• 20.'ci yüzyıl çok kanlı değildi. savaşların 100 milyon kişinin ölümüne sebep olduğu bir gerçek. rus gulag' ları için 10 milyon daha ekleyin. çin kamplarında,asla bilemeyeceğiz ama, 20 milyon diyelim. yani 130, 135 milyon ölü.
    çok etkileyici değil. 16.cı yüzyılda, ispanyol ve portekizlilerin yönetiminde, gaz odası ya da bombalar kullanmadan latin amerika'da 150 milyon kızılderili katledildi. baltalarla! bu sıkı bir çalışmadır,rahibe. kilise tarafından desteklense bile, bu büyük bir başarıdır daha sonra hollandalılar,fransızlar,almanlar onları takip ettiler ve bir 50 milyon da onlar öldürdüler. toplamda 200 milyon ölü! tarihi en büyük katliamı burada yaşanmıştır. ve en ufak bir facia müzesinde bile değildir.
    insanlığın tarihi
    korkular tarihidir

    remy'nin filmdeki en etkili* monologlardından biri
  • hakkinda yuzlerce yorum cikarilabilcek yogun bir film.
    kanser? remy'nin vucudunu barbarca istila ederken dunya tarihi, aile tarihleri, iliskilerin tarihleri tatli tatli sorgulanir. her turlu istilaya (en azindan bir sure) karsi durmanin belki de tek yolu uyusturmak/oyalamaktir bunyeyi. eroinle, seksle, basariyla, bilgisayar oyunlariyla, parayla, gucle, denizle, tekneyle, tanriyla, dinle, kitaplarla, bilgiyle, iliskilerle...
  • insanin kendi kendisine "acaba mutluluktan mi yoksa uzuntuden mi agliyorum??" diye sormasina sebep veren bir film.
    pek de spoil edilebilecek bir film degil, icerik onemli sondan ziyade ama olsun:

    acaba remy'nin dogdugu gundeki kadar sefil, aradigi anlami o gunku kadar bulamamis olmasina mi agliyoruz, uzuntuden; yoksa o anlami hic bir zaman bulamayacak olmamiza ama yine de onu arayip, ve oyle yasayip olmenin en dopdolu hayati bitirmenin guzelligine mi agliyoruz, mutluluktan?

    kizinin son mesajini izlerken ya da, kizinin uzuntusune mi agliyoruz, icin icin, yoksa "nasil yaptiysan, kizina hayata olan o sonsuz askini gecirebildin" demesine mi seviniyoruz?

    gol evindeki sinemadan cok tiyatro kurgulu, enfes otesi diyaloglarla insana beynel bir haz veren diyaloglarin en vurucu olmasi bi yana, icindeki her fikir incelenecek olsa, denizin icindeki volkanik patlamaya benziyor bu film: bir fikir genlesip patliyor, oradan bir digerine, sonra bir digerine. varoluscu ve hedonist bir hayatin sonundan, batili elitistlerin dogrulanmis barbarliklarina...

    sebep oldugu her fikir parcacigini paylasmak isteten bir filmdi, o paylasma duygusunu ozleterek de olsa...
  • sonunda francoise hardy nin l'amitie isimli $arkisi calar. gozya$larini henuz akitmami$ olanlar burda birakirlar kendilerini. s'il me reste un ami qui vraiment me comprenne , j'oublierai à la fois mes larmes et mes peines (eger beni gercekten anlami$ bir arkada$im kaldiysa, hem gozya$larimi ve hem acilarimi unuturdum) der bir yerlerde francoise ablamiz. bitirir insani. (bkz: arkada$lik)
  • öncelikle şunu söylemek istiyorum: her filmin bir izleyici kitlesi vardır ve bu filmin izleyici kitlesi marx kimdir? sorusuna "marks and spencer'ın marks'ı mı?" ya da "haa bi de lenin mi ne vardı di mi?" diyenler değildir. kendinizi bu kategoriye koyuyyorsanız ki kesinlikle aşağılamak için soylemiyorum izlemeseniz de olur filmi. ha seyirlik film o ayrı. arkadaşınız çok ısrar ederse, kırmayın izleyin, sıkılmazsınız.
    film bana, yani sıkı bir aile yapısından gelmiş, bir zaman devrimcilik oynamış, sonra asıl devrimciliği başka yerlerde aramış, şimdiler de ise ne yaptığını ya da yapması gerektiğini tam bilmeyen birine çok şey ifade etti.
    sanıyorum filmin senarist ve yönetmeni de bir günah çıkarma olarak düşünmüş filmi. zamana göre değişen çeşitli tipteki özgürülük fikirlerini sonuna kadar savunmuş, hayatı doya doya yaşamaya çalışmış bir kuşağın günah çıkartması olarak da düşünülebilir film. özellikle de sonraki nesile karşı. sanırım rutkay aziz de buna benzer bi yorum yapmıştı, kendi ve kızının ilişkisi için.
    filmdeki karakterler ve olaylar (hmm enstantane demeliyim sanırım) çok çok iyi kurgulanmış. iyi bir sanat eserinin yapması gerektiği gibi yüzlerce kitap okuyarak varılamayacak sonuçları tek bir bakışla, 3 saniyelik bir sahne ile anlatmış.
    film, barbarlığı (olmak, yapmak istemediğimiz şeyin bir simgesi olarak düşünülebilir) yapan kimdir, barbarlığı tanımlayan biz olsak da ne kadar kaçabiliriz bundan, bireysellik ne zaman bireyciliğe dönüşür, ilerlemecilik nereye kadar ilerler, yapmak istediklerimiz ne zaman olmasını istemediğimiz sonuçları doğurur, naapıyorum ben, kimim ben gibi sorular soruyor ve sorduruyor fakat yanıtlarını vermiyor, belki veremiyor, yalnızca durumu anlatmaya çalışıyor.
    türkiye'de 80 darbesi bu kadar kanlı geçmeseydi ya da belki gelenekler, töreler, ananeler daha erken çözülmeye başlasaydı filmde anlatılanları daha empatik yaşayabilirdik sanıyorum.
    filmin sorduğu sorulardan birine yanıtı büyük olasılıkla yakın zamanlarda okuduğum için bülent somay'ın bir makalesinde buldum, sizinle de paylaşmak isterim. biraz da kedi düşüncelerimi katarak kısaca şöyle: çocukken sorulan anneni mi yoksa babanı mı sorusuna birini seçerek yanıt vermeye çalışmak her zaman gerilim yaratır bünyede. yanıttan kaçmak ise hayata dair yapılan bir geri çekilme bir yeniklik hissi yaratır. bu tür sorularla hergün karşı karşıyayız aslında. fakat tercihler bizi kısıtladığı zaman değil, bu örnekte "ikisinin yeri de ayrı" şeklinde yeni tercihler yapabildiğimiz zaman tercih yapmanın anlamı vardır.
    marie-josée croze (nathalie) 'un oyunculuğu ise biraz klişe koksa da çok çok iyiydi. belirtmeden geçemiycem.
    filmin izleyici kitlesi içinde olduğunuzu düşünüyorsanız mutlaka izleyin derim ben son olarak da.
  • insanları ağlatma kapasitesi olan, izledikten sonra okunacak kitaplar listesine bir kaç isim daha eklettirebilen, anne ve babaların izleyince daha yakın hissedeceklerini düşündüğüm film. ayrıca "sebastien" çılgınca fox muldera yahut david duchovnyye benzemiyor muydu, yoksa ben mi yanılmaktayım...
  • milletçe alışkınız, bir filmde mesaj verilecekse kör gözüne parmağım şeklinde gözümüze gözümüze sokulmalıdır; yoksa ı ıh, anlamayız bir türlü.. bu filmin yönetmeni gıcık çıktı, derdini, mealini pek güzel saklamış ironilerin içine.. kişilerin ve geçmişlerinin ne anlama geldikleri güzelce ama çaktırmadan anlatılmış.. her karakter izleyiciye dış dünyadaki farklı bir düşünceyi/duruşu anlatıyor.. zaten "barbarların istilası" baba karakterinin hayat çizgisine adım adım serpiştirilmiş.. izlerken yorulmuyor, "acaba burda yönetmen ne demek istedi" diye sormuyor, zaten cevaplar peşi sıra geliyor..

    filmi sadece "ölüm döşeğindeki baba ve oğlunun, yıllar sonra birbirlerini bulmaları, babanın hazin itirafları, oğlunun ise babasının değerini anlaması" şeklinde izleyenlerin olacağı (ve hatta olduğu) açıktır.. onun için belki bir ikinci seyir iyi gelecektir..
  • orjinal adı les invasions barbares olan kanada-fransa ortak yapımı bir denys arcand filmi.konu şöyle :

    boşanmış ve ellili yaşlarının başında olan remy hastaneye yatırılır. eski karısı louise ve oğlu sebastien’dan, yaşamakta olduğu londra’dan eve dönmesini ister. sebastien tereddüt eder çünkü babasıyla yıllardır birbirlerine söyleyecekleri pek bir şeyleri olmamıştır. yine de annesine yardım etmek, babasına destek olmak üzere montreal’e uçar.

    gelir gelmez, sebastien yeri göğü birbirine katar, tanıdıklarını devreye sokar ve remy’yi bekleyen zorlu sınavı kolaylaştırmak üzere mümkün olan her yolu kullanarak sistemde çatlaklar açar. bunun yanı sıra, remy’nin geçmişinde iz bırakan neşeli topluluğu da babasının yatağının etrafında bir araya toplar: akrabalar, arkadaşlar ve eski metresler. bu “barbar işgalleri” çağında, onlar ne hale gelmiştir?

    eski saygısızlık, dostluk ve acımasızlık hala sürüyor mudur? mizah, zevk düşkünlüğü ve arzu hala rüyalarını dolduruyor mudur? barbar istilaları çağında, amerikan imparatorluğu’nun çöküşü devam eder…

    bu da bana gelen tanıtım mailinden denys arcand (yönetmen-senarist)'la yapılan röportajdan :

    bu senaryoyu geçtiğimiz iki yıl içinde yazdım. konusu uzun zamandır aklımdan çıkmıyordu, ama bana doğru gelen bir yaklaşım bulamıyor gibiydim. her seferinde kasvetli, moral bozucu senaryolara dönüşüyordu. bir gün, olağanüstü acayip karakterlerden oluşan the decline of the american empire kadrosunu yeniden bir araya getirmem gerektiğini fark ettim: mizah anlayışları, alaycılıkları ve nükteleri benim amaçladığım hafiflikte nefes alabilirdi. bütün oyuncular yeni bir maceraya atılmaya hazır ve istekliydi. görünen oydu ki, geçen günlerin ardından, duygusal atmosfer şimdi daha karanlık ve kaçınılmaz olarak da daha yakındı. remy barbar zamanlara girdiğimize karar vermişti. dante ve montaigne ile başlayan batı uygarlığının yok olmak üzere olduğuna inanıyor. ona göre önemli olan yazılı sözün, el yazmasının, tıpkı orta çağ’daki gibi korunması, bu kitaplık ona miras kaldığı için, nathalie’nin görevi olacaktı.

    amerikan imparatorluğu dünyanın mutlak hakimi. bu nedenle, sürekli barbar saldırılarını geri püskürtmek zorunda kalacak. 11 eylül imparatorluğun kalbine vurulan ilk başarılı darbeydi. gelecek olan pek çoklarının ilki…

    bugünün gerçekleriyle aramdaki bağı kaybettiğim hissine hep biraz daha fazla kapılıyorum. sanırım yaşlanmanın en tanıdık belirtisi bu. hayatın sürekli ivmelenmesi ve medya kükremeleri bana itici geliyor. dijital filmlere pek ilgim yok. diyalogları ve oyuncuları seviyorum.

    ülkelerin nesli tükenmekte olan türler olduklarını düşünüyorum. gelecek kuşaklar için, sınır fikri neredeyse konu dışı olacak. bu remy’nin oğlunun da içinde bulunduğu durum. bir yanda amerikan vatandaşları ve diğer yanda vatandaş olmayan yabancılar. washington’dan bakıldığında, fransızlar, bulgarlar ya da japonlar bir ve aynı şeydir: barbarlar.”

    denys arcand
    mayıs 2003
  • 68 kusagi'nin yikilan dusleri, kirilan hayalleri, hayatin anlami,zaman, omur, aile, dostluk, inanc ve sevgi uzerine zarif ve hos bir film. bu arada kanada'nin devlet hastanelerinin durumunun turkiye'dekilerden farkli olmadigini da goruyor insan, ilginc.
  • yılın* en çok ağlatan filmi.
    ayrıca bir iki değil, bir sürü mesaj veren bir film.

    para karşılığında remy'yi ziyarete gelen üç öğrenciden birinin parayı reddetmesi, sonra sebastien'in onun payını diğer iki öğrenciye vermesi.
    eroin bağımlısı kızın remy'ye 'hayatında neyi özlüyorsun' dedikten sonra en sonunda 'senin özlediğin eski hayatındı, o hayatın öleli yıllar oldu' demesi
    sebastien'in bir umutla narkotikte çalışan dedektiften eroin istemesi, ve dedektifin yardım etmesi, ardından sebastien ile dedektif arasında gelişen ilişki.
    remy'nin 20. yy 21. yy yorumlarını dinleyen hemşirenin tepkileri.
    gibi o kadar çok insanın kafasına balyoz gibi vuran olay var ki... üstelik film bütün bunları gayet iyimser bir havada anlatıyor. tek kelimeyle harika...
hesabın var mı? giriş yap