• ünlü alman film yönetmeni wim wenders’in filmi the million dollar hotel (sırlar oteli), öncelikle oyuncuları (mel gibson, mila jovovich) ve u2’nin ünlü üyesi bono’nun varlığı (öykü ve müziklerin bir kısmı ona ait) ile göze çarpan bir film. konusu ise, the million dollar adlı bir otelin çatısından düşen genç bir adamın (easy) olayını soruşturmak üzere otele gelen bir fbi ajanının ve gerçeği bulma çabasının etrafında gelişen olaylar olarak kabaca özetlenebilir. otel, akli sorunları nedeniyle hiç bir işte dikiş tutturamamış, sigortaları ve sosyal yardımları bile kesilmiş ‘meczupların’ sığındığı bir yerdir. otelin çatısından düşerek ölen easy’nin babası –ki çok ünlü ve zengin bir medya patronudur- olayın intihar değil bir cinayet olduğuna inandığı için, katilin bulunması amacıyla fbi’a başvurmuştur. özel ajan skinner’ın otele gelişi ile otel sakinlerinin görece ‘huzurlu’ yaşamları alt-üst olur.

    konusunun ayrıntılarına girmekten çok, wenders’in filmde neyin/nelerin altını çizmeye çalıştığını irdelemeye gayret edelim. ama daha önce, biraz sonra söyleneceklerin, filmden çıkarılabilecek tek anlam veya filme getirilebilecek tek yorum olmadığı, filmin kendi dinamiği içinde birden fazla izleme biçimine ve yoruma kapı açtığı da belirtilmelidir.

    filmin geçtiği mekan (hollywood), ölen adamın babasının mesleği (medya patronu), otelde kalanların ortak özellikleri (‘akıl hastası’ olmaları), tv’nin olaylarda oynadığı rol (easy’nin resimlerinin pazarlanması için araç olarak kullanılması) vs., filmin temel izleklerinden birinin yanılsama (illüzyon) olduğu düşüncesini uyandırmaktadır. yanılsamanın temelinde dış gerçekliği olduğundan farklı bir biçimde algılama yatar. yani varolan gerçek ile bizim algıladığımız gerçek örtüşmemektedir.

    bu yanılsamayı yaratan pek çok neden vardır. filmde görülenlerden bahsetmemiz gerekirse, herşeyden önce oteldeki kişiler –bizim onlara uygun gördüğümüz tanımlamayla- akıl hastaları, delilerdir. akıl hastalıklarının en belirleyici özelliklerinden birisi gerçekliğin ‘normal’ denilen çoğunluktan farklı algılanmasıdır. tipik bir akıl hastası, tamamen kendine özgü bir dünyada, tamamen kendine özgü bir gerçeklik içinde yaşamaktadır. ona gerçek gelen şeyler gerçektir. başka kıstaslarla sınanmaları gerekmez bu gerçeklerin.

    ikinci yanılsama toplumun, akıl hastası, dolayısıyla (kapitalist anlamda üretici/tüketici olamadıkları için) işe yaramaz olarak tanımladıkları bu kişileri sistem dışına iterek ve gözlerinden uzak oldukları için yok sayarak kapıldıkları yanılsamadır. bunun film içindeki yansıması oldukça açıktır. oteldeki kişiler, ikisi hariç, hiç dışarı çıkmazlar. dış dünyada yerleri yoktur. kaldıkları otel de kentin bir köşesine sıkışmış, biraz ilerisindeki gökdelenlerin (gerçek yaşam?) gölgesinde eziliyormuş gibi görünen, sokakta akıp giden gündelik yaşamın hay-huyundan uzak gibi görünmektedir zaten.

    üçüncüsü, olayların geçtiği yerin hollywood olmasıdır. hollywood dünyanın en büyük hayallerinin/yanılsamalarının üretildiği, kendisinin bile bu yanılsamanın bir parçası olduğu bir yerdir. sinemanın (temelde ve daha romantik bir bakış açısıyla) hayal üretilip hayal satıldığı bir endüstri olmasının yanısıra, hollywood’un bu konuda çok daha özel bir yeri vardır. orası, bütün dünyanın hayallerinin biçimlendirildiği yerdir. orada her şey mümkündür. her şey yaratılabilir, gerçekler bile. çünkü hollywood’un vahşi kapitalist düzeninde gerçekler bile birer maldır. kâr getirdikleri sürece gerçekler değerlidir, para kaybettirmeye başladıkları anda yeni gerçekler/yanılsamalar yaratılır.

    dördüncüsü ise televizyon (dolayısıyla medya) gibi görünmektedir. bir paradoks gibi görünmesine karşın, tv, günümüzde gerçeklerin yansıtıldığı bir mecra değil, gerçek olmayan şeylerin gerçekmiş gibi gösterildikleri bir mecra halini almıştır. bu yanılsamanın bir diğer yüzü de, insanların tv’de gördükleri her şeyi gerçek gibi algılamaları, tv’de görmediklerini ise hiç yokmuş farzetmeleridir. otel sakinleri, sefaletlerinden kurtulma ümidi doğduğunda, yani easy’nin tablolarını satabileceklerini öğrendiklerinde tv kameraları önünde geçen bir oyuna girişirler. kurtuluşun yolu, tv’de varlıklarını gösterebilmek, diğer bir değişle varolduklarını, gerçek olduklarını herkese ıstaplayabilmektir. yaptıkları bile bile girişilen bir yanılsama oyunudur. içlerinden birinin dediği gibi, “herkes inanmak istediği şeye inanır.” easy’nin tabloları da bu oyunun bir parçasıdır. tabloların satıp satmayacağını (iyi olup olmadıklarını değil!) söylemesi için tuttukları ‘önemli’ ‘sanat eleştirmeni’, tabloların aslında sanat değerlerinin olmadığını ama ‘satabileceğini’ söyler. yani, tabloları değerliymiş gibi gösterebilecektir. ama gerçek başkadır ve easy, müzeden çalınan tabloları gizlemek için üzerlerini ziftle kaplamakta, onlara başka bir gerçeklik (yanılsama?) kazandırmaktadır.

    yaşanan bir diğer yanılsama easy’nin babası medya patronunun yaşadığı yanılsamadır. kendi kurduğu ve gerçekliğine inandığı dünyaya uymayan herhangi bir şey onun için yok demektir. işleri gerçeği araştırmak olan polislerin işi bile babanın kafasındaki gerçeği bulmaktır. oğlunun öldürüldüğüne ‘inanan’ ve bunun tek gerçeklik olduğunu savunan baba, bunun dışında bir şey olabileceğini düşünmez bile, çünkü kendi inandıkları gerçektir. oğlu intihar etmiş olamaz çünkü birincisi yahudiler intihar etmez, ikincisi oğlunun intihar etmiş olması kendi kurduğu gerçekliğin yıkılmasına yol açacaktır (kendisi iyi bir baba olamamıştır, örneğin).

    filmin teknik özellikleri de bu yanılsama izleğini destekler gibidir. daha ilk başta, tomtom çatıda ölümüne doğru koşarken, hareketin hem ağır çekimde verildiği hem de parçalara bölünerek olayın gerçeklik duygusunun kırıldığını görürüz. daha sonra, ajan skinner’ın otele ilk gelişi sahnesinde ajanın yüzünü göstermeden yapılan çekimler ve ajanın gözünden görülen sahnelerdeki elektronik/fotografik kayıt efekti bizde skinner’ın olağanüstü belki de insanüstü bir varlık olduğu izlenimi uyandırmaktadır. yüzünü gördüğümüzde de bu izlenim pekişmektedir. boynundaki çelik boyunluk bir robocop, ya da terminatör örneği birisiyle karşı karşıyaymışız düşüncesi uyandırmaktadır. ama ileride skinner’ın geçmişi hakkında bilgi kırıntıları edindiğimizde, özellikle sırtındaki yaranın kamburundan kurtulmak için geçirdiği ameliyatın izleri olduğunu öğrendiğimizde nasıl bir yanılsama içine düştüğümüzü anlarız.

    renkler, kamera hareketleri ve kurgu da bu duyguyu pekiştirmektedir. yüksek kontraslı, kırmızı-turumcu-siyah ağırlıklı, gerçeküstü izlenimi veren ışık; insanın normal görsel algılamasını zorlayan kamera açıları, hareket bütünlüğünü kıran sıçramalar, kimi yerde erken kesmeler vs. bir yandan filmin kendine özgü yanılsamasını kurarken, bir yandan da –postmodern söyleme uygun bir şekilde- tek bir gerçek olmadığının, gerçeğin bizim onu görmek istediğimiz gibi olduğunun, izlediğimiz şeyin de aslında bir yanılsamadan ibaret olduğunun altını çizmektedir.

    sonuçta wenders’in bize sunduğu amerikan toplumunda (ve amerikanlaşmış diğer toplumlarda) her şey bir yanılsamadan başka bir şey değildir. gerçek denen şey insanların onu görmek istedikleri gibidir. amerikan rüyası, wenders’e göre, hala devam ediyor, ve günümüzde aldığı biçimi bu filmde yansıtmaya çalışıyor.

    (bütünüyle kuşkudayım!)
  • aşk, hayat, dostluk, medya, kirlilik, sanat, tutunamayanlar, u2,milla jovovich,amerikan güzeli hayatta üzerine düşünülmesi gereken her şey bu filmde yer alır.
    --- spoiler ---
    eloise başkaları için salak bir sürtüktür. tom tom ise birçokları için gerizekalıdır. tom tom'u ayakta tutan tek şey onun eloise'e aşkıdır. aslında film boyunca hem eloise'ın varlığını kanıtlamaya çalışır, hem de aşkını ispat etmeye çalışır. eloise sadece kitap okur ve çoktan dünyadan vazgeçmiştir. kaybeden kelimesi eloise için söz konusu olamaz çünkü kaybetmek için varolmak gerekir. eloise gerçekten de gölge gibidir. kayıtsızdır. ona tecavüz edenlere karşı bile kayıtsızdır. o bir azize gibidir,bu dünyaya ait değildir. tom tom ona kendini değerli hissetirmeye, yaşadığını kanıtlamaya çalışır. dedektif sayesinde aralarında bir bağ oluşur. artık dünya tom tom'undur. eloise tanıdığımız en değişik prensestir. derken tom tom'un üzerine suç yıkmaya çalışırlar. eloise de ilk defa birilerini umursamaya başlar. bu sefer eloise kendince tom tom'u kurtarmak ister. oysa tom tom her şeyin farkındadır. kurtarılması gereken birileri varsa o dünyadır, kesinlikle tom tom değil. tom tom absürdü kavramış bir filozoftur. o dünyanın alışık olmadığı naif bir katildir. artık amaçlarını yerine getirdiği için dostunun ve annesinin yanına koşarak gider, neşeyle. yaşaması için bir sebep yoktur. yaşam ne kadar ağır bir sözcüktür düşününce...

    artık "gerçek olamayacak kadar güzeldir" tom tom. ait olduğu yere doğru bir uçuşa başlar. eloise'ın ise tam aksine ayakları yere basar artık. gerçek acıdır. sevdiği adam ölür, yalnız kalmıştır. tüm hafifliğiyle varolmaktadır...
    --- spoiler ---
  • -atladıktan sonra farkettim ki hayat mükemmel. hayat, tüm sihirler, fırsatlar, güzellikler ve televizyon...ve evet..pek çok sürpriz...ve herkesin istediği pek çok şey...ama bunlar sadece kaybettiğimizde fark ettiğimiz şeylerdir.
  • -sigara içen insanlar bazen ölürler, kanser olabilirler.
    -ben ölemem.
    -ölemez misin?
    -ben aslında yokum.
    -nasıl oluyor bu?
    -ben hayal ürünüyüm.
    -hayal ürünü olmak sence iyi mi? ...üzgünüm...çünkü ben sadece senin üzerinde iyi bir etki bırakmaya çalışıyorum. belki de beni hatırlayamadın.
    -ben herşeyi hatırlarım.
    -herşeyi mi?
    -her-şe-yi..
  • yıllar önce sinemada izlediğim bir film. salona girerken bir önceki seanstan çıkarken karşılaştığım liseden bir sınıf arkadaşımın (film vizyondayken birer yetişkindik) "berbat bir film sıkıntıdan patladık" deyişi aklımdaki en çarpıcı anı.

    ben soluksuz izlemiş ve insanların nasıl olup bu kadar sığ kalabildiğine şaşırmadan edememiştim.
  • hani bazı filmler vardır izlerken sevilir de, ertesi gün unutursunuz. bu da tam tersi, izlerken rahatsız oluyor insan zaman zaman, daha sonraki günlerde aklına gelip gelip hakkında bir şeyler öğrenesi geliyor. garip bir etkisi var.

    mel gibson'ın detective skinner'ı çok daha derinlemesine işlenebilirdi sanırsam, hatta eloise ve tom tom gibi ruhunu gördüğümüz karakterler yanında sadece şöyle bir uzaktan bakmışız izlenimi bıraktı bende. sırt hastalığının hayatına olan etkisi sadece boynundaki metal elizabeth'den ibaretmiş gibi gözüküyordu yalnızca, ama çok daha fazlası olmalıydı bence. neden böyle bir adamdı? sesinin notu nişanlısıına neden hemen değişiyordu? çocukluğunda ne olmuştu? havada kaldı bunlar (ki bu arada mel gibson'ın sırtını gördüğümüz sahneler her türlü deri/vücut implantı tarafından fena olan beni epey rahatsız da etti)

    bu arada imdb 10 üzerinden 5.4 vermiş ya hakikaten bir şey diyemiyorum...

    mel gibson 'ın baş rollerinden birini oynadığı filmi hakkında yaptığı yorum da ilginçtir bu arada: "i thought it was as boring as a dog's ass"
  • bir film... mel gibson, milla jovovich oynuyo... hadi hayirlisi...
  • --spoiler--
    eloise yoktur aslında,çıplak ayakla gezinir;ayak sesi bile yoktur..sessizce etrafta süzülür durur..tom tom bile onun farkedilemeyecek kadar sessiz olduğunu söyler....izzy tom tom'a çıplak ayakla dolaştığını ve ruhunun ayakları kadar pis olduğunu söyler...tom tom işte bu sözle izzy'i boşluğa bırakır...

    fakat tom tom onun varlığını ona kanıtlamaya çalışır kendi yollarıyla tabii..yolculuğa çıkmadan ona hediye ettiği bir çift topuklu beyaz ayakkabı gibi...ama eloise tom tom'la kaçıp,saklanmaya çalıştıkları sırada kafede masanın üstünde ayakkabılarını bırakıp gider,bu sefer tom tom'la birlikte saklanır,onunla birlikte yoktur artık...
    yine hep saklandığı,sığındığı kitaplardaki hikayeler gibi;tom tom'un da orada saklanması için ona hikayeler anlatmaya başlar..içinde ikisinin olduğu umut dolu hikayeler..

    fakat tom tom en yakın arkadaşı izzy'nin ona öğrettiği şiirler gibi;onun zorda kaldığında sığındığı yola;ondan öğrendiği şeye başvurur...hemde spor ayakkabılarıyla..
    aslında eloise onun için var olmaya çalışmıştır..ama tom tom izzy'e yaptığı gibi onu da boşluğa bırakmıştır...bir müddet onu tutar,bekler,dinler..bu sefer izzy'nin söylediklerinin yerini çevresindeki arkadaşlarının söyledikleri almıştır...ve bırakır...gidişinin ardından...
  • çok muhteşem bir şarkı olan satellitei bize kazandırmış olan film
  • "kendisini sevmeyen birini sevemezsin" diyen film... otel...
hesabın var mı? giriş yap