinde hareketsizce duruyor. yaklaşıyorum yanına, elini tutuyorum, soğuk, hissiz, renksiz.. ellerim titriyor, ilk defa annemden korkuyorum, ilk defa dokundukca huzur duyduğum, hayat bulduğum o bedene yabancılaşıyorum. artık o cansız. birkaç gün önce hayat dolu baktığı gözleri donuk. birkaç dakika önce var olan umutları, korkuları, hayalleri, sevgisi, nefreti, sönmüş... neyi varsa hayatta o beyaz çarşafın altında. çarşafın altında ise soğuk bir beden, o benim annem. morga gidecek ölü, çarşaf da yıkanacak çamaşırhanede diğer ölü adaylarının üzerine örtülmek üzere. son kez öpüp başıma götürüyorum annemin ellerini, son kez tenine dokunuyorum annemin, ve bir daha hiçbir sabaha çocuk olarak uyanamıyorum, ve ondan sonra dokunduğum hiçbir beden o olamıyor.

    "anne girdin düşüme
    yorganın olsun duam
    mezarında üşüme" *
    (bkz: annenin ölmesi/@olay mahalline sonradan gelen defans oyu)
  • sevdiğiniz biriyse ve normal bir ölüm gerçekleşmişse dokunmanız normaldir.

    rahmetli dedem öldüğünde akşam 9'du. sabaha kadar ananemle başında beklemiştik. ara sıra çenesini bağladığımız tülbent gevşiyordu. ben de düzeltiyordum. yine böyle bir anda pat diye açıldı bir gözü. ailede sadece ikimizin gözü renkliydi. neyse o keskin mavi göz rahmetli dayım gelinceye kadar açık kaldı.

    bir kaç yıl sonra kalbimin en güzel yerinde olan ananemi kaybettim. belediyenin ölü yıkama aracı geldi. ben de içeri girdim. garip bir duygu. bildiğin belediye otobüsü ama koltuklar yerinde sedye var. sıcak su akıyor biryerlerden.

    mis gibi beyaz sabunlarla çok yıkamıştım onu ama bu kez farklıydı. benimle konuşmuyordu:
    şuramı yıka, bak şurası kaldı diye. kolları her zamankinden cansızdı. ellerinin üzerindeki lekeleri ne severdim. avuç içlerini yıkamayı. her ne durumda olursak olalım gülecek birşey bulurdun ama bu kez hem vardın hem de yok!

    bugün bayram ve sizi çok özlüyorum. belki bir gün birlikte oluruz. insan bazen gerçekten ölümden sonra hayat olsun istiyor.
  • bir kuşun kanadını okşamaktır.

    saatler sabaha karşıyken, balkon endamları. crom'a sesleniş ve istiklal marşı ve uyku gelecek sonra. ama yok... crom efendi meydanda değil hala. bir sigara...

    bir sonraki crom'a sesleniş için balkona endam edişte artık gün ağarıyor. ve o da ne! balkonda uçmaktan aciz bir kuş gurul gurul çırpınıyor. ürkütmeden aldık, odaya götürdük, biraz su? korkmuştur... ekmek kırıntısı ya da? hayır hiçbiri... yerde pıtır pıtır dolanan küçümen bir kanatlı.

    crom bugün gelmesin! bu kuşun adı masal olsun ve yaşasın! yaşasın o, crom'u filan sonra düşünürüz...

    masal bilgisayarın üzerine çıkıyor. masal omzumda. masalın sonu güzel görünüyor. ve sabah oluyor.

    sabah. güneşin aydınlattığı gün. sekiz yaşındaki bir çocuk için çok güzel bir müjdeci. sabah. her yeni deneyime elini sürdüğün saat... ada kız büyük bir tazelikle basamakları çıkıyor ve masal'ı görüyor!
    ...
    masal ada'nın da omzuna konuyor. "oy oyyy" diyor ada. masal'a bir öpücük. fotoğraflanan bir aşk anı. ne ada ne de masal yetiniyor bu aşkla ama. masal ada'nın avcunda. bir fotoğraf daha. masal kanatlarını açıyor, ada gagasına bir öpücük konduruken son poz.

    daha iki dakika önce adını masal koyduğun bir kuşun bir çocuğun elinde daha çırpınamadan can vermesi ile parmakuçlarında gezinen soğukluk, fotoğraf makinesininin metalikliğinin yüreğe saplanması ve ölü bir beden dokunuş. ada'nın eli; buz gibi! kuşun kanadı; kuşun bütün gövdesi! biraz sıcaklık kalmış!!! ada öpücüklerle canlandırmaya çalışıyor masal'ı. masal'ın gözleri, kırmızı. kırmızı gözlerini biraz aralıyor ve canı uçuyor. yüreklerimizin kafesinden kaçıp gidiyor. buz gibi oluyor ellerimiz, ellerimiz kenetlenmiş çoktan uçup uzaklaşmış bir canı sıkıyor. ne masal'ı tutabiliyoruz artık ne de birbirimizin buz gibi ellerini. masal kötü bitiyor...

    sabah yükseliyor tüm müjdeleriyle; benim elimde ölü bir kuş ve kuşun kanadından çok daha ince ve çok daha soğuk bir çocuk eli var. tutuyorum... gözlerine bakıyorum. gözleri kapalı. gözlerinden öpüyorum. çok soğuk, çok üşüyorum. kendimi affedecek miyim, bilmiyorum. bir kuşun kanadını okşuyorum. hayat çok yaralı.

    bu anıyı hiç cekilmemis fotograflar arsivine kaldırmalı.
  • benim babam 2008 yılının ağustos ayının 18'inde vefat etti.

    1998 yılında aldırdığı beyin tümörü iyi huyluydu, tam 10 yıl sonra kötü huylusu yakaladı babamı. 10 gün içinde avuçlarımızın arasından kayıp göçtü, 24 yaşında 51 yaşındaki bileğini bükemediğim dağ gibi adam...

    tek oğlu bendim, dediler ki "sana düşer ayaklarını yıkamak, adet böyledir". babam ulan o benim, kurban olurum, elbette yıkarım ayaklarını. ama... lan oğlum, bana hiçbir şey böyle koymadı lan. gözyaşlarımdan önümü göremiyordum. orada amcamın oğlu ve babamın en yakın arkadaşı da vardı. onlar da göremiyordu, biliyorum. yıkadım...

    ayaklarını da yıkadım, omuzlarından tutup mezara da ben indirdim, ilk toprağı da ben attım. 24 yaşındaydım...
    ölü bir beden değildi o benim için. 24 yıl bana babalık yapmış adam gibi adamdı.

    hayatımda bir kez ölü bir bedene dokundum. allah ikincisini nasip etmesin...
  • bize adli tıp dersinde bir sürü şey anlattılar. bir hafta sonra yakınımda o bulguları gösterdi hayat bana.

    ölülerden ve mezarlardan bence sadece sevdiğini kaybetmemiş insanlar korkar.

    çok fazla yazan olmuş, yeni bir durum değil arkadaşlar epey zaman geçti üzerinden, kötü bir durumda değilim, ilgiliniz için çok teşekkür ederim. :)
hesabın var mı? giriş yap