*

  • içeriğinde kemalizm,laiklik gibi birçok kavranamayan kavramları yalın bir dille anlatan (bkz: ahmet taner kislali) nın eseri.
  • ***
    arka kapak yazisindan alinti:

    prof. dr. ahmet taner kışlalı bilimden, sanattan yana olan, ilkelerini ödün vermeden savunan bir bilim adamıdır. yazarak ya da yurtiçi ve dışında topluluklara seslenerek kemalizm, demokratik toplumculuk, laiklik ve etnik sorunları irdelemektedir. kimi yazılarından oluşturduğu bu kitabında da, içinde bulunduğumuz günlerde çok duyarlı, tutarlı ve bilgili olmamız gereken bu konuları ele aldığı bölümler bulunmaktadır. kitaba adını veren bir türk'ün ölümü, yaşamının 28 yılını paylaştığı nilgün kışlalı'yı yitirdikten sonra, acı duyarak yazdığı yazısıdır; o günlerde yankısı büyük olmuştur. kışlalı, 'mutluluğun paylaşıldıkça arttığı, acınınsa paylaşıldıkça azaldığı gerçeğini yaşayarak anladım' diyor.

    ***

    kitapta esiyle anilarindan bahsettigi bir yazi daha vardir, hikayenin devami niteliginde.

    ***

    anilar... anilar...

    ne güzel söylenmiş: “mutluluklar paylaşıldıkça büyür, acı paylaşıldıkça küçülür...”

    cuma günü bu köşede, onbinlerce kişiyle acımı paylaşmıştım. bugün ise, geçmişte kalan bir mutluluğun kırıntılarını paylaşmak istiyorum.

    cuma günü ağlattıklarım, beni umarım hoşgörürler.

    bugün dudaklarında bir gülümseme yaratabilirsem sevineceğim.

    o o o

    evliliğimizin ilk yıllarındaydı.

    nilgün bir yandan çalışıyor, bir yandan da -günlük yaşamın pratiğinde- türkçe öğrenmeye çabalıyordu.

    bir yakınımı yitirmiştik. cenazeye gitmek durumundaydım. o günkü bir yemek davetini iptal etmek gerekiyordu.

    nilgün´e “sakine hanım´ı arayıp niçin gelemeyeceğimizi anlatıver” dedim... telefonu açmış ve şu sözcüklerle anlatmış:

    -teyzeciğim!.. ahmet kuzenini öldürdü. cezaevine gidecek. onun için yemeğe gelemiyoruz, kusura bakmayın!

    “öldü” sözcüğü, o´nun dilinde “öldürdü” olmuştu... “cenaze” de “cezaevi”...

    ve sakine hanım da, telefonun başında baygınlıklar geçirmişti.

    o o o

    azerbaycan´ı kültür bakanı olarak ziyaretimde, nilgün de bana eşlik ediyordu.

    bakü´de bir akşam üstüydü. güzel bir kervansarayda bir sofra hazırlanmıştı. avludaki orkestra azeri havaları çalıyordu.

    sofranın etrafındakiler, sırayla ayağa kalkmaya başladılar. her kalkan güzel birkaç tümce ediyor, sonra herkes ayağa kalkıyor ve küçük votka kadehleri boşaltılıp oturuluyordu... yaklaşık otuz kişi vardı.

    derken sıra nilgün´e geldi.

    böyle bir şeyle ilk kez karşılaşıyordu. hazırlıksızdı... daha ne yapacağını merak etmeye fırsat bile kalmadan ayağa fırladı... türkçe bir “nutuk” attı.

    yemeğin sonunda arabalarımıza bindiğimizde kendisini kutladım. hayretle sordu:

    - niçin kutluyorsun?

    - senin gibi, üstelik de iyi türkçe bilmeyen birisinin bunu yapması büyük bir cesaret işi de, onun için...

    umursamaz bir “muzip” gülümsemeyle omuz silkti:

    - niye çekineyim ki? onların da türkçesi benimki kadar bozuk!..

    o o o

    uçak sabahın köründe taşkent´e varmıştı. semerkant´a hareket için de, daha birkaç saat vardı.

    özbek kültür bakanı necimov ve yardımcısı ile, yorgun gözlerle bakışıyorduk. ne konuşacak halimiz vardı ne de söyleyecek sözümüz kalmıştı.

    birden, kentte bir araba turu yapmayı önerdiler. ben de çok memnun oldum, prof. şerafettin turan ve adnan binyazar da... ve elbette nilgün de...

    taşkent zelzelede yıkılmış ve yeniden kurulmuştu. sayın necimov heyecanla anlatıyordu:

    - yengi binalar... yengi mahalleler... yengi...

    nilgün kulağıma eğilerek fısıldadı:

    - ne kadar da sevimli bir adam değil mi?.. bana “yenge” diyor...

    o o o

    birlikte yaptığımız çok sayıda yurtdışı gezide, çok sayıda yabancı devlet adamından.. gazeteciden.. diplomattan.. o ülkelerdeki büyükelçilerimizden, şu tümceleri sık sık duydum:

    - eşinizi türkiye, bir “iyi niyet elçisi” olarak, dünyanın her tarafına yollamalı! müthiş bir propaganda olur!..

    o o o

    katı protokol toplantılarına.. sessiz, fazla ciddi, asık suratlı yemeklere dayanamazdı... neşesini ve kahkahalarını herkese bulaştırırdı.

    nilgün´ü tanımış olanlar, kaybını duyduklarında önce ağlıyorlar... sonra küçük öykülerini, dil yanlışlıklarını, inanılmaz afacanlıklarını, kendi yanlışlıklarına başkalarıyla birlikte nasıl güldüğünü, ışık saçan yüzünü ve gözlerini anımsıyorlar... ve gülüyorlar.

    ama ben, nilgün gitti gideli, ecevit´in bir şiirini hiç aklımdan çıkaramıyorum... rahşan hanım´a yazdığı bir şiirin, özellikle bazı dizelerini:

    “el ele büyüttük sevgiyi

    ...

    köstebeğinden toprağına taşına

    tırtılından kelebeğine kuşuna

    el ele sevdik bu dünyayı

    ...

    el ele büyütüp el ele derdik

    el ele derip insana verdik

    verdikçe çoğalan sevgimizi...”

    çok ünlü bir besteci, “mavi tuna” valsini ilk dinlediğinde şöyle demiş:
    - bunu besteleyenin ben olmamı ne kadar isterdim!

    bu şiiri de nilgün için ben yazmış olmayı ne kadar isterdim... ama iyi ki yazılmış! çünkü bugünkü duygularımı bundan daha iyi anlatmak olanaksız!
hesabın var mı? giriş yap