• bir ki$iye (genellikle kari-kiz olur) fiziken cok yakla$mak, cok ilgilenmek, devamli bakmak, hep yaninda olmaya cali$mak.
    "-oha be tansel be olum, iyi ki goturduk yanimizda seni de partiye, icine dustun olm kizin, rezil ettin kendini be abicim... iki dakka has yapamadin kariya...!!!"
    (bkz: has yapmak)
  • bir de içine düşmek vardır. yani kendi içine. ben mesela. içime düşüyorum...

    içine düşmek… içine düştün mü hiç? insan nasıl içine düşer değil mi? düşer. bazen dışıma tırmanmaya uğraşıyorum bak. dışıma tırmandığımda ise gerçek acılarla karşılaşıyorum, gerçek dünya ile. iğrenç, sahte insanlar ve sahtelikleriyle. içinin dışına açılan kapağından kaçamak bakarsın. iki yüzlülükleri görüp içine çekiliverirsin işte böyle zamanlarda da. sonra tekrar içine düşmeye çabalarsın. nefesini içine çekip tutunduğun dalı bırakırsın ve düşmeye devam edersin. kafanı çıkardığında oradan; alacaklıları, hırslarıyla ihtiraslarını bileyenleri ve vicdanlarını köreltenleri görüyorsun. ‘keşke hiç çıkmasaydım buradan, çıkarmasaydım kafamı’ diyorsun. yalnızlığına koşuveriyorsun tekrar, içine, daha da içine. bazı zamanlar da çıkar limana giderim. iki mavi kuş belirir yanıbaşımda. maziden kanatlanıp işte tam bu anın dallarına konuverirler. hemen oracığa yuvalarını kurup biraz sonra yavrularını ağızlarıyla beslerler. ‘ne çok anı var böyle’ diye düşünürüm ben tam orada da. insan böyle anıları olunca şimdinin acısını da unutuveriyor doğrusu. ‘yalnız bir böcek’ diye not almışım bir yere. ne kadar da anlamlı değil mi bir böceğin yalnız olması? hem de konuşamayan bir şey. adı varsa adını bile söyleyemeyen bir canlı. derdi varsa şöyle ağız dolusu küfürler savurup oraya buraya haykıramayan bir şey. şey! üzerine pislikler atarlar, boşaltırlar pisliklerini. ölür yalnız böcek. ‘ben de yalnızım böcek kardeş’ derim. yalnız yalnıza merhem olur mu? olmaz elbet. bilirim. ama benim hatıra deyince birden boynum bükülür, içim burkulur ve sanırım aslında sorunun cevabı da burada bak işte. niye içine düşer insan? ne burkar içini? beni burktukça burkan taraf burada. geçen ve bir daha asla geri gelmeyecek zamanın hüznü ile yüreğim sancılanır. denilebilir ki ‘carpe diem’, ‘anı yaşa’! ne kolay söyleyiverirler öğüt vericiler. oysa hatıra deyince fanilik dolmalı ansızı ruha. sonra susup kalmalısın. ah demelisin. ah geçen zaman. eski duvarlara bakıp ‘kimler geldi geçti buralardan kim bilir’ diye düşünmelisin. hayatın anlamı burada. o eski mabede bakıp hayallere dalmalı ve o kubbelerde cedlerinin seslerini okumaya çalışmalı, hatırası ise kulağına şunları fısıldamalı: ‘sen de bir hatıra olup gideceksin bir gün buradan. kararacak her şey.’ evet işte bu kadarcık. sonra hatıralardan dönüp tekrar geceye geri geldiğinde şu soruyu düşünmelisin biraz da. cevabı olmayan bir soru: ‘gidenler hiç dönmeyecek mi?’ iç yakıcı bir sorudur bu. seni bir ‘imkansız dün’ ile boşluğa bırakıverir gidenlerin artık hiç dönmeyeceğini bilmek. yaşarken dostlarının, sevdiklerinin bir bir gitmesi. çocukluğunun yitip gitmesi. ve artık dönüşü imkansız mekanlarından her gün farklı yerlere göç edip yeni mekanlar tutuşun. geçenler geçmiştir artık. her şey bütün ıssızlığı ile o eski yerlerde kalakalmıştır. çocukluğun kalmıştır o sokaklarda. nice dostların. arkadaşların. sevgililerin. kalmıştır o eski bahçelerde. bütün sesler. bütün bakışlar. bütün susuşlar. bütün susuşlar orada kalakalmıştır. gidenler hiç dönmeyecektir artık.

    hatıraları düşünürüm bazı zor geceler. kötü bir günün ardından, mesela kendini en aşağılık hissettiğin bir günün gecesi, iyi geliyor hatıraları düşünmek. sevdiğin kız ya da daha başka şeyler. bir piknik günü mesela. birlikte olunan dolu dolu zamanlar. kahkahaların tam ortası. beni bu toprağın altından alır, üzerine çıkarır, hüznü kovar, nefes almamı sağlar. ya da sarmaşıkları, asma ağaçlarını düşünürüm böyle zamanlarda. bursa’da anneannemin terasında, asma ağacımın yanına gider, 9 yaşımı, özlediğim hatıraları, ruhumu seyrederim. güzel şeylerden konuşuruz orada. anneanne evinden, o evin terasından, terasındaki asma ağacından, asma ağacının arasında oynaşan sineklerden ve gece karanlığında o yaprakların arasında sobelediğim yıldızlardan. ‘bir asma ağacın var mı?’ orada hayat ne güzel. yanına varınca onun mevsim değişir sanki, kışken bahar oluverir. tabii ilkbahar. bunu yapmak sevdiğin kız ile beraber dinlediğin bir şarkıyı mırıldanmak gibidir. bir hüzzam bestedir. her notasında ömrün sızısı vardır böyle bir şarkının. ve niyedir geceleri uyumadan ya da sabah uyanır uyanmaz yakalar seni. kimisi acı verir hatıraların da tabi. ama nasıl olur bilmem onlardan da keyif almayı becerirsin böyle zamanlarda. bir eski çantadan ne var ne yoksa halının üzerine döker ve bakıp bakıp ‘şu son mektubu idi, şu başka bir mektubu, şu çocukluk fotoğrafı, şurada abisiyle beraber, şu abisinin sünnetinde iken, şu çikolatasının kabı, şu sakladığı sakızı, şu içtiği suyun şişesi, şu verdiği kahverengi defter, şuraya bir not iliştirmiş’ vs şeklinde anılara, hatıralara dalarsın. acı vermesi gerekirken, hayır, vermez. ilginçtir, o geçmiş yıllar, tam tersi bir huzuru boşaltıverir damarlarına. ‘geçmiş’; damarını ‘şimdi’ye bitiştirir ve yaşadığım ‘bu zaman’a hayat verir. ilginç bir hemşiredir ‘hatıra’. kibar, nazik elleri vardır. sonra özlediğini bir kez daha fark eder ve bir ara vazgeçersin bunu yapmaktan. o’ndan sana kalan tek tecrübenin ‘vedaların buruk oluşunu ezberletmiş oluşu’ olduğunu bir kez daha anlayıverirsin. bulunduğun bu zamana geri geldiğinde ise yaşamakta olduğun günlerin de ‘acı’ konusunda çok da farklı olmadığını hatta belki daha aşksız ve hatta daha acınası, sefil olduğunu düşünür ve daha da içine düşersin.
hesabın var mı? giriş yap