• demirden daha soğuk bir cisme temas etmek. ölüye dokunmak. boş bir oda gibi, önümdeki cansız beden ya da ruhunun yıllarca kullandığı devre mülkü. az evvel taşındı, içeride oturan bedenin, eski sahibi. uyuyormuş hissine kapıldım evvela, devre mülkün karşısında durup, onu izlerken. gözkapakları yarı aralık, elleri iki yana sarkmış, bacakları daha gergin duruyor sanki. soluk alıp vermiyor. ne tuhaf… hep soluk alıp veren birileriyle yan yana gelinir. elimi dudağının üst yanına koydum, hayır nefes yok. inanmak güç. cildi, ten renginden mora dönüyor git gide.

    yaşıyorken “ben şöyleyim”, “benim düşünceme göre”, “benim eşyam” diyordu, uzanıp durmakta ve hareketsiz kalmakta ısrar eden bu varlık, sahiplendiği şeyler hakkında. ona ait olan her şey, bu cansız bedene de ait mi halen? “nereden” bakıyor şimdi bu sahip olduklarına ? yoksa hepsini diğer devre mülk sakinlerine mi bağışladı, mecburen ? sorduğum soruların cevabını biliyor, o şimdi.
    uzanmış duran şu varlık her şeyin sırrını çözmüş durumda… düşünen benim lakin çözen o. ben sadece acziyetimle başbaşayım.

    binlerce yıldır yaşıyor insanlar, zamanla ölüyor, çürüyor toprağın altında. yine aynı insanlar besleniyor topraktan. sürekli bir döngü… sahip olduğum zerreler kimlerden miras bana ? hücrelerimi oluşturan şu atomlar, kimbilir kaç milyon insanın hücrelerinde gezindiler, bana gelinceye dek…
    kıpırtısız duruyor ölü, ben sordukça. belki de zaman da kıpırdamıyordur, devre mülkün eski sahibi için.

    not: 13 kasım günü ölen bir insan için kaleme alınmıştır. yazım tarihi belirsiz.
  • dokunma duyusunu yitirdiğin ana denk düşer..

    yıl 1995, ağustos'un 8'i. henüz zaman ve ölüm kavramını bilmediğim günler..

    annem kötü bir hastalık dönemi içerisinde, büyüdüğümde anlıyorum, kansermiş halbuki. çocuk kalbi ne anlar, senin üşüttüğün gecelerden kalma tatlı bir hastalık sanıyor insan, üzülüyor ama kaybetme korkusu da yok o zamanlar, geçer diyor, geçecek diye umut ediyor. umutsuzluk nedir bilmiyor, ölüm nedir, kaybetmek nedir bilmiyor. babam arabistan'da çalışıyor, malum türkiye şartlarındaki ekonomik krizden dolayı gurbette ekmek derdine düşmüş. biz de başımızda kimse olmadığı için amcamlarda kalıyoruz. derken annem fenalaşmış olacak ki, yengem hastahaneye annemin yanına gideceğimizi söylüyor. endişeleniyorum, endişe kavramının ne olduğunu bilmeden. hastahaneye varıyoruz, görevliler beni küçük olduğum için enfeksiyon kapacağımdan dolayı içeri almıyor, neyse ne yapıp edip bir yolunu buluyor, gizlice annemin yanına çıkıyorum. beni görüyor, seviniyoruz, sarılıyoruz, durumu da çok kötü değil, içim rahat çıkıyorum hastahaneden. bir gün sonra rüya görüyorum, annem ölmüş, tabutla götürüyorlar, herkes başında sağolsun falan diyor. bir garip uyanıyorum sabaha. anlamdıramıyorum rüyamı..

    bir hafta geçiyor aradan. tekrar annemin yanına gitmek üzere yola çıkıyoruz, bu sefer yengem biraz daha telaşlı, bu sefer korkuyorum. hastahaneye gittiğimizde annemi hiç olmadığı kadar kötü görüyorum. gözlerinin feri sörmüş, vücudu sapsarı, her yeri su toplamış. anne diyorum, sesleniyorum, ışıltısı kaçmış gözleriyle bana doğrultuyor gözlerini, tanıyorum. annem beni tanımıyor, kendimi ilk defa ona karşı yabancı hissediyorum. ağlamak ney, üzülmek ney, kaybetmek ney, ilk o an anlıyorum. bir çocuk kalbiyle gözyaşlarımı içime akıtıp, üzüldüğümü belli etmeyerek ayrılıyoruz hastahaneden..

    bir gün sonra tekrar rüya görüyorum, annem ölmüş, sanki tekrar tekrar ölmüş, tekrar tekrar defnediyorlar. kan ter içerisinde uyanıyorum, uyanınca çocuk olmuyorum artık, ölmek hergün uykudan uyanmak gibi geliyor. derken bir öğlen yengem gilin evinde bir karmaşa bir telaş yaşanıyor, sürekli misafirler, sürekli dert yanma, şaşkınlık ve üzüntü hali. gelen misafirler bana bakıyor, acırmışcasına, anlamdıramıyorum, bir şeyler olacak hissediyorum.

    bir sabah beni köye gidiyoruz diye uyanıdırıyorlar, 8-9 yaşlarındayım, köy nedir bilmiyorum, sevindirik oluyorum. arada giderken herkesin gözleri dolu, anlamdıramıyorum, herkes sıkı sıkı sarılıyor bana, şaşırıyorum. duruyoruz geniş bir alanda, üstelik ağaç falan da yok, demek köy böyle bir şeymiş diyorum. arabadan iniyoruz, geldik diye seviniyorum. bir dakika sonra bizle fazla bağlantısı olmayan akrabalarım aynı yerde duruyorlar, bir anda ortalık mahşer yerine dönmeye başlıyor, halamın ilk ağlayışıyla beraber kafama bir şeyler dank ediyor, annem öldü galiba. bir kaç dakika sonra cenaze arabası geliyor, üzerine türk bayrağı serili, böyle köy böyle seronomi olmaz diyorum, hissettiğim şeyin olmadığına dair kendimi kandırmaya çalışıyorum ama olmuyor. cenaze arabası yaklaşıyor, çığlıklar, feryatlar çoğalıyor...

    dünya zifiri bir karanlığa bürünüyor, herkesin gözü benim üzerimde, acımtırak bakışlar, iç sızlanmaları, kimseyi göremiyorum, dünya bir adım ötemde can çekişiyor.

    cenazeyi arabadan indiriyorlar. içimden nereye götürüyorsunuz annemi diyorum ama sesim çıkmıyor. kaldırımda yığılıp kalmışım, bakışlar benim üzerimde, sanki kıyamet kopmuş ve ben tek başınayım, utanıyorum bana acımsar bakan yüzlerle gözgöze gelmeye. annemi ölü yıkama odasına götürüyorlar, benim başım iki elimim arasında, olanları idrak edemiyorum.

    bir kaç dakika sonra biri bana sesleniyor, çeviriyorum kafamı, kim olduğunu göremiyorum ama sözlerini anlamaya çalışıyorum " hadi gel oğlum anneni son bir defa öp"

    zaman havada asılı kalmış, zaman yok, hisler kaybolmuş, renk yok.

    omuzuma yüklenen tonlarca ağırlıkla kalkıyorum yerimden, daha küçüğüm lan, 8 yaşındayım, kaldırır mı bu el kadar beden bunca acıyı. ağır adımlarla odaya doğru ilerliyorum. bat dünya bat. annemin gözleri açık, belli ki gurbette olan babamın hasretiyle gözü açık gitmiş. ağzının arasına tülbent koyup çenesinden bağlanmış. ne yapmışlar anneme diyorum, dünya üzerime geliyor. yıllarca kucağında huzur bulduğum o beden cansız bir şekilde soğuk bir mermerin üzerinde hareketsizce duruyor. yaklaşıyorum yanına, elini tutuyorum, soğuk, hissiz, renksiz.. ellerim titriyor, ilk defa annemden korkuyorum, ilk defa dokundukca huzur duyduğum, hayat bulduğum o bedene yabancılaşıyorum. artık o cansız. birkaç gün önce hayat dolu baktığı gözleri donuk. birkaç dakika önce var olan umutları, korkuları, hayalleri, sevgisi, nefreti, sönmüş... neyi varsa hayatta o beyaz çarşafın altında. çarşafın altında ise soğuk bir beden, o benim annem. morga gidecek ölü, çarşaf da yıkanacak çamaşırhanede diğer ölü adaylarının üzerine örtülmek üzere. son kez öpüp başıma götürüyorum annemin ellerini, son kez tenine dokunuyorum annemin, ve bir daha hiçbir sabaha çocuk olarak uyanamıyorum, ve ondan sonra dokunduğum hiçbir beden o olamıyor.

    "anne girdin düşüme
    yorganın olsun duam
    mezarında üşüme" *
    (bkz: annenin ölmesi/@olay mahalline sonradan gelen defans oyu)
  • sevdiğiniz ruhun, bedenini terk ettiğini hissettiğiniz ilk andır.
    yalnızlığın ve ölümün soğuk yüzüne dokunmak kadar hissiz ve kimsesizlik halidir.

    (bkz: annenin ölmesi)
  • yaşamın değerini hatırlatır. ya da sorgulatır.

    diğer bir yandan; dokunduğunuz beden suda 2 hafta kalmış ise fazla pişmiş balık eti gibi ayrılıverir, parmaklarınıza yapışır. *

    ölü bedenlere yalnızca ruhen dokunulmalıdır.
  • zordur, hele bir de bu beden sizi büyüten kadına aitse, pamuk teninin sıcaklığı soğuğa dönmüşse ve oracıkta siz katarsisinizi yaşamlamak için başucunda gözyaşları içinde hayatta duruyorsanız, bedeniniz ayakta ama algınız musalla taşında. anneannemi annemle beraber yıkayıp yaktığımız ağıtları ona sunarken onun ölü bedenini hep sevdiği gibi yıkayıp, tüm bedenini öperek sarmaladığımız beyaz kefenli halini hatırlamaktır, ölü bedene dokunmak, acıdır ve siz diğer dünyalara inanmayan için onunla sizin beraber son anınız olduğunun, onun yokluğunun kanıtıdır.
  • gecenin kör bir vakti vefatını öğrendiğim babam, evin küçük bir odasında soğuk beton üzerinde yatıyor. beyaz bir örtüye sarınmış, kefen değil. dudağının kenarında bir tebessüm var, hala aklımda... her daim çatılmış kaşları ve kesmeye kıyamadığı sakalları yok. yanakları kırmızı. sanki her an olduğu yerden kalkıp "öğlene ne yiyeceğiz" diyecekmiş gibi, uyuyor gibi, şekerleme yapıyor gibi yüzüne bakınca. ama kımıldamıyor, konuşmuyor, susuyor.

    odanın kapısından bakıyorum. o yerde yatıyor ben onu izliyorum. hala bir rüyanın içindeyim gibi hissediyorum. biri beni dürtüp uyandırsın istiyorum. orda bekliyorum. çatılmış kaşları gevşemiş, dudağının kenarındaki tebessüm büyüyor gibi baktıkça.

    birileri omzuma dokunup dostça gelip geçiyor. kapıya dayanıyorum hala, bir yere dayanmam lazım, yıkılırım yoksa...

    hastalandığımız zamanlarda "durun ben sizi bir terletirim bişeyciğiniz kalmaz" diyen babam, buz gibi yatıyor. yanına sığışmak istiyorum. usulca yaklaşıyorum. elimi tereddütlü. korku değil bu, onun öldüğü gerçeği ile yüzleşmek. hani filmlerde görürüz ya öyle işte, dokunmakla, dokunmamak arasında kalıyorum. gözlerimi kapatıp elimi yüzünde gezdiriyorum. hala sıcak... bembeyaz, pırıl pırıl parlayan saçlarına dokunuyorum. bir ölüye dokunmak gibi değil bu. ölü gibi değil, ölmüş gibi değil. gözlerimi açıp saçlarını düzeltiyorum, kaşlarını. o kesmeye kıyamadığı sakallarından arta kalanları seviyorum. belki yaşarken sevemediğim kadar çok seviyorum babamı. o yatıyor, ben ağlıyorum. usulca çekiyorum elimi, elimde onun sıcaklığı, içimde ölümünün soğukluğu... ılık ılık ağlıyorum...
  • sanırım hayatın ne büyük bir lütuf olduğunu ve aslında kurmalı bir oyuncaktan farkımız olmadığını bize hissettirir..
hesabın var mı? giriş yap