• ya depresyon içinde bulunduğumuz hayata dair belli bir farkındalık seviyesinde gösterilebilecek en gerçekçi yaklaşım ve en normal tepkiyse ama toplumda üretim gücünün düşmesine yol açtığından küresel düzeyde hastalık olarak değerlendiriliyorsa? belki de aslında neşeli ve hayatı sever halimiz bir kafa güzelliğinden ibarettir. belki depresyon hakikattir. (bkz: conspiracy keanu)

    sonuçta aslında hayatının çoğunluğu işçi arılar gibi küresel bir ekonomik çarkı çevirmek için çalışmaktan ibaret olan bireylerin hayatından mutlu olmak için nasıl bir gerekçesi olabilir? sabah akşam bal taşıyan, hiçbir zaman kraliçe arıyla çiftleşemeyecek ya da kendi kovanına veya çocuklarına sahip olamayacak olan erkek arının hummalı bir şekilde polen ararken "ne kadar güzel bir gün" demesi nasıl mümkün olabilir?

    işçi arı o farkındalık seviyesine ulaştığında mutsuz olmasından daha doğal bir sonuç olabilir mi? o arının yatağından çıkıp terliklerini giyip sabah 7'de yeniden mesaiye koyulmasının "doğru olan" olduğuna onu kim ikna edebilir? hayatının anlamsızlığına bu kadar vakıf olmuşken "gel bizle takıl biraz sosyalleş unutacaksın"ın, "biraz nektar iç iyi gelir"in bu farkındalığa bir örtü değil de çözüm olduğuna kim kefil olabilir?

    bu açıdan baktığımızda gerçek hastalığın ve gerçek depresyonun bizde değil de etrafımıza örülü bu yaşamsal düzende olduğunu söyleyebiliriz. eğer borçlanma ekonomisi, gelir uçurumu, modern toplumsal yapı bizim genlerimize kodlanmış unsurlar değilse o zaman onlara karşı metabolizmanın gösterdiği tepkileri "doğal değil", "rahatsızlık", "hastalık" diye nitelendirmek de doğru olmamalı. ama sisteme steteskopu dayayıp "hmm" deyip "sizin insan hayatına olan toleransınız düşmüş" diyen sistem doktorlarımız olmadığından ceremesini biz insanlar çekiyoruz anastasya.
  • en basitinden sacini taramak istememek, aynaya bakmamak, disini fircalamamak, uyumak, yememek, icmemek, aglamak, resimlerle konusmak, giysilerle, duvarlarla konusmak dinlemek, anneden kacmak, arkadastan, dosttan kacmak, kendinden kacmak, kendine acimak, kendini yargılamak, kendinden korkmak, kendini kendine karsi korumaya çalismak, kalabaliktan kacmak, doktordan kacmak, konusmaktan kacmak, susmaktan kacmak, dusunmekten kacmak..
  • bak çok ciddi söylüyorum, sağlık bakanlığı, hükümet ya da her kimse de artık birileri çok fena şekilde karşı bu depresyon olayına. kökten çözümünü de bulmuş üstelik. benim beyin kimyasalları karıştı bi zaman, gittim psikiyatriste, bana ilaç yazdı depresyondasın diyerekten, çıkıp eczaneye vardım, "ilaç daha yeni çıktı piyasaya depodan getirtelim bekleyin" dediler, neyse bekledim geldi ilaç, lan açtım bi okudum içindeki o ismini yazmayı beceremediğim kağıdı, ilaç on numara, her derde deva, yalnız küçük bir yan etkisi var ilacın; intihar. valla bak, resmen yazmış adamlar "24 yaşın altındakiler kendini öldürüyor, üstündekiler yıpratıyor" falan diye. lan göt hoşafları, ilaç zaten yeni çıktı dediniz, e deneme aşamasında kaç zayiat verdiniz de yazdınız bunu o kağıda. olm mutlu olmam gerekmiyor muydu benim o ilacı içince, intihar ne lan? mutluluktan kendini mi asıyor bu ilacı kullananlar? bu mudur yani modern tıbbın depresyona yaklaşımı; "ölsün ibneler" mi.
  • british museum'da bulunan, akadlardan kalma 3000 yıllık kil tabletlerde depresyona dair bilgiler verilmiş ve özellikleri belirtilmiş,

    "eğer süreğen olarak kalp kırıklığı(hip libbi)
    yaşıyorsa,

    yatağında sürekli korku içindedir,
    kalbi öfkeyle doludur,
    gece ve gündüz uyuyamaz, korkulu rüyalar görür ve hareket edemez hale gelir,
    ekmek ya da biraya karşı istek duymaz,
    söyleyeceği sözcükleri unutur."

    asurlulardan kalma bir kil tablete yazılmış bir mektupta ise depresyona dair şunlar yazılmış,

    "süreğen olarak kalp kırıklığının acısını hissediyorum, korku, titremeler yaşıyorum, sürekli endişeliyim, sürekli korkuyorum, sürekli kendi kendime konuşuyorum, korkunç rüyalar görüyorum"

    3000 yıl önce kil tabletlere çivi yazısı ile yazılmış tanısal bir el kitabında ve bir mektupta, bizim bugün de tanısal olarak kullandığımız huzursuzluk, kaygı, uykusuzluk, iştahsızlık, isteksizlik, tahammülsüzlük, unutkanlık gibi belirtilerden bahsedilmiş olması ne kadar ilginç.

    arada binlerce yıllık insanlık deneyimi varken bile duygular ne kadar benzer demek ki...
  • yastıkta rimel lekesi.

    kadın hastalığı olarak da bilinir. araştırmalar giderek daha çok sayıda genç kadının depresyonun pençesine düştüğünü ortaya koyuyormuş. bana da gelir gider bazen. yaklaştığını hissettiğimde, huzursuzlanamaya başladığımda sporu artırırım, işe sarılırım, arkadaşlarımla daha sık görüşürüm, deli gibi okurum ama içimdeki o eksiklik, tamamlanmamışlık, hiçlik duygusunu çıkarıp atamam. ta ki bir sabah yeniden güneş açana, biri "geçecek" diyene kadar.

    eminim ki hayatını köyde geçiren babaannem, doğum sonrası depresyonlarını saymazsak, hiç bir zaman depresyona girecek vakit bulamadı. zaten depresyona girmesi için de bir neden yoktu. ailesi, çocukları, tarlaları, hayvanları, meyveleri, sebzeleri, evi ve hatırasını bir ömür boyu yüreğinde yaşattığı temürü vardı. yani sevgiyle örülü bir yaşamı, dolu dolu bir günü, yapılacak işleri, çözülecek sorunları, büyütülecek çocukları ve hayat yorgunlukları vardı. akşamları duasını ettikten sonra mışıl mışıl uyur, sabah kalkınca da hayata kaldığı yerden devam ederdi.

    biz, dönemin genç kadınları boktan bir dünyada yaşıyoruz. ilişkilerin laçka laçka olduğu, beklentilerin yükseldiği, kusurların affedilmediği, sorumsuzluğun özgürlük, köle gibi çalışıp ezilmenin ekonomik bağımsızlık diye yutturulduğu berbat bir dünyada yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. üstelik bu insanın içini oyan gerçekliğin içinde bir de kurguyla rekabet ediyoruz. beyaz perde, romanlar, televizyon, reklamlar, dergiler aşıladıkça aşılıyor: güzellik reçeteleri, diyetler, işte başarılı olmanın püf noktaları, bu senenin modası, partnerinizi memnun etmenin 10 yolu, anti-aging kremleri, anti-selülit losyonları, anti-yaşlanma programları... istesek zamanı bile yeneriz, labaratuarlarda çalışmalar sürüyor, değil mi? çocuk da yaparım kariyer de, üstüne doktoramı da alır, fildişi sahillerinde tatile giderim diyen mükemmel kadınlar kendilerini günün birinde karanlığın içinde buluveriyor işte. o güçlü, o cesur, o yıkılmaz, o amazon kadınlar kolunu yerinden oynatamayacak kadar halsiz düşüyor. o arkadaş canlısı, sosyal, güleç kadınların güzel yüzlerinde çizgiler derinleşiyor, hiç geçmeyen bir hüzün oturuyor göz bebeklerine. gelsin ağlama krizleri, panik ataklar, endişeler, korkular, yalnızlıklar sonra...

    hiç bir insanın kendi çabasıyla erişemeyeceği bir ideal yaratıldı çünkü ve o ideal kadınların önüne kondu hedef olarak. onlardan gelenekselliği reddetmeleri, özgürleşmeleri, kendi ayakları üzerinde durmaları bu esnada da daha güzel, daha çekici, daha dişi olmaları beklendi, ama kimse kadınların bu süreci nasıl atlattığına kafa yormadı. sol tarafa baktığımda bile sadece beklenti görüyorum, kadınlardan isteniyor hep, bekleniyor, değişmeleri bekleniyor, uyum sağlamaları, destek olmaları, taşın altına elini koymaları, anlayışlı olmaları, yemekten sonra çay yapmaları, ama kimse "yorgun musun" demiyor. bir anneler günü, bir de kadınlar günü. ne komiksin dünya. ne komiksin... sana zaten ara sıra ışıkları kapamalı.
  • geçmişe dair pişmanlık...
    şimdiye dair değersizlik...
    geleceğe dair ümitsizlik...

    şeklinde olan triad.
  • tolstoy'a depresyon nedir diye sormuşlar. o da "şu anda karşıma bir cin çıksa ve dile benden ne dilersen dese, dileyecek hiçbir şeyim yok!"demiş.
  • kendini tanıma fırsatı.
  • bu coğrafyanın insanı olarak doktora ölmeye 10 kala gittiğimiz ve 6 yaşımızdan beri kendimize teşhis koymaya alışık olduğumuz için, gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki şu sıralar depresyondayım.
    mesela hava hiç istediğim gibi değil; çok sıcak, çok nemli, serin esiyor, güneşli gibi duruyor ama ayaz, kapalı, güneş gözümü alıyor vs. vs.
    sonra bütün manasız şarkılar bayılıyorum. şu an körü körüne özcan deniz' in sen beni öldürcen mı çıldırtcan mı parçasının muhteşem güftesini savunabilirim. gerçekten çok içli bir şarkı; "boğazıma kadar acılara battım, desem inanır mısın? bi çaresi bulunur diyorlar, yalana bakar mısın?"
    3-4 haftadır bayılıyorum özcan denize, ayrıca anasına bacısına sövdüğüm "bir istanbul masalı" nın her duyduğumda irkildiğim müziklerinin mp3 ünü yüklemem ve döndere döndere dinlemem de cabası.

    akşamdan kaldım hala kafam dönüyo, ağzımda dişlerimi tuvalet fırçasıyla fırçalamışım gibi bir tat olmasına rağmen, masa altından rakı içesim, eğer iş yeri anason kokar derseniz derhal konyağa dönesim de var.

    mesai saatleri içinde sekizyüzalmışdokuz kere çalan telefonumu açmadan önce hiç üşenmeden her seferinde "herkimsen allah belanı versin ne var?" diye tıslamam, paçalarını kısalttırmayı unuttuğum pantolunumu, üzerine kısa kollu anne merserizesi kazağı, hava 25 dereceyken yün çorap ve çizme giyip işe geldiğimi servisten inince farketmem, paçalarımın yerleri süpürmesinden rahatsız olmamam, ergenlik sivilcelerimin tekrardan pörtlemesi ve sivilcesiz yılların hesabını sorarcasına her yerime yayılmaları, gözümde arpacık çıkması ve nedense burnumun olduğundan daha büyük görünmesi, dün çay içmeyi unutmuş olmam, akşamki rakı sofrasını olduğu gibi bırakmış olmam sebebiyle bu akşam eve gidip onu toplamak zorunda kalmamak amacıyla alternatif ikametgah arayışlarına girmem, cep telefonu gelen 3 mesajın birinin cardfinanstan, birinin bonuscardtan ve sonuncusununda kontörbizden' den olmasına sinirlenip turkcelli aramam ve -istemiyorum kardeşim ben beleş kontörünüzü başınıza çalın, mesaj falan da tamayın bana, zaten aveaya geçcem izimi bulamıcaksınız- şeklinde zavallı callcenter görevlisini azarlamam, sonra -pardon biraz sinirlerim bozuk- demem, akabinde kaltak karı bu duygusal itirafıma otomatiğe bağlanmış gibi konuşmaya devam edince tekrar delirip, -senin beynin otomatiğe bağlamış, harddiskin yanmış, allaaaan makinası- diye bir daha kaymam,
    -invoice and quarantee letter are completely different things, see you later- diye bir mail yazıp almanyada bi firmaya yollamam ki umarım virüs olduğunu düşünmüşlerdir...

    teşhis koymakta süperim; kesin depresyondayım, lakin ilaç yazamıyorum kendime. sigara içtim, alkol aldım, 2 kilo bile verdim geçmedi.

    kendimi kontrol ediyorum; hala özcan denize hastayım. akşama kasedini aliim eve giderken, belki çivi çiviyi söker.
  • yarim olmak , tad alamamak , gormek istemedigin aci gerceklere zorla baktirilmak
hesabın var mı? giriş yap