• ondört, onbeş yaşlarındayım sene 98. kuzenimle su tabancalarının içerisine çamaşır suyu doldurup akmerkeze gittik. önümüze ne geldiyse vakko,mango,diesel girdik çaktırmadan sıkıyoruz kıyafetlere, cephanemiz bitmeye yakın ilk uğradığımız mağazalardan biri olayı çakozlayıp güvenliğe haber vermiş.

    alışveriş merkezinde olanüstü hal ilan ettiler, çıkanların üstlerini arıyolar filan. eylem silahlarını tuvalete atıp, şüpeli hareketler sergilemekten kaçınınıp sıvışmıştık. acayip eğlenceliydi!
  • bi keresinde dişlerimi fırçalamadan yatmıştım..
  • dokuz eylül üniversitesinin bahçesinde koca bi ibrik heykeli mi ne vardı, havuzlu falan, çok da hatırlamıyorum. ne işi vardı orda ibriğin ben de bilmiyorum ama bahar şenliklerinde sahnedeki grup çav bella çalmaya başlayınca onun üzerine tırmanıp eşlik etmeye başladım deli gibi, böğüre böğüre, tükürükler içinde, böyle yumruk havada, sümük gibi de sarhoşum amına koyiim, sikimin solcusu, sen ne anlarsın gavat. var ya deniz gezmiş görse o halimi, "sikerim devrimini" der, gider köyüne imam olurdu. neyse ben kaptırmışım orda, bi adam geldi, yanıma "in lan aşağıya, polisim ben" dedi, "hemen abi" deyip atladım aşağıya. düşünüp karar vermem bir saniye bile sürmedi. en anarşik hikayem şarkının ikinci nakaratını bile göremeden bitti gitti amına koyiim.
  • buraya yazmak için aklıma üç dört farklı hikayem gelmişti ama az önce hepsini tek kalemde silecek bir şey yaşadım.
    efenim ben içki içen bir bireyim.* öyle her zaman değil ama aniden canım çekerse, erişimim kolay olsun diye evde muhtelif içkilerden bulunduran bir insanım. sadece bira bulundurmam çünkü tüketimine oranla fazla yer kaplar. ben veya evimdeki birileri içmek istediğinde mahallemdeki tekeli ararım o da çırakla yollar.
    bugün evden çalışıyorum, öğleden sonra işim bitti. balkonum akşam güneşinde mis gibi olur. bakıcı oğlumu parka götürdü (sakin olun çocuğumun izni var) ben de ayaklarımı uzatıp balkonda güneşe karşı bira içmek istedim. ortam müsait, hevesim var ama ne yok? bira. tekeli aradım çırağın izni yokmuş yollayamadılar. kadın dedi ki "sırt çantanı al gel, hallederiz."
    şifreli konuştu galiba diye düşündüm, altı üstü bira neyi hallediyoruz. ama işte gizem severim, macera benim işim. maskemi ve gözlüğümü taktım, sırt çantamı kaptım vurdum kendimi yollara. (yaklaşık 70 m kadar bir yoldan bahsediyoruz. boru değil!)

    içeri girer girmez karşımda "alkol satışımız yoktur" yazılı a4'ler gördüm. alkol ne be? içki onun adı içki. hani insan bazen yavaş yavaş delirdiğini düşünür, kendini yoklar iyi miyim diye. kadına sordum "iyi miyiz?" dedi ki "bunlar daha iyi günlerimiz." aslında tam orada "susma sustukça sıra sana gelecek" iyi giderdi ama kadın arkaya gel, çantanı aç, istediğin biraları göster diyerek kanun dışı davranışımızı en hızlı şekilde bitirme derdindeydi.

    dediklerini yaptım, biraları yerleştirdik tam çantanın fermuarını kapatırken duruma biraz yukarıdan bakma gafletinde bulundum. sonra tutamadım kendimi, çoktandır bu kadar uzun kahkaha atmamıştım. gülmek bulaşıcıdır ya kadın da gülmeye başladı, dışarıda kapının önünde bekleyen kocası geldi tedirgin bir şekilde ne yapıyorsunuz diye. nefesimiz kesildiği için anlatamadık da. gözlerimizden yaş gelene kadar güldük. adam da gülüyor ama çaktırmadan dışarı bakıyor, galiba erketeye yatmış polis gelirse diye. tadını çıkaramadı, yazık.

    yıl 2021, ülke türkiye. dünyayı saran virüs salgınından ölmeyelim diye yüce devletimizin aldığı önlemlerden en sıkı uygulananı olan içki yasağını deldim. bu şartlarda bize düşen anarşistlik bu kadar işte.

    ha bu arada notumuzu da düşelim: gittiğiniz gün tüm sokakları "alkolle" yıkayacağız. ancak temizlenir.
  • ihtisas yıllarım. 14 mart tıp bayramı. ttb'nin taksim'de eylemi var. yani g(ö)revdeyiz.
    tabii hiç bir eylemden eksik kalmayan bendeniz de gideceğim.

    o sene bakan 14 mart öncesi acayip açıklamalar yapmış, ağır cezalar vereceğiz, grev söz konusu olamaz vs vs.
    azıcık korktuk ama yok, kesin gideceğiz. ttb otobüs kaldırdı hastaneden. bindik gittik. en yakın arkadaşım ve ben de siyah deri eldivenler falan takmışız, tam asi gençlik. ttb'den bir eleman geldi. ikimizin eline birer demet kırmızı karanfil verdi. bunları dağıtın dedi yok oldu. o sırada basın geldi. arkada klasik bakırköy pankartımız düşünme değil eylem zamanı, önde karanfiller ve biz. sürekli fotoğrafımız çekiliyor. tamam dedim yaktık ihtisası.

    ertesi gün bir baktık 4 büyük gazetede kankam ve ben, havalı deri eldivenler ve birer demet karanfil. bir de fotoğrafın altında koca puntolarla 'tehdide aldırmadılar' yazıyor. sanki sadece biz aldırmadık! başımızdan aşağı kaynar sular döküldü tabii. şefimiz çağırdı, 'tamam eylem yapmayın demiyorum, hobi olarak yine yapın ama bu fotoğraflar ne' minvalinde fırçaladı. başhekim yardımcısı çağırıp ikinci tur fırça kaydı.

    bu arada neredeyse tüm arkadaşlarımız il sağlık müdürlüğünden savunma için çağırılıyor. bizi çağıran yok.

    meğerse otobüse binerken ileride bir sivil fotoğraf çekiyormuş. biz ekürimle bakkaldan su alırken çekildiği için biz yokmuşuz ve basın fotoğrafı delil olarak gösterilemiyormuş. en büyük anarşikliğimizi(!) böyle cezasız atlatmıştık. ve sonraki eylemlere tabii ki yine gittik ama arkalarda durduk, hafiften korkak anarşistler olarak..
  • geçtiğimiz günlere kadar taksim kabataş füniküler hattında theremin çalarak metro müzisyenliği yapıyordum. istanbul metrosunda müzik yapabilmek için istanbul ulaşım a.ş. ile 3 aylık sözleşmeler yapmanız gerekiyor. işte ben bir 3 aylık izin almış gayet güzel takılıyordum. bu izin süremin dolmasına yakın sözleşme yenilemek için gittiğimde o hattı kullanan yolculardan mailler aldıklarını ve yaptığım müziğin yolcuların psikolojisini bozduğuna dair şikayetlerle karşılaştıklarını söyleyip sözleşmemi yenilemediler. elbette ki bu bahane kocaman bir yalandı, sorun istasyon çalışanlarının istasyonlarında bu tarz farklı faaliyetlerden rahatsız olmasıydı. zaten hiçbir vasfı olmayıp az biraz cemaate yakın olduğundan orada işe girebilmiş istasyon şefinden tut güvenlik görevlisine kadar herbiri çaldığım 3 ay boyunca beni sikeceklermiş gibi baktılardı ve sonunda da maddi olarak beni biraz olsun rahatlatan kapıyı da kapatıp siktiler de.

    herneyse, işte ben çok faklı bir enstrüman çalıyorum, yolcuların ilgisi muhteşem, onlara theremin çalmayı denetiyorum, gerçek bir kültür ateşesiyim modunda gittiğim istanbul ulaşım, halkla ilişkiler biriminden babayı almıştım. evet sözleşmem yenilenmiyordu ama varolan eski sözleşmemin zamanının bitmesine bir gün daha vardı. iş bundan sonra anarşikleşiyor zaten. madem insanların psikolojisini bozuyordum öyleyse son metro müzisyenliği günümde bu hatamı düzeltmeliydim. hiç üşenmedim, ses kartı, laptop, monitörler getirdim fünikülerde her zaman çaldığım yere. aynı zamanda çalmama kararı alsam da theremini ve her zamanki ekipmanımı da kurdum. evde süper bir playlist yaptımdı, infected mushroom'lar, goa gil'ler, astral projection'ları havada uçuşuyor... kasten sesi de yüksek ayarladım ve bastım play'e. aman allahım ortalık yıkılıyor. yolcular kulaklarını tıkıyor, istasyon görevlileri şaşırmış, sürekli telsiz-telefon irtibatındalar birileriyle. az sonra polis damlar diyorum kendi kendime. ama bir yandan da sözleşmeme güveniyorum, zira bir gün daha burada çalmak hakkım var. en fazla kurallara uymadığım gerekçesiyle gelip sözleşmemi feshederler. ama türkiye burası adamı sikebilirler de... işte böyle kafa da birbirini çürütüyor kuruntular. velhasıl kelam 1 saat boyunca istasyonun ezik görevlileri sadece ellerinde telsiz etrafımda dolaştılar, "hayırdır, ne iş?" bile diyemediler. 1 saat sonunda taksim ve esenler'den istasyon şefleri ve halkla ilişkilerden birileri geldi. ama etrafım nasıl kalabalık... zira o hattı kullanan yolcuların eminim ki neredeyse hepsi memnunlar yaptığım müzikten ve merak ediyorlar neden dokunmadan müzik yapabilen adam bugün goa trance çalıyor diye. aynı zamanda küçük dovizler de hazırlamışım, bana halkla ilişkilerde söyledikleri gibi, cenaze marşı gibi müzik yaptığım için sözleşmemi yenilemediklerini ve kalan şu son performans hakkımda sizleri mutlu etmek için neşeli melodiler çalarak özür dilediğimi yazmışım. bu istanbul ulaşım'ın kodamanları ilk başta sert girdilerdi, sanki bi sikimlermiş gibi. birisi sözleşmemi alıp yırtmaya kalktı sıçradığım gibi elinden aldım, sonra polis çağırın diye talimat verince ben de atladım evet çağırın bu beyefendi resmi evrağı tahrip etti falan diye hiçbirfikrim olmadan sıkmaya başladım. adamlar bi irkildi. etrafımız daha da kalabalık oldu. tamam dedim başardım. 30-40 kadar cd dağıtıp, istanbul ulaşım'ın bu tür sanat yönetimini yapamayacak kadar yetersiz bir kurum olduğunu, farklı bir enstrüman çaldığım için kovulduğumu, eğer kanun ya da ney çalıyor olsaydım bu muameleyi görmeyeceğimi yüksek sesle söyledim. sonra da bir güzel toparlanıp gittim.

    sonuç olarak istanbul metrosu goa trance ile sayemde tanışmış oldu.
  • --daha önce başka bi sözlükte yazmıştım, kopyalamam da sıkıntı yoktur umarım. ekşi falan şimdi. kurallar falan biliyoğ musun?--

    sene 1998... şu an klavyenin tuşlarına basmakla meşgul olan yazarınız o yıllarda lise öğrencisi (yaşım ortaya çıkıyor farkındayım). yaygın değil internet sizin de bildiğiniz üzere, en fazla şehir merkezinde var olan bir kaç internet kafede “subay_20” nickiyle chat yapmışlığınız vardır. ee hal böyle olunca muzipliğinizi, yaratıcılığınızı, mizah adı altındaki eşek şakalarınızı sanaldan ziyade gerçek hayata taşımak zorundasınızdır. bunlardan birine ev sahipliği yapan ve benim hayatımda önemli bir yer tutan iki kurum var: thk ve dgm...

    günlerden bir gün, sıkıcı lise derslerinin ortasında okul baş müdür yardımcısı elinde zarflarla sınıfa girer ve kısa bir açıklama yapar:

    “bu elimde gördüğünüz zarflar türk hava kurumu’na ait fitre zarfları. isim yazmak zorunda değilsiniz içine bir miktar para koyup sınıf başkanına teslim edin”

    der ve gider...

    elde zarf türlü cinlikler aklıma geliyor, arkadaşlarımla paylaşıyorum. çoğu tırısyor; “zarfın üstünde türk hava kurumu yazıyor olum” diyenlere “lan kimse isim yazmayacak ki, koskoca okul nerden bulacaklar bizi” diyerek ikna etmeye çalışıyorum. “yok abi ben boş zarf veririm daha iyi” diyeni de çıkıyor, “tamam lan” diyip yelkenleri suya indireni de.. alıyorum elime kalem kağıdı ve başlıyorum açık çek yazmaya...

    bill gates, sabancı, koç bildiğim tüm zenginlerin adıyla thk’ya açık çek yazıyorum. yazarken gülüyoruz, kağıdı zarfın içine koyarken gülüyoruz, zarfı yalarken dahi gülüyoruz ,ertesi gün başımıza geleceklerden bihaber şekilde..

    ben dahil 5 kişi bu çekleri zarfa koyuyoruz ve herkes gibi evimizin yolunu tutuyoruz...

    ertesi gün ders ingilizce dersi. hoca açmış teybi anlamadığımız bir şeyler dinletiyor, sıranın altında geometri sorusu çözüyorum bense.. birden kapı çalınmadan içeri müdür, başmüdür yardımcısı ve müdür yardımcısı giriyor..

    - figen hanım (ingilizce hocası, hiç sevmezdim, neyse..) dışarı çıkar mısınız?
    - tabi müdür bey..

    müdür bey çaaat diye elindeki zarfları masanın üstüne bırakıyor. her zarfın üstünde kırmızı kalemle “görülmüştür” yazıyor. ve başlıyor konuşmaya (tabi ona konuşmak denirse, tükürüklerden ne dediğini anlamıyoruz o kadar):

    - bu zarflar thk’dan geri geldi. rezil ettiniz bizleri. kiminle dalga geçtiğinizi sanıyorsunuz siz? dışarıda polis bekliyor, bu terbiyesizliği yapanlar gününü görecek... bla bla bla...

    sadece bizim sınıfa dağıtmışlar. dün beraber güldüğümüz arkadaşlar beni yiyecekmiş gibi bakıyor. çıkardılar tahtaya o gün okula gelenleri, sonra kızlar yerine otursun emri geldi. (erkek kız ayrımına o gün bugündür gıcığım. niye lan? hatun kısmı yapmaz mı böyle şey? neyse...) bir dizi eleme neticesinde tahtada kaldık 5 kişi.. zarflar açılmaya başlandı:

    - bilkenti kim yazdı, çıksın ortaya?
    - hocam o bilkent değil, bill gates.
    - geç lan eşşoğlueeşşek, bir de bilmiş bilmiş konuşuyor..

    dedi ve beni yanına çekti.. sonra devam etti:

    - sabancı’yı kim yazdı?
    - hocam onu da ben yazdım ama..

    cümlemi bitrmeme fırsat vermedi:

    - tamam anlaşıldı, çete başı sensin dedi. baban ne iş yapıyor?
    - memur...
    - gelsin kurtarsın seni baban..

    dediği anda içine düştüğüm duruma üzülen arkadaşlarımdan biri:

    - hocam kağıdı 'mal' yazdı ama zarfa ben koydum..
    - geç o zaman sen de..

    sonra hababam sınıfı gibi olduk. “ben de, ben de, ben de” nidalarıyla beraber bizi odasına çekti müdür. orada da aynı gaz devam etti müdür, nasıl bir gazsa artık:

    - dgm’ye çıkacaksınız. kardeşleriniz hiç bir yaygın öğretm kurumunda eğitim alamayacak. anne babanız hiçbir devlet kurumunda görev alamayacak.. bla bla bla...

    bir sürü tehdit arasında savunamımız yazdık ve sınıfa döndük. arkadaşlardan biri:

    - olum biz neyse de, ya anne-babamız??? ühüühühüüühüü...

    demez mi? ne diyeceğimi şaşırdım. “kolpadır olum bu olay” diyesim var ama kimseye faydası yok biliyorum böyle demenin. sustum, başımı öne eğdim.. ne diyeceğimi bilemedim...

    günler sonra olayın düzmece olduğu çıktı ortaya. zarfları göndermeden önce idari personel açıp incelemiş. “şunlara okkalı bir ders verelim” diyerek girişmişler bu işe.. koskoca lisenin en üstündeki adamlar 5 tane çocukla uğraşıp durmuşlar. ne gülmüşlerdir ama...

    o gün bugündür hiç bi faaliyete girişmedim. resmen sindirildim. mission completed müdürüm...
  • bi keresinde bisküvi paketini buradan açınız yazan kırmızı şeritten değil de ucundan açmıştım. ah deli çağlarım...
  • daha 11-12 yaşlarındayım. işlek bir caddede çocukluğun verdiği gazla olsa gerek parende ata ata karşıya geçmeye çalışıyorum. içimden de "ne olacak amına koyim,sikerler arabanın şasesini" diyorum. tam boş bir anı buldum, başladım parendeleri sıralamaya. sonra, karşıya geçtim. bir tane araç biraz yavaşladı, camını açtı, bende bekliyorum ki "vay be çocuğa bak ne taklalar, parendeler atıyor". adam açtı camı "senin ağzını sikeyim" dedi. hem anarşiklikti bana göre, hemde hayalkırıklığı.

    o gün bugündür denize veya havuza balıklama atlamıyorum.
  • en ergen çağımda (lise 1) yaptığım ve toplamda 2,5 gün süren açlık grevi.

    sebebi de, annemin özel eşyalarımı karıştırıp, özel eşya dediğim de okul çantamdan beden dersinde giydiğim kirli eşofmanları almak istemiyle açıp, o gün tab ettirip tıpkı bir salak gibi çantamdan çıkarıp saklamak yerine öyleyece torbasıyla unuttuğum sevgilimle çekilmiş fotoğraflarımıza denk gelmesi. ve bunun akabinde çıkan olaylar sonucu cuma günü okuldan sonra odama kapanıp, pazartesi sabahı okula gitmek için çıkmak.

    pazartesi sabahı okulda istiklal marşı söylenirken bayılmıştım.
hesabın var mı? giriş yap