• vikinglerin deyişiyle, izlanda, "buz ülkesi.” dağlarından kar kalkmaz, memleketin yüzde 10’u buzullarla kaplı. izlanda’nın bir başka adı da “ateş adası.” faal ya da yarı faal durumda 200 civarında volkan var. björk, işte böyle bir yerden, izlanda’dan geliyor. dağlar kızı. buz dağlarının ve yanardağların kızı. başkent reykjavik doğumlu. adının tamamı şöyle: björk gudmundsdottir.

    kendisini çok şanslı sayar, çünkü büyük bir ailede büyümüştür. beş-altı yaşında tek başına otobüse binebildiğini, tek başına akrabalarını ziyarete gittiğini söyler. kendini hep güvenlik içinde hissetmiştir. aynı zamanda, annesi bir "hardcore hippi”ydi. upuzun saçları vardı, o malum fas giysilerinden giyerdi. björk tek çocuktu. ve evde yedi yetişkin insan yaşıyordu. hepsi uzun saçlıydı, hepsi gün boyu jimi hendrix dinliyordu, evdeki her şey mora boyanmıştı. bu yüzden björk kendisinde mor alerjisi olduğunu söyler. çalışmaktan nefret eden, bütün gün sadece oyun oynamak isteyen, uçurtma uçuran, dört saat süren masallar anlatan yedi yetişkinle büyüdü. yedi yaşındayken kendi kendine, “yeter artık. hayalleri dinlemekten bıktım. o hayalleri gerçekleştireyim” diyor. ve kendi kendine yetmeye başlayan bir insan olmaya başlıyor. 14 yaşında evden ayrılıyor, kendine bir ev tutuyor, müzik gruplarına katılıyor. ama bu, biraz izlanda’ya özgü bir şey. izlanda 11 yaşındaki çocukların yaz tatilinde bir işe girip çalıştıkları bir ülke.

    björk zamanla biraz bilimsel, fazla analitik, fazla bilgiç biri oldu. çünkü, somut bir şeye tutunmak istiyordu. ama, aynı zamanda başka tür bilgilerle de beslendi. mesela, akupunkturun işe yaradığını biliyordu, insan bedeninde yedi tane enerji merkezi olduğunu da... ne var ki, hippi teranesinin yüzde 90’ı ona artık zırvalık geliyordu. en çok nefret ettiği de o “kaçış” felsefesiydi.

    çocukluğunda okulla birlikte, müzik ve karate kurslarına devam ediyor. büyüyünce volkanolog (yani yanardağ bilimci) olmayı düşlüyor (benim küçük volkanım / sen patlamalar ve afetler / ben sükunetler içindeyim / lavların tadını çıkarıyorum / galiba, belki, ihtimal ki aşk)... tutuyor, şarkıcı oluyor. daha 11 yaşında ilk plağını dolduruyor. çocuk şarkıları, punk şarkıları, karman çorman. 17 yaşında artık meşhur bir yıldız. 87’de adı, grubu sugarcubes’le birlikte anılmaya başlıyor, indie yollarını arşınlıyor. 90’larda manchester’ın teknoya çalan grubu 808 state’e de şöyle bir uğruyor. soul ıı soul, massive attack gibilerini adam eden prodüktör nellee hooper’ın himayesinde ilk albüm “debut” geliyor 1993’de. iskandinav mitolojisinden kopup gelen bu perikızını artık dünya alem tanıyor, biliyor. başı sonu olmayan korkunç güzel masallar anlatıyor şarkılarında. ikinci albümü “post”u, yine hooper’ın kanatlarında hazırlıyor. bristol’ın namlı çocuğu tricky de iki şarkıda ona takılıyor. avrupa turnesine uçakla filan değil, agatha christie’nin orient express’iyle çıkıyor, birbirinden tuhaf lüks otellerde geceliyor. aileden gelen hippilik, gençliğinden gelen punk terbiyesine “kulüpçülüğü” de ekliyor. öyle bir kulüpçülük ki bu, iki savaş arası yılların kabarelerinde de, o günlerin ipini koparmış ecstasy dancing’lerinde de parmak izi bırakıyor.

    hemen her konuda olduğu gibi futbol hakkında da zihinleri açan düşüncelere sahip björk. 1994’te hot press röportajına ayağında bir çift kramponla gidiyor. bu tercihi oğlunun futbol tutkusuna bağlıyor. yaz aylarında birlikte dünya kupası’nı takip etmelerini “o maçı, ben de insanları izliyordum” sözleriyle özetleyen björk’ün futbolun ne olduğuna dair yaptığı tanım da klasikler arasında: “futbol bir üreme festivali. yumurtaya girmeye çalışan 11 sperm görüyorum. kaleci için üzülüyorum.”

    1996 yılında björk’un akıl sağlığı bozuk bir hayranı onu asit bombasıyla öldürmek istediğini ve bombayı nasıl hazırladığını anlattığı bir film çekiyor. 21 yaşında ve adı ricardo lopez olan kişi, yapılan ihbar sonucu kamera karşısında ölü olarak bulunuyor. intihar eden lopez, kasette bombayı björk’un londra’daki evine gönderdiğini anlatıyor. paket polisler tarafından björk’ün evine ulaşmadan bulunuyor. bunun üzerine björk yaşadığı evden taşınıyor.

    1999’da lars von trier’ın dancer in the dark filminde canlandırdığı selma jezkova karakteriyle sinema eleştirmenlerinden tam puan alıyor. bu filmdeki rolüyle cannes’da en iyi kadın oyuncu ödülünü, akademide de oscar adaylığını kazanıp, oyunculukta da gelebileceği noktanın altını çizmiş oluyor. öte yandan bu filmde yaşadığı deneyimlerim kendisi için her açıdan bir felaket olduğunu söyler. sürekli, her gün ama her gün yüzlerce kişinin içinde bir platoda bulunmak, tam bir kabustur onun için. her sabah uyanır ve yine herkes oradadır, burnunun dibindedir, hepsi... belki insanlar farkında değildir ama, björk oldukça içine kapanık birisidir. stüdyoda, albümlerimi kaydederken, etrafında sadece bir ya da iki kişi olur, bunlar da uzun süreden beri tanıdığı, kendilerine güven duyduğu insanlardır. çoğu zaman, izlanda'da evine çekilmiş olarak, korunaklı bir şekilde yaşamayı tercih ettiğini söyler. halbuki bir film setinde her şey işgal altında gibidir.

    filmin soundtrack’ini yazabileceğini, lars von trier’in görüntülerini, bakışını adapte edebileceğini ve dönüştürebileceğini biliyordur. eğer lars von trier o kadar ısrarcı davranmasaydı, asla bu filmde oynamayacağını da söyler. ama trier, björk’ü baskı yapıp ikna eder. aylar boyunca, sıkı durur björk, sadece filmi n müziklerini bestelemekle yetinip oynamayı reddeder, durmadan trier’e hakiki bir oyuncu bulmasını söyler. ama trier , iki yılın sonunda, eğer björk oynamayacaksa filmden vazgeçeceğini söylemeye kadar götürür işi. björk de bütün müzikleri bestelemiştir ve trier’in kendisine adeta şantaj yaptığını ima eder. iki yıllık bir çalışmanın buharlaşıp gitmesini görmek istemez. oynamayı kabul eder ve kendisi açısıdan çok zor bir dönem olur.

    bu sinema deneyimi björk’e müziğe sadık kalması gerektiğini öğretir. o dönemde, içinden helen kendi müziğini yapmayı ihmal ettiğini, bir kenara ittiği hissine kapılır. sesini bulduğu, hayatını sesiyle kazandığı için şanslı olduğunu fark eder. dolayısıyla da, müziğe daha sadık olması gerektiğini, başka mesleklerle aptal aptal flört etmemesi gerektiğini anlar. sadece bir şarkıcı ve fotoğrafçıların kurbanı olmak yerine, stüdyoda, bilgisayarların başında mesleğini ileri götürmek için daha çok vakit geçirmeye karar verir.

    en usturuplusundan elektronik sesler, dans ritmleri, durduk yerde nefesli sazlar, hiç yoktan yaylılar, hatta ve hatta arp nağmeleri... tabii ki hınzır ve masum bir vokal... björk kısaca böyle biri: kutuptan gelen, ateş ve buz şarkıları söyleyen bir şantöz.
  • edepsiz havva imajıyla björk: görsel

    foto: laura levine, 1991.
  • top gear'ın bir bölümünde izlanda'lıların macera ve farklılık seven yanı için richard hammond şöyle bir cümle sarfetmişti:

    "- this is iceland, they think "bjork is normal" here"
    (burası izlanda, burada bjork'ün normal olduğunu düşünüyorlar)
  • sugarcubes'de sakız çiğneyecek sahnede zıplayıp boynuna mikrofon kordonu dolayan arkadaşına şaşırıracak, debut'da uzuuunca bir tıra binip dansedebilecek, post'ta ki sıkılganlığını albüm adı ve yakasındaki zarf kenarı deseniyle ifade edecek, kafa karışıklığı hakkında da "possibly maybe" diyecek, homogenic'te bulduğu "kendini yazan" kitabı karıştırırken e bir de şarkı söylemeyi ihmal etmeyecek, vespertine'de e.e. cummings'e selam yollayıp üç defa "to a boy" derken masumca yere bakabilecek kadar tuhaf bir şey.

    üstelik royal opera house vespertine konserinde cocoon'un sonundaki o olağanüstü doğaçlamayı yapar. doğaya inanır. araba kullanmaz. ormanda yürür. şu sıralar bir gölü tecrübe ettiği, daha az bağırdığı, dünyanın özü olmaya devam ettiği söyleniyor.
    ilk entry'mi ona yazacağımı ve yazdığım şeyi kesinlikle beğenmeyeceğimi biliyordum.
  • yeni dinlediğim bir şarkısını o kadar çok dinliyorum ki diğer şarkılarını keşfettiğimde 1 yıl falan geçiyor.
  • tanrının serbest çalışması...
    deneysel ve mükemmel...
  • izlanda ile karistirdigim ulke.
  • 23 temmuz 2008 bjork istanbul konserinde declare independence adli $arkisinin ardindan "tekbir" diye bagirirsa infial olur diye düsünüyorum ben.. konser mekani bu duruma "cevab veremez"
  • 23 temmuz 2008 bjork istanbul konserinde declare indipendence sarkisinda "en büyük cimbom" diye bagirirsa oracikta "sariiiiiiaaaa" derim.. aklini alirim harbiyenin... o dakka tutamazlar beni cosarim "eski hilton sari deseneeeeee deseneeee deseneeee" diye diye atlarim sahneye.. belki böylelikle bu ülkenin insanlarinin şey edemediklerini ben şeyetmiş olurum.. çok garip olur..
  • yaptığım araştırmalara göre, björk'ten başlangıçta nefret edip, sonrasında ona tapanlar bi araya gelseler, bi evi doldurabilirler-
    soru: bu ev kaç m^2'dir??
hesabın var mı? giriş yap