9978 entry daha
  • aslında başlıktaki diğer insanların pek çoğunun yanında nefret ediyor değilim, türkiye'den de ne bileyim şu başımızdakilerden de. bizim ailede herkesin bir yurtdışı anısı olduğundan ötürü, bizatihi annem ingiltere'de okudu mesela, türkiye'nin daha yaşanabilir bir yer olduğu görüşüyle yetiştim. tabii, onların zamanında ingiltere olsun dedemin kendi siyasi kariyerinden dolayı gittiği sovyetler birliği olsun (komünist değildir, sadece iş gereği) onların yanında türkiye gayet hoş bir yermiş. ancak şu gün gitseler ve dönseler, yine aynı şeyleri mi düşünürlerdi emin değilim.

    türkiye aslında düşününce kötü bir yer değil. dünya'da turistlere sadece bilmem hangi gökdelenin gezdirildiği şehirler olduğunu düşününce (mesela hong kong başlı başına öyle bir yermiş.) şöyle bir galata'da yürüyüş yapmak, ne bileyim antalya kaleiçi'de oturup bir şeyler içmek sahiden insanın içini açan şeyler. tabii avrupa'ya şahsen gitmedim, ama anlatılanlara göre ya gidenlere büyü yapıp geri yolluyorlar ya da sahiden bambaşka bir noktadalar. bardağın dolu tarafına mı boş tarafına mı odaklanmak gerek, o sizin tercihiniz.

    ancak ne bileyim, türkiye gün geçtikçe benim için bir hapishaneymiş gibi görünmeye başladı. dediğim gibi kötü bir yer olduğundan öte değil, sahiden kasavetli aslında. bunu gürcistan'dan döndüğüm zaman gördüm. sarp sınır kapısının bir tarafı cıvıl cıvıl, insanlar denize giriyor falan. diğer tarafı karanlık, tel örgülerle çevrilmiş... sanarsınız distopya filmlerinden fırlamış gibi. komik olan tarafı, daha sınırdan içeri girer girmez inşaatların başlamasıydı.

    o günden sonra "nasıl bir yerde yaşıyorum yahu" ben serzenişi sardı içimi. insanlar gözüme mekanik robotlar gibi göründü. öyle yani... istiklal'e ya da ışıklar caddesine gidince boş boş dolaşan gözlerle karşılaştım. konuştukları zaman hiçbir şey anlatmıyorlar ve zihinleri sadece ceplerindeki parayı nereye harcayacaklarına odaklanmıştı. hani öyle büyük bir boşluk vardı ki bu insanlarda...

    işin özü benim insanlarla aram bilmem hangi yaşımdan beri iyi değildi. yani kafama göre mi insan bulamadım yoksa insanlara kendimi kapattığımdan mı bilmiyorum ama insanlara karşı içimde hep bir soğukluk oldu işte. mizacım da belli eder bunu, siz fark etmeden. konuşmaya başlayınca çok monoton bir ses duyarsınız benden, insanların takip ettiği şeyleri etmediğim için de zor konu açarsınız benle alakalı. toplumsal olaylara karşı belki içimde bir kayıtsızlık vardır bu yüzden. bundan dolayı başımı kaldırıp etrafa bile bakmam, aklım hep bir şeylerdedir. ama işte... ilk kez içinde yaşadığım toplumun böylesine iç karartıcı olduğunu görünce kendi çapımda bir şok yaşadım.

    türk insanını sadece üretme ve harcama fonksiyonlarına indirgeyen şey neydi? insanlar neden son ana kadar hiçbir şey düşünmüyor? neden herhangi bir şeye karşın ilgileri yok?

    benim yaşımda bir türk'ün yaşantısını düşündüm. bir kere ilkokul var önce. ne korkunç şey o ya? ömrüm boyunca aşağılandığımı, hem de bayağı aşağılandığımı düşündüğüm ilk yer. direkt öğretmen olarak başımıza koydukları insanı düşününce tüylerim ürperiyor. tabii, yapması gereken şey kadının 30 kişiye çarpma tablosunu öğretmek. buna mecbur, bunu yapmak zorunda. yapmazsa ne olur? sanırım onun için kötü olur ama ben 4. sınıfta öğrenilmesi gereken şeyi sbs sınavlarına çalışırken anca öğrendim. demek ki öğrenmeden de oluyormuş, şu an halen daha aklımda değil.

    peki sonra? sınavlar var. deli gibi sınavlar, müthiş sınavlar, insanın ödünü koparacak sınavlar... doğrusunu isterseniz, ben üniversite sınavlarına çalışmadım ve özel bir okulda psikoloji okudum. (iyi de halt yedim, orasına değineceğim) belki kafam almadığı için çalışmadım, belki de sahici aptalımdır. ancak şu kadar paragrafı bir çırpıda anlam bütünlüğünü kaybetmeden yazabiliyorsam sınavlara çalışmak yerine roman yazmak gibi bir sevdaya kapıldığımdandır. sevda ki kara sevda... sabahlı akşamlı, hiç vakit kaybetmeden yazmak ister mi insan? nereye yetişeceğim ben? hani basılacağı kesin mi? niye böyle hevesliyim? şu an bile basılıp basılmayacağı bile kesin değil. hâliyle iyi bir üniversite kazanamamış, baba parasıyla okumuş adam sıfatı benim bir sanatla harıl harıl uğraşmış olmama baskın geliyor.

    bundan şikayetçi olamam. yani ne yapalım, toplum işte. en azından ekşisözlük okuyan birisi olarak senin de toplumdan rahatsız olduğunu tahmin edebiliyorum. benim canımı sıkan şey, o salak sınavın bir gencin hayatındaki en merkezi yerde olması. o sınav varken hanginiz benim yapacağım şeyi yapabilir? hanginiz ne bileyim müzik yapacağım diye ailesine kabul ettirebilir, karmaşık bir roman bitirebilir veyahut futbol dışında bir spor dalıyla ilgilenebilir?

    bu hep böyle miydi bilmiyorum ama, hayko cepkin'in müzik hayatına ilk atıldığı zaman 19 yaşındaydı. yani adam babasından küpelerini, saçlarını saklarını saklarken televizyonda synth başında yarı çıplak dövmelerini sergiliyordu. daha öncesinde de hassiktir diye bir barda takılıyor, taksim - beyoğlu çevresinde kendisi gibi aykırı insanlarla karşılaşıyordu. ben oraya gidince ne görüyorum? bol bol, çeşit çeşit arap ve onlara göre düzenlenmiş mekanlar. araplara bir düşmanlığım yok tabii, hatta arada bir lokantalarına uğrar şöyle bir yemeklerine bakar, biraz da ortam yoklarım. mümkünse sohbet de etmeye çalışırım. ama yok, öyle yabancı ki bu insanlar bana... bunlara türkçe ve türkler gibi davranmasını öğretin, gerekirse arap olduklarını fiziken gizleyecek her şeyi yapın. yine farklılar yine farklılar. hayko cepkin'in gördüğü beyoğlu ile benim gördüğüm beyoğlu... ne farklı yerler... bir tarafta özgürlüğü hissediyorum, herkes kendisini olduğu gibi gösterebiliyor... ben ise kendimi başka bir ülkeye gitmişim gibi yabancı hissediyorum.

    işte düşünüyorum, içimizdeki insanlar ne kadar özgün? şimdi sözümona marjinal gençlik kadıköy'e kaydı. ama orada sıkıcı bir siyah giyinmiş insanlar ve baba parasıyla bedelli marjinallik yapan acayip tipler görüyorum. hani belli yani, adam tarz olsun diye farklı. yoksa ruhu farklı değil, o enerjiyi hissetmiyorum ondan. kendisine güveni yüksek olduğu için öyle yoksa bir felsefesi yok. kedi gibi uysal tipler bunlar.

    gördüğüm türkiye toplumu bu. tıpkısının aynısı nice insan. korkak, sindirilmiş insanlar ve oyalasın diye önüne koyulan nice sınava dört elle sarılarak yetişen nice genç. sahiden, bir hapishane gibi hissettirmiyor bütün bunlar sizi?

    ne zaman bunları yazmayı düşündüm? bilmiyorum. yürüyüş yaparken hayko cepkin'in bir röportajını dinledim, adam neler neler yaşamış. sonra eve döndüm, bilgisayarımı açtım ve biraz yazılım yazdım. son yazdığım satırlar şöyle şeyler:

    pub fn compress(self) -> result<()> {
    let output_file = file::create(self.destination_file)?;
    let mut encoder = zstd::stream::encoder::new(
    output_file,
    self.compression_level
    )?;
    {
    let mut tar = tar::builder::new(&mut encoder);
    tar.append_dir_all("",self.source)?;
    tar.finish()?;
    }
    encoder.finish()?;
    ok(())
    }

    son zamanlarda boşluktan yazılıma sarmıştım işte. korona malumunuz, benim gibi asosyal tipleri daha asosyal ettiğinden bir hobi bulmak gerekiyor. bir şöyle ne yazdığıma baktım, hani yazılımcı gözüyle değil de öylesine bir bakış. mutlar, letler, soru işaretleri noktalı virgüller gözümde birbirine girdi. hani normalde isyan eden bir adam değilim ama... bana kala bu mu kaldı diye isyan ettim içimden. bir yerde müzisyen olup kendi bestelerimi icra edebilirdim, şu kodları yazdığım bir anda şu basılmayan romanımın imza gününde de olabilirdim mesela. ufak bir masa... kimse gelip gitmiyor, gelip geçene kendi kitabımı pazarcı gibi satmaya çalışıyorum... tamam size pek hoş görünmemiş olabilir, ama kendime dair en önemli şeyle çalışıyor olurdum.

    bu tarz yazılar yazmak pek benim tarzım değil. ama bu düşünceler eşliğinde boş duvara bakındım durdum. bir yarım kadar hem de. birisi elde elimi kaldırsa, katatonik hastalar gibi benim de elim havada dururdu. kendimi rahatlatmak için bir şeyler yazmaya karar verdim, işte... rahatının kıymetini bilmeyen, nankör bir adamım belki de. ama dışarı çıktığım zaman dört saat sonra daha hava kararmamışken aranıp "sabahtan beri neredesin sen?" diye hesap sorulmasından bunaldım sayın okuyucu. ben onlar için kötü yola müsait bir gencim, bir hatayla hayatım kayar. ben biraz tuhaf düşüyorum sanırım zira kusurlu bir şeyler yapmak istiyorum. ne bileyim, tepeden alınan bir dayatma ile bir rektörün atanmasını protesto etmek falan istiyorum, öldüresiye cop yemeden veya gözaltına alınmadan. tamam... bu çok uçuk oldu, elbette ki böyle kararlara "baş üstüne, gerekirse anama bile koca atabilirsiniz." gibi tepkiler vermem gerekiyor biliyorum. onun yerine güllü nargile çekmek gibi nispeten basit şeyler yapmak istiyorum. nargile hiç sevmem, insanların çekmesini de doğru bulmam ama yanlış şeyler yapabilme hakkımı geri istiyorum. üzerimdeki bütün otoritelerin benim hakkımda doğru olana saniyesi saniyesine karar vermemesini istiyorum. yoksa... aksi durumda sahiden de yaşamak istemiyorum ve bu gidişle fazla uzun bir ömrümün olmayacağını görebilirsiniz.
4935 entry daha
hesabın var mı? giriş yap