• bir hasan sever romanı. yeni çıktı. okuyalım okutalım.
  • birgün gazetesinde çıkan roman ile ilgili yazı/eleştiri:

    murat müfettişoğlu

    hepimiz birazcık halil’iz...

    bir romanın iyi olup olmadığını anlamak için karakterlerin nasıl yaratıldığına, metnin çok katmanlı olup olmadığına, yazınsal dil kullanılıp kullanılmadığına, hikâyenin ne şekilde kurgulandığına vb. bakılır. memlekette çıkan pek çok ‘ilk romanın’ bu açıdan sıkıntılı olduğu söylenebilir. duygusallığın, trajedinin, aksiyonun ya da politikliğin hat safhada zorlandığı (sözde) sürükleyici metinlere bakıp “iyi roman” dediğimizde okuyucunun kafasını bulandırmaktan başka şey yapmış olmuyoruz. sıkı bir piar çalışmasıyla kitabın çok satması da sağlanırsa kafalar adamakıllı karışıyor... çok iyi kalemlerimiz olduğu kesin, ancak, ticari, popüler, politik vb. kaygılarla, pek çok önemli temanın ve olayın “mundar” edildiği de kesin. “politik romandır, gerçek bir sürgün hikâyesidir” deyip metni estetik-ontolojik bağlamından muaf tutamayız. kaldı ki, mesele politik roman yazmak değildir. mesele, yaratıcı, samimi bir kalemin ucundan çıkan kanlı canlı öznelerin var ettiği dinamik ve ucu açık bir metin üretmektir, hasan sever’in “birazcık halil” de yaptığı gibi…

    king crimson grubunun sürgün adlı şarkı sözleriyle ilk sayfadan itibaren akmaya başlayan hikâyenin nereye bağlanacağını merak ederken, aslında hep içinde kalmak istediğimi fark ettim. okurken yaşadığım en ilginç deneyim buydu sanırım. kişisel kaçabilir, ancak demeden edemeyeceğim: “birazcık halil” (bir yanıyla) kendi hikâyemin ‘eksik’ tarafına söylenmiş bir söz gibiydi. metnin ana arterlerinde dolanmak, ara yollarında kaybolmak iyi gelmişti. geçmiş sayfalara döndüm, bulunduğum sayfada uzun süre oyalandım, gelecek sayfaları hayal ettim... hayat bizleri bu sayfada buluşturduğuna göre, sizin de benzer hislere kapılacağınızı tahmin ediyorum. neticede, aynı göğün altında yakın nedenlerle farklı uzaklıklara savrulmuş aykırı özneler değil miyiz? “aslında hepimiz, birazcık halil’ iz”.

    hasan sever’le yollarımız seneler önce bir internet dergisinde kesişti. yemek tarifleri ve futbol dahil, her konuda uzun uzun yazıştık. cümlelerinden tanıdım ilk. seneler sonra yaşadığı ülkeye gidip kapısını çaldım. üç gün üç gece sohbet ettik. ve gördüm ki, cümleleri neyse kendisi de öyle... romanının ilk okumasını yapmamı rica etti benden. onur duydum, ancak doğru kişi olup olmadığımdan emin değildim. her şey bir yana, tarafsız olabilir miydim? çaresiz, kalemimin ucunu adamakıllı sivrilttikten sonra dosyayı açtım. ne var ki, avcılığa soyunmuşken halil’in sözleriyle avlanıverdim:

    “takdimi fazla uzatmadan bir kaç şeyi peşinen söylemek isterim: mekânın sürekliliği olmazsa içinde yaşanan hayatın da sürekliliği olmazmış. üç ülkeye bölünmüş hayatımı, çocukluğumu da sayarsak -ki bence o bizim ilk ve tek ülkemiz- dört eder, biraz da doktorumun zoruyla yazmaya karar verdiğimden beri, kendi içimde yaptığım muhakemeler sonucunda anladım ki, paramparçayım.”

    sarı, sapsarı bir hikaye...

    (iyi niyetli) direncim, kalemimle birlikte kırıldı böylece. halil’ in ve arkadaşlarının “hükümranlığını” kabul etmek zorunda kaldım. bütün karakterler birer bilge gibi konuşuyordu. onlarla arama koyduğum mesafe ortadan kalktı. derken, çevremi sardılar; sanki hepsi kendi hikayemin eksik tarafına çalışıyordu. kürt niyazi, kepçe operatörü lukas, frau basler, tkp’li yusuf, garson fevzi, üniversiteli mulla, kamyon şoförü, rüzgarlı’daki halı ustası... aslında kendileriyle birlikte beni de var ediyorlardı...

    hapiste geçen zamana rağmen zamandan bağımsız; onca ülkeye rağmen mekandan bağımsız; onlarca karaktere rağmen öznelliklerden bağımsız bir ‘zaman-mekan-özne’ bütünlüğü “birazcık halil” in en güçlü yanıydı bence. ve daha pek çok ayrıntı: ‘frau basler’le yemek’ en beğendiğim bölümlerdendi; hakiki bir yazarın dokunuşları vardı o bölümde... peki, brigitte’le yaşanan neydi? ben mi kaçırmıştım? aşkın ve ona bağlılığın ne demek olduğunu genç brigitte’den çok yaşlı frau basler’de görmek, ne zarif bir “fake” idi öyle!.. ve ankara; bir şehrin ruhunu en iyi anlatan metin, o şehri bilenin ve fakat özleyenin kaleminden çıkar! ve bozkır; bilenin de bilmeyenin de gönlüne şu cümleden daha güzel nasıl düşürülebilir: “bana bir hikaye anlat; sarı, sapsarı bir hikaye”... ben temiz miyim? sen temiz misin? bizler temiz miyiz? yazanda hüzün, okuyanda hüzün, azıcık temiz kalabilmek değilse, nedir bu hüzün?.. basit yazım hataları ne de yakışmış uzakta yaşamaktan yorgun düşmüş parmaklara... belki tek “eleştirim”: gerekli midir kitap isimleri, en güzel referansı cümleleriyse bir kahramanın?.. peki, birer kar tanesi değil de neydi o gencecik çocukları ankara’nın? ıslaklıklarını yanaklarımda bıraktı da gittiler... şu zavallı cümlelerim okurken kafamda dolanıp durdular. unutursam dedim, açarım çocuğun kurguları’nı çağırırım onları geriye! öyle de yaptım, öyle de geldiler.

    her kitap biter, iyi romanlarınsa ucu açıktır; bitse bile zihinde yankılanmaya devam eder. birazcık halil’i bitirdiğimde kafamda trajik bir senfoni başlamıştı: halil’in, ‘mekanın sürekliliği’ hakkında söylediklerinin aksine, sürgün denen nahoş halin (bir tek) yaşanılan ülkeden sürülmek anlamına gelmediğini, belki en kapsayıcı karşılığının ‘savrulmak’ olduğunu, bütün ömrünü aynı ülkede geçiren birinin de bu duruma maruz kalabileceğini, hatta çoğumuzun bu duyguyla yaşadığını düşündüm. halil’in hikayesi farklıydı kuşkusuz, çarpıcıydı. lakin, yazma refleksini tetikleyen faktör yaşanmışlıklar olsa da, yazarın amacı duygusunu okura geçirmek, hayali de, o duygunun okurda genişlemesi değil midir?

    kitap bitmişti. kederlenmiştim. neden kederlendiğimi tam “bilemedim”. gri değildi fakat, belki biraz yeşil, çokça sarı... sol gözümün ucundan sızan damlacığı sildikten sonra kalkıp çayımı tazeledim, önceki soğumuştu. ilk yudumu alırken içimden şöyle dedim: “ilk roman, fakat iyi roman. ne güzel yazmışsın be dostum hasan.”

    kararımı vermiştim: bu dosya kitap haline gelsin ya da gelmesin, hikayesini kendi çevremde kendi çapımda yaşatmanın çabasına girecektim. “şans eseri” ülkede kalmış tüm aykırı özneler ve bütün halil’ ler adına, hasan sever’ e ödenmesi gereken borçtan payıma düşen buydu belki de...

    birazcık halil, hasan sever, ayrıntı yayınları, 2015
  • "oysa hayat yumusaktir halil. bunca acidan sonra soyluyorum bunu; hayat yumusaktir"
    "frau basler, sorunuzu unutmayin. sarap diyordunuz?"
    "ha evet, o basit bir sorudur. halil, mein lieber, sarap kadindir; cunku erkek beklemeyi bilmez "

    hasan sever ilk romani birazcik halil'de, bizi saran hircin zamanin ve ona ait anlatilanlarin kesistigi trajik bir bedenin oykusunu anlatmistir bize.

    yakin zamanda cikacak ikinci romanini sabirsizlikla beklemekteyim. mutlaka okunmasi gereken yazarlardandir kendisi.
  • bazı romanlar var yalnıza aşkı anlatır. bazıları yalnızca arkadaşlıkları. bazıları suçluları anlatır, suçları. bazıları şu ülkenin günahlarını. bazıları safi toplumsaldır. bazıları safi bireysel.
    bazı romanlar da vardır ki işte bunların hepsini anlatır. işte o zaman o roman hayatı taklit eder, hayat romanı değil.
    öyle bir roman ki birazcık halil, hayatın kendisi üstelik bütün çıplaklığıyla.

    rita felski, edebiyat kuramları ile ilgili bir kitabında edebiyatın "tanıma" işlevinden bahseder, kişinin kendini o karakterle tanımasıyla okuyucu ve eser arasında kopmaz bir bağ oluşacağından. halil öyle bir karakter ki insanlığın yarısı. türkiye'nin değil, kürtlerin de değil insanlığın yarısı. halil o yurtsuzluğuyla, o koparılmışlığıyla, yanlışlarıyla, doğrularıyla, nedenleriyle, sonuçlarıyla ve de aşkıyla insanlığın yarısı.

    bir roman okudum hayatım değişti diyemem belki ama bir roman okudum "ein bisschen" dünyanın en hüzünlü hali oldu.
hesabın var mı? giriş yap