• nefaset kesintisi; duygu yaşatılmalı ki nefaseti kaçmasın

    dante gibi ömrün ortasını geçen her kişi bilir ki ilkokulda her gün bağıra bağıra en büyük telkini aldık " ilkem, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak.." diye..çocuklar, bu terbiyeyi önce evde sonra elbette okulda almışlardır.

    halbukisi birine karşı hissettiğimiz duygu "ona karşı hissetmemiz gerekenler" diye önceden tarif edilmişse, onunla meselemiz bitmeyecek, hatta başlayamayacaktır bile.gerçek hayatta "böyle hissetmem lazım!", "şöyle hissetmemem lazım!" diye bir şey yoktur çünkü. hisler ne yöne gideceklerini gerekliliklere sormazlar. hiçbir 'gerçek' ve olgun ilişki özünde nesnel değildir. özneler 'gerçek' paylaşımlarını nesnellik üzerinden kurmazlar.

    birine öfkelenme özgürlüğümüz yoksa onu sevmeyi seçemeyiz ve sevmeme özgürlüğümüz olmayan birini gerçekte(n) sevemeyiz.

    kabullenme özgürlüğümüz olmayan her duygu dışarıya akamayan bir irin gibi bedenimizi ve ruhumuzu ele geçirir. içimize hapsettiğimiz her duygu aynı zamanda içimizi hapseder..duygumuz da bedenimiz de kaskatı kesilir; yasaklanmış öfke, kendine öğretilmiş duygu kontrolü ve sonrasındaki hani ola ki öfkeyi yaşar ve affederse "sevmek zorunda kalacağı" duygusu kötürüm yapar, kendine küstürür. bundan sonra zaten hakkı verilemeyen her duygu yapıcılığını baştan yitirmeye başlar. yasaklandıkça büyüyen öfke, salt büyümekle meşgul olur; yasak ve bir adım sonrasında "zorunda kalınacağına" duyulan içsel inanç iki duygu arasında zırhlarla kuşanmış bariyer koyar.

    çocuk da olsa yetişkin de olsa insan olabildiğince insan; bazen hayat kırılır, inceldiği yerden... olur gibi olur yine de ölmez insan! sevilmeye en çok ihtiyaç duyulan zaman, en öfkeli olduğumuz zamanlardır aslında. sevgi test edilir sanki. hisset, yaşa, göster, ve öğret en çirkin halini karsı tarafa ve buna rağmen sevildiğini gör diye ya da aslında hiç sevilmediğini... ve ne kadar sevdiğini öfkene rağmen ya da aslında hiç sevmediğini...

    kendimiz için geç de olsa en azından çocuklara diyelim ki "duyguların hava durumu gibidir. hava bazen yağışlı bazen de güneşli olur. ruh halin bazen korkularla, üzüntü ve öfkeyle de dolu olabilir. bu duyguları engellemeye çalışmak değil o duyguları yararlı eylemler üretmek için kullanabilirsin.. yağmur yağıyorsa kendine içinde bi hidroelektrik santrali kurabilir, güneş çok yakıyorsa güneş içindeki panellerden kendi enerjini üretebilirsin." her çocuğun merak duygusu hayattadır. illa ki ya yağmuru güneşi merak edecek, illa ki kuracağı kendi santralinin tasarımını yapmak isteyecek ya da ne bileyim işte "enerji ne ola ki?"diye baktığında karşısına einstein'ın dil çıkaran resmi çıkınca illa ki bi gülümseyecektir.

    hangi duygudurumunda olursa olsun çocukların bedenleri asla yalan söylemez;inceliklidir.

    yetişkin olduğunda da her şey incelikler yüzündendir.
  • duyguları bastırmayı sizden öğrenecek değilim. bu işi en iyi ben bilirim. not:ciddiyim.
  • akışına bırakmakılması önerilendir; duygular serbest bırakılması gereken şeylerdendir.
  • iyimser inkâr

    ilk başta araştırmacılar, duygularını bastıran kişileri hissetme yeteneksizliğinin mükemmel örneği olarak –belki de aleksitimiklerin yakın akrabası gibi– görmüşlerse de, bugün bu tür insanların duygularını düzenlemekte oldukça yeterli olduğu görüşü hâkimdir. olumsuz hislere karşı korunmakta o denli başarılıdırlar ki, neredeyse olumsuzluğun farkında bile değildirler. araştırmacılar arasında, olumsuzluk duygusunu bastırma diye tanımlanması âdet olan bu tavrı, aslında olumsuzluktan etkilenmemiş gözükme diye tanımlamak daha uygun düşebilir.

    büyük bir kısmı şu anda case western reserve üniversitesi’nde psikolog olan daniel weinberger tarafından yapılan bu araştırmalar bu tür kişilerin sakin, soğukkanlı gözükmelerine rağmen, bazen farkında olmadıkları fizyolojik rahatsızlıklarla boğuştuklarını göstermektedir. cümle tamamlama testi yapılırken, gönüllülerin fizyolojik uyarılma düzeylerine de bakılıyordu. duygularını bastıranların sakin görünüşü, bedenlerindeki ajitasyonla çelişiyordu. saldırgan oda arkadaşıyla ilgili ve benzeri cümlelerle karşılaştıklarında, bu kişiler kalp çarpıntısı, terleme, yükselen tansiyon gibi, kaygının tüm sinyallerini veriyorlardı. ancak kendilerine sorulduğunda, son derece sakin olduklarını belirtiyorlardı.

    sürekli olarak öfke ya da kaygı gibi duygularını bertaraf etme, ender rastlanan bir olgu değil: weinberger’a göre altı kişiden biri bu hali sergiliyor. teoride, çocuklar etkilenmemiş gözükmeyi birçok şekilde öğrenebilir. bunlardan biri, ailede alkolik bir ebeveyn bulunması gibi sorunlu bir durum varsa, sorunun varlığını inkâr ederek üstesinden gelme stratejisi olabilir. bir başkası, ikisinden biri ya da ikisi de, rahatsız edici duyguları karşısında sonsuz bir neşe ya da soğuk bir tepkisizlik örneği veren ebeveynlere sahip olmaktır. ya da bu sadece kalıtsal bir mizaçtır. henüz kimse bu davranış modelinin insanın hayatında ne şekilde başladığını açıklayamamış olsa da, duygularını bastıranlar yetişkinliğe eriştiğinde, baskı altındayken soğukkanlı ve kendilerine hâkim görünürler.

    tabii burada sorulması gereken, bu kişilerin aslında ne kadar sakin ve soğukkanlı olduklarıdır. gerçekten rahatsız edici duyguların yarattığı fiziksel belirtilerin farkında olmayabilirler mi, yoksa sadece etkilenmemiş gibi mi davranmaktadırlar? bu sorunun cevabı, daha önceleri weinberger’la çalışmış bir psikolog olan, wisconsin üniversitesi’nden richard davidson’ın zekice yapılmışaraştırmasında saklıdır. davidson rahatsız olmama özelliğini gösteren kişilerden, birçoğu oldukça nötr, ancak içlerinde hemen herkeste kaygı uyandırabilecek türden saldırganca ya da cinsel anlam yüklü olanlar da bulunan bir sözcük listesiyle serbest bağlantı kurmalarını ister. bedensel tepkilerinden de anlaşıldığı gibi, böylesi anlam yüklü sözcükler karşısında bu kişiler sıkıntının tüm fizyolojik belirtilerini gösterirler, ancak kendilerinde çağrışım yapan sözcükler neredeyse her zaman, masum bir sözcükle bağlantı kurarak rahatsız edici sözcükleri arındırma çabasını yansıtır. eğer ilk kelime “nefret” ise, karşılığı “sevgi”dir.

    davidson’ın çalışması (sağ elini kullanan kişilerde) olumsuz duyguları işleyen anahtar merkezin beynin sağ, konuşma merkezinin ise sol yarısında olmasının avantajından yararlanmaktadır. sağ yarı rahatsızlık verici kelimeyi algıladığında, bu bilgiyi beynin ikiye bölündüğü yer olan corpus kollosum yani beyin direğinden geçirerek konuşma merkezine iletir ve tepki olarak bir sözcük söylenir. mercekleri incelikli bir biçimde ayarlayan davidson, bir sözcüğü görsel alanın sadece bir yarısında gözükecek şekilde gösterir. görsel sistemin sinir devrelerinin düzeni gereği, sözcük görsel alanın sol yarısında olduğunda, öncelikle sıkıntıya duyarlı beynin sağ yarısı tarafından algılanır. sözcük görsel alanın sağ tarafında bulunduğunda sinyal beynin sol tarafına, sıkıntı verici bir şey olup olmadığı değerlendirilmeden ulaşır.

    sözcükler sağ yarının algılayacağı bir şekilde sunulduğunda, sadece rahatsız edici anlam yüklü olmaları halinde, etkilenmemiş gözüken kişilerin tepki verme süresinde bir gecikme olur. (anlam yüklü olmayan) nötr sözcüklere verdikleri tepkinin süresinde ise gecikme olmaz. gecikme, sadece kelimeler sağ yarının algılayacağı şekilde gösterildiğinde olur, sol yarıya sunulduğunda değil. özetle, bu kişilerin rahatsız olmamaları, sıkıntı verici bilginin aktarımını yavaşlatan ya da buna müdahale eden sinirsel bir mekanizmaya bağlıdır. bu da rahatsız olduklarının farkında değilmiş gibi yapmadıklarını, beyinlerinin onlardan bu bilgiyi esirgemekte olduğunu gösteriyor. daha kesin bir dille söylemek gerekirse, rahatsız edici algıların üstünü örten yumuşak his katmanı, sol prefrontal lobun işleyişinin bir ürünü olabilir. davidson’ı şaşırtan ise, bu kişilerde prefrontal lobların etkinlik düzeylerini ölçtüğünde, sol tarafın –iyi hislerin merkezinin– olumsuzluğun merkezi olan sağ tarafa göre kesin bir üstünlüğü olduğunu görmesiydi.

    davidson bana, bu kişilerin “kendilerini olumlu, neşeli bir ruh hali içinde sergiledikleri”ni söylemişti. “stresin kendilerine sıkıntı verdiğini inkâr ederler ve sakin sakin otururken olumlu duygularla bağlantılı olan sol frontal bölümlerinde etkinlik gösterirler. sıkıntı hissi veren temeldeki bedensel uyarılmaya karşın, bu beyin etkinliği onların kendilerini olumlu hissettikleri iddiasının anahtarı olabilir.” davidson’ın teorisine göre, beyin etkinliği bakımından, sıkıntı veren gerçekleri olumlu bir şekilde yaşamak enerji isteyen bir iştir. fizyolojik uyarılmanın artışı, belki de sinir devrelerinin sürekli olumlu duyguları koruyup olumsuzları bastırma ya da etkisiz kılma çabasının bir sonucu olabilir. kısaca olumsuzluktan rahatsız olmamak, bir çeşit iyimser inkâr, olumlu bir çözülmedir; ve belki de travma sonrası stres bozukluğu gibi daha şiddetli kişilik çözülmesi durumlarında rol oynayan sinirsel mekanizmaların da bir ipucu olabilir. davidson’a göre, durum sadece bir serinkanlılık halinden ibaretse, “kişinin kendi duygularını düzene sokması açısından başarılı bir strateji gibi gözükmektedir,” yine de kişinin özbilinci bakımından bedelinin ne olduğu bilinemez.
  • ifade etmediğin öfken, kabullenmediğin korkuların ve paylaşmadığın düşüncelerin içini asit gibi eriterek senden geriye sadece sahte bir kabuk bırakır.
  • aşırı derecede karın ağrısı ve sırt ağrısı oluşturabilecek potansiyele sahip durum
  • katiyen yapılamayacağına inandığım bir şeydi ta ki son birkaç haftadır yaptığımı fark edene kadar. (bakın duygularını göstermemek ya da duygularına göre davranmamak değil duyguyu kapı dışarı etmekten bahsediyorum). duygularına söz geçiren insan başka neler yapamaz ki? dünyanın amına bile kor. sıradaki hedefim de bu. *
  • bastırılanın farklı şekillerde geri dönüşüyle son bulur. eğer dışa vuracaksanız da dexter dizindeki gibi olsun; birini öldürecekseniz iyi bir amaç için ve öldürmeye değer biri olsun.
  • "kaç yaşındayım hatırlamıyorum, ağlıyorum, bir şeylerinden bahsediyorum, korkuyorum diyorum. karşımdaki korkmamam ve ağlamamam gerektiğini söylüyor."

    bu anı o kadar çok tekrar etti ki çocuk halime, şuanki halimle de onu hissedebiliyorum. duyguları ifade ettiğinizde, yapmamanız telkin ediliyor hatta bağırılıyorsa bastırmayı bir çözüm olarak görüyorsunuz. "anlatmazsam, bağırmazlar... anlatmaz yok sayarsam daha rahat yaşarım... anlatmama gerek yok aslında bunu..." düşünceleri o kadar mantıklı geliyor ki, duygularınızı ifade etmeniz istendiğinde "bilmiyorum." diyecek kadar duyguları anlayamaz hale geliyorsunuz.

    9 yıl önce, psikologla ilk görüştüğümde darmadağın haldeydim. bir sürü olayın içinden geçip sıyrılmıştım ya da daha doğrusu sıyrıldığımı sanmışım. klasik sorularını cevapladıktan sonra psikiyatristle görüşmemi önermişti. önerisine uydum, beni dinlemeyen birinin karşısına oturduktan sonra anlattıklarımdan dolayı suçlu hissetmeye başladım. "bu sizinle ilgili değil." cümlesi üst nokta oldu. o an terapiyi de yazmış olduğu ilacı kafama göre kullanıp kullanıp bırakarak kimyasal yollu baskılamaya da adım atmış oldum.

    5 yıl önce, şansın da yüzüme gülmesiyle: "gitmeliyim buradan" dedim, evimden uzak yaşamanın iyi geleceğine inanarak bir süre yurt dışında yaşadım, elimdeki defterime içimi dökmeye başlayarak "faydalı" bir harekette bulundum. defter bana aitti, kimse okuyamazdı, istemezsem yakar atardım. hala bir şey eksik gibiydi ilaçlarımdan uzaktım artık ama uyuyamadığım ve huzursuz hissettiğim için alkole sarıldım, gün geçtikçe dozu arttırdım. yazdıklarım da karamsarlıkla dolmaya başladı, o kadar sorguluyordum ki halimi dönüşü olmayacak kararların eşiğindeydim. türkiye'ye döndüğümde alkolü bırakmak zorunda kaldım. artık her şeyle başbaşaydım, "ben böyle devam edemiyorum." diyerek ağlamaya başladım. kabuslar görmeye hatta uyurken dahi ağlıyordum. işte bu günlerde daha kötüleşti her şey, "bunları gizlemeliydim, yoksa rahat edemezdim" düşüncesi elinde kırbacıyla beni durduruyordu.

    terapilere tekrar başlayarak uzun süre duygularımdan bahsetmeden bir şeyler anlatıp durdum. psikoloğumun "...duygularını anlatmıyorsun..." demesiyle bunca yazdığım/yazmadığım şeyi başkası yaşamışcasına anlattığımı fark ettim. bir insan duygularını bilmez mi? elbette bilir ama ifade etmekten men edilmiş yetiştirilmiş olabilir ve sonucunda da ifade etme şeklini unutmuş olabilir bence. bazen kendimi yeni konuşmayı öğrenen biri gibi görüyorum: "bu oldu, konu hakkında bunu düşünüyor sonucunda bunu hissediyorum" çizelgesi oluşturarak öğreniyorum. neyse.

    sonuç olarak: duyguları bastırmak iğrenç bir şey ve fiziksel/ruhsal zarar veren bir durum.
  • sürekli mutsuz olunca ve bu mutsuzluk yüzünden az konuşup az hareket edince insanlar çok garip tepki veriyor. sanki mutlu olmak zorundaymışız gibi davranıp olmayınca zamanla uzaklaşıyorlar bizden. bir süre sonra yalnız kalmamak için duygularınızı bastırmak zorunda kalıyorsunuz, yani mutsuzken mutluymuş gibi davranmak. içiniz hâlâ aynı ve bu sizi bitirecek.

    olmaya zorlandığınız insan olmayın, en iyi nasıl hissedeceksiniz öyle olun.
hesabın var mı? giriş yap