• jean-luc godard adına yürüyüş filmidir. filmde jenerik olmamakla birlikte henüz başta isimler dış ses tarafından okunmaktadır. yeni dalga kuramında sonradan gelip çığır açacak filmleri adına iyi referans olarak görülebilir. sinemacılık adına eleştirel bir söylem adeta le mepris. mekanlardaki renkleriyle akdeniz havasına batırılmış, yunan tragedyası gibi üç bölümden oluşur. gerçek, kurmaca ve bıkkınlığı her yerinden alabilmek mümkündür. ulysses ve penelope hikayesinin hükümleri paul ve camille tarafından canlandırılmaktadır. iki karakter arasındaki devinim godard'ın bazı eleştirileriyle birleştirilerek aslında ortaya bir kasvet çıkar. yönetmenin erken dönem filmlerinden olduğu için kuram sinemacılarının sadık kaldığı, filmlerin rastgele çekiliyormuş havası vermesi; le mepris'te adeta tavan yapmıştır. olayların gelişimi bakımından çok sağlam temellere oturmasa bile bu bağlam bakımından hakiki örnektir.

    brigitte bardot'nun sadece çıplak olarak bedeninin arkasını görürüz, ayrıca peruk gibi karakteristik özellik taşır ara sahnelerde. özellikle peruk takıldıktan sonra bazı değişimler görülür ki, bu camille'nin biraz da kendini hayattan soyutladığının kanıtıdır. filmin akışında genel çekimler, yakın çekimler dikkat çeker. kamera sürekli karakterleri izler, onların akışına sadık kalıp, belli paralellikte ilerler. bu yüzden filmde bol miktarda pan ve kaydırma görülebilir. ayrıca bolca diyalog vardır. tartışmalardan nemalanır, bunu yaparken de ilişkiler üzerine seyirciyi kafa yormaya iter. rastlantının abartılıp, olayların garipliğe sürüklenmesi ise film adına biraz rahatsız edicidir.

    --- spoiler ---

    film içinde godard, kendini fritz lang'in yerine koyar. bulunduğu her karenin içindeki mutlak diyalogları çekilen filmin orjinalliğinin bozulmaması hakkındadır. sanatsal yorumlamaların dışına asla çıkmaz. amerikalı film yapımcısı ise, godard'ın aşırı derecede hollywood antipatizanlığı taşımasından dolayı pespaye gösterilir. yapımcı, fritz lang'e (sanat adamı) saygı göstermez ve her fırsatta onu yermeye çalışır. filmin sonunda, uyarlamayı bitirmek adına setin gerisindeki tek isim; fritz lang'in ta kendisidir. ''başlayan işi mutlaka tamamlamak lazım.'' diyerek de bunu özetler.

    camille'in durumu ise acıdır. paul tarafından biraz olsa bile sevilmeyi bekler aslında. kocasının buyruğundan çıkmayan kadın tipi olsa da, pek de buyruk veren sevgili görünümünü paul'den alamaz. onu üzen de bu ketumluktur.

    --- spoiler ---
  • luc'un zayıf bir fransiz yeni akimi filmidir. uzgunum.

    edit:vicdanım ona bir şans daha ver diyor
  • filmin esas konusu aşk ilişkisi fakat bunu şüpheyle daha doğrusu yapılan ufacık bir yalanla da bitirebilir insan. film adamın iki yüzlülüğünü gayet net vermiş; başka kadınlarla oynaşması, yapımcı karşısında ezikliği gibi. ayrıca kadın erkek ilişkisi politik zemine kaymış , nasıl desem, adamın amerikalı yapımcı ile anlaşması senaryo yazması hep karısı içindi.
  • nuri bilge ceylanın iklimlerine benzettiğim filmdir.

    sıkılmış adamların hayatı çok güzel doğa kareleri eşliğinde akar. masmavı koy, ışık mükemmel.

    --- spoiler ---

    birkaç godard filminde olduğu gibi
    sonunda kadının öldürüldüğü bir filmdir.

    --- spoiler ---
  • bazen tek bir hatanın bütün bir hayatı mahvetmeye yetebileceğini gösteren bir godard filmi. bu arada, filmin ortalarındaki bir diyalogda, bertolt brecht'in hollywood isimli pek hoş bir şiiri geçmektedir.

    "jeden morgen, mein brot zu verdienen
    gehe ich auf den markt, wo lügen gekauft werden.
    hoffnungsvoll
    reihe ich mich ein zwischen die verkäufer."

    "her sabah, ekmeğimi kazanmak için
    pazara giderim, yalanların satın alındığı.
    umutla
    satıcıların arasına katılırım."
  • kadın ve erkeğin arasındaki ilişkinin çıkmazında kendine yer edinen bir virüsün godard'ın gözüyle politik bir şekilde ele alındığı ve kadının tehlikeli bir varlık olduğunun göze ısrarla sokulduğu sinema eseri.
  • her ne kadar türk sinemasına “nefret” diye geçmiş olsa da aslında "küçükseme"dir filmin adı. film-içinde-film şeklinde ilerleyen filmde godard çaktırmadan kendi hayatını izletir aslında. her karakterde ondan ve o anki hayatından pek çok yön buldurur.

    filmin yapım sürecinde brigitte bardot'u kullanarak filmi hollywood yapımına dönüştürmeye çalışan amerikalı yapımcısına direnen godard'ın yansımasını,
    alman yönetmen fritz lang (filmde oynayan yönetmenin ta kendisi) olarak görürüz. nitekim ana karakter paul da bir zaman sonra kendi yazdığı filmin başkahramanına dönüşür.

    entelektüel hırsları olan paul'un camille'in gelgitleri sebebiyle camille'nin aşkının varlığı konusunda "şüpheye" düşmesi, bu şüpheyle gittikçe zavallılaşması, birbirilerine yabancılaşmaları ve tabi bir sahnesinde camille'nin o güzel sarı saçlarına simsiyah kısa saçlı peruğu takarak tıpatıp anna karina'ya benzetmesi de yine o dönem birbirlerinden kopuk olan godard - anna ilişkisinin bir yansımasıdır. peruk meselesi, anna karina'ya yerine kimseyi koyamıyorum, herkeste seni görüyorum mesajı mıdır yoksa "herhangi biri de senin gibi olabiliyor işte" mesajı mıdır bilinmez ama anna karina mesajın ne olduğunu anlamıştır herhalde. bir de tabi filmde paul, camille'ye ilham kaynağı olduğunu o olmasa yazdığı senaryoları asla yazamayacağını söylerken, godard'ın da duygusal ve entelektüel derinliği en yoğun olan ve bu sayede en başarılı sayılan filmlerini de hep anna karina ile çektiğini söylemeye gerek yok herhalde. karina, hiç kuşkusuz, onun en büyük ilham kaynağıydı.

    yine godard'ın tabi ki politik çıkışlarını da görürüz, filmdeki hollywoodvari film çekme derdinde olan amerikalı yapımcı prokosch, yönetmen fritz lang'ın filmi her halükarda kendi istediği şekilde çekeceğini söyler ve şöyle der "yanılıyorsunuz, kabul edecektir... 1933 de değil, 1963 deyiz." savaş sonrası kapitalist düzende artık paranın konuştuğunu, paranın sanatı da ele geçireceğini göstererek bunu eleştirir. ayrıca, ana akım sinema filmlerindeki kavuşmalı sonlarının aksine godard yine daha gerçekçi ‘trajik bir son’u tercih ediyor.

    filmin konusuna gelirsek camille'in nişanlısı paul'a karşı soğuma/uzaklaşmasıyla başlayarak gittikçe küçümsemeye dönen duyguları etrafında gelişen bir takım olaylar diyebiliriz. bu olaylar da film-içindeki-film odysseus ile oldukça paralel gidiyor. karakterlerin arasındaki ayrışmayı odysseus'a kadar dayandırmaktadır. hatta bir sekansta "on yıl uzaklaştıran aslında truva savaşı ve savaşın ardında eve dönerken başına gelen aksilikler değil, karısı penelope’nin o’nu sevmemesi ve küçümsemesidir." şeklinde bir açıklama ile paul'un bu hikayede kendisini bulmasını sağlar.

    benim için ise asıl soru ne oldu da bu camille böylesine soğudu bir anda? sanırım bu noktada da paul'u terk ederken şu söylediklerinden bir şeyler çıkarabilirim. “nasıl olduğunu ben bilmeyeceğim, sen bileceksin… tek bildiğim erkek gibi davranmadığın, bir erkek gibi olmadığın.” muhtemelen ilk soğuduğu an, paul'un onu prokosch'un arabasıyla baş başa gitmesine teşvik ettiği an oldu. godard otomatiğe bağlanan, ezberlenmiş toplumsal ve ilişkisel roller üzerinden de yüklenir onlara ve hayatla/birbirleriyle kurdukları ilişkinin ‘sakatlık’ını öne çıkarır böylece. bir erkeğin "eerrrkeekkk" olabilmesi için mutlaka kıskanması gerekir ya çünkü(!), kıskanmayıp başka bir erkekle baş başa bir arabaya binmiş olması hanım kızımızı aman tanrım ben sevilmiyorum, sevse kıskanırdı bu ne biçim erkek gibi düşüncelere gark ettirip ışık hızıyla soğutmuştur ve gözüne artık saygı duyulacak bir erkek gibi gelmemeye başlamıştır. hatta paul'un kendisini gördüğünü bildiği halde onu cezalandırır gibi prokosch ile öpüşür ve aslında onunla olmayacağını, kendisine yeni bir yol çizeceğini söylemesine rağmen yine de onunla gider.

    yaa bir de tabi bu filmde godard'ın görsel diziminde rengin sembolik kullanımının en öne çıktığı filmlerinden biri olduğu için değinmesem olmaz. önce yalnızca paul ve camille'in sevgi dolu ve mutlu olduğu zamanlarda mavi renk ağırlıklı kullanılıyorken bir anda prokosch’un kıpkırmızı alfa romeo'su girer kadraja ve haliyle aralarına. böylelikle “kırmızı” filmde prokosch’a aidiyeti temsil eden bir unsura dönüşür. ve bu saatten sora paul ile camille'in olduğu her sahnede kırmızıyı görürüz, kırmızı bornoz, kırmızı kanepe.. artık prokosch hep orada bir yerlerde -camille'in aklında- gibidir. ardından prokosch ile öpüşür ve sarı renk hakim olmaya başlar, özellikle paul'u terk ettiği sahnede havlusu bu sefer sarıdır. aynı prokosch'un sekreterinin çoğunlukla giydiği gibi.
    uf inanılmaz uzun yazdım, muhtemelen kimse okumayacak ama neyse napim.

    *camille javal isminin bardot’nun gerçek adı olduğunu biliyor muydunuz? vallahi ben de bilmiyordum şaşkınlıkla öğrendim.
  • filmde nefret değil, küçümseme vardır ve bu küçümseme ilk bakışta görünür değildir, aslında daha derindir. ayrıca pek belli olmasa da [camille ve paul arasında] karşılıklı bir küçümsemedir bu. bu küçümseyişin ilk belirtisi paul'dadır. paul, camille'in eski mesleğini küçümsemiştir ve bu, camille'de ister istemez bir uzaklığa neden olmuştur. fakat asıl küçümseyiş, paul'un camille'i artık tam anlamıyla sahiplenmeyişi, onu, ötekine kolaylıkla teslim ederek gözden çıkarmaya başlamasıdır. camille bunun farkına varır ve kendisinde de spontane bir küçümseme gerçekleşir. bunda paul'un emekleri vardır. o, şüpheci bir bakışla hem kendini tüketmiştir hem de karısını. fakat paul'un kendini tüketişi kendini yeniden doğurmuştur, o, bu türden bir bakış açısıyla hatasını fark edip kendini yeniden yaratmıştır. camille'de ise bu durum bir zıtlık doğurur. bütün şüpheler, hakikate kavuşur, fakat ceza da spontane gerçekleşir. o halde filmde aldatmanın karşılığı olarak bir anda beliren ceza, tasarlanmış değildir. sık sık vurgulanıyordu filmde: ölüm çözüm değildir. fakat burada öldürme eylemi olarak ölümden bahsedilmişti kuşkusuz. oysa küçümseyişleri bitiren kendiliğinden gelişen doğal ölümdür. bu bir çeşit, [duygusal olarak arzulanan] adaletin gerçekleşmesidir. paul buradan bir zafer elde etmemiş, yalnızca küçümseyişi -doğal ölümle birlikte- son bulmuştur..
  • gişe kaygısı ile azgınlaştırılan film. kitap sahnesi ise tarihsel mana da bir dokunuşun yansıması. eski çağlarda pompei de genelev işletmecileri de bu minvalde duvarlara seksüel çağrışımlar yapan resimler astırır, duvarları boyarlarmış. bunun sinemaya aktarımı ise kopya değilde ne ki peki.
  • bu filmi izlemeden önce youtube'de birinin bu filmden görüntülerle oluşturduğu bir klip vardı, melanie pain'in la cigarette şarkısı için hazırlanmış, onu izlemiştim. direkt şarkı ile başlamıyordu. başlangıca filmden brigitte bardot'un konuştuğu bir kısmı koymuşlar. kadın seksi seksi fransızca kelimeler söylüyor. benim de çok hoşuma gidiyordu. sonra filmi izledim. o kelimeler küfürmüş.

    bahsettiğim video
hesabın var mı? giriş yap