15 entry daha
  • bugünden tam 10 sene önce, 2001'de, ada müzik stüdyosu'nda mart-haziran ayları arasında kaydedilmiş, universal müzik tarafından çıkarılmış, menajerliği majör müzik tarafından yapılmış, şarkılarının söz ve müziğinin tümü nejat yavaşoğulları'na ait bir albüm. kapağı

    elektrik ve akustik gitarlar: nejat yavaşoğulları
    elektrik gitar: serdar öztop
    petrof piyano / keyboard: sina koloğlu
    bas gitar: burak güven
    davul: utku ünal

    ek olarak;

    violonsel: ali kızılçay, hakkı öztürk
    violin: ayşe özbekligil, gülnur kızılçay
    viola: ersin pamukçu, erdal kızılçay
    keyboard, geri vokaller: erdal kızılçay
    darbukalar ve bendir: yaşar akpençe, hamdi akatay, mehmet akatay
    mey: mustafa sorgun
    trompet: şenova ülker
    ud, cümbüş: fatih doğaner

    2001 yılında, 2002 de olabilir, bursa'da heykel'den altıparmak'a inerken, balıkçı reşat'ın karşısındaki camiinin orda bir işportacıda denk geldim albüme. babamın söylediklerine* bir emirmişcesine uyduğum zamanlar; varsa yoksa smoke on the water, black night, soldier of fortune.. neyse. geçerken işportacı önünden, alakasız bir şekilde gözüme ilişti, albümün de doğasıyla* haberim olmadığından şaşkınlıkla karşılayıp, sahte olduğundan cd'yi 2 liraya almıştım.

    bayramdı. ayrıca o sene çok sağlam bir kış geçecekti. oturduğumuz eve de yeni taşınmıştık. attım omuz çantama. 8. sınıfa gidiyordum o sene. bol bol dersaneden kaçmalı, deli gibi sigara* içmeli, hatun peşinde koşmalı bir lgs'ye hazırlık maratonu.

    bir kaç gün geçmişti albümü alalı. henüz dinlememiştim. bir gece taktım alete. ilk şarkı numara. sonuna kadar dinledim. kendimle manalar yüklemeye çalıştımsa da olmamıştı. garip de bir havası var. gayet türkçe'ydi ama bayağı bildiğin bir rock'du. açıkçası ilk dinlediğimde ilgimi çekmemişti. teker teker önizleme yapar gibi geçtim şarkıları. o sırada hasret, hafıza, metro ve aşk çok para yok dikkatimi çekmişti. bir de ankara sokakları bir şarkı vardı. bir antipati duymuştum ona. ankara'ya hiç gitmemiş olmam ve garip bir havası olması çok etkiliydi. sonuçta bu albüm, memlekette hiç yapılmamış, denenmemiş bir çok şey içeriyordu. tabii ben o yaşlarda bunu idrak edicek değildim, o birikimin b'si bile yoktu. 8. sınıfa giden bir pale, tek dünya görüşü, sabahları metin uca izlemekten ve bob marley şarkılarını türkçe'ye çevirmekten ibaret olan bir pale...

    bir iki ay hiç dokunmadım bile cd'ye. bir ablam vardı. neredeyse her hafta sonu o karda kışta yazlığa gidip sabahladığımız bir abla. aşıktım tabi doğal olarak kendisine. o zamanlar internet o kadar yaygın değildi, hızlı internet yoktu. bir şarkı indirmek saatleri alıyordu. ablam dediğim kişi de benim için ulaşılmaz bir hedef bir tanrıçaydı haliyle. benim için bir çok şey öğrenmenin kaynağı. ben de pederden dolayı az buçuk bir iki güzel grup bilirdim. o daha çok yaşar kurt, düş sokağı, kesmeşeker işte ne bileyim o tarz dinlerdi. anlattığı, söylediği her şey büyülerdi beni. gene öyle bir hafta sonu, yazlıkta, ben çıkardım cd'yi artistik yapacağım işte gözüne gireceğim, marjinallik olacak. nasıl da sevdi nasıl da sevdi. numara'yı dinlediğinde deli bu adam dedi. şarkısını dinlediğin adama deli demişti, benim için ilginçti. ama en çok hasret'i sevmişti albümden.. bizim şarkımız olmasına karar kılmıştık o gün. albümle barışıklığım o anda başlamıştı tam olarak.

    ondan sonra her gece uyurken dinlemeye başlamıştım. walkman'imde deli gibi deep purple dinlemekten vaz geçip, yanımda, bir kaç yıl sonra mp3 playerlerin çıkacağından habersiz, piyasaya sürülen, deli gibi pil yiyen bir discman taşımaya ve her daim bu albümü dinlemeye başlamıştım. akustiğim ile şarkıları çıkarmaya çalışsamda o zaman ki becerimle ve bilgimle imkansızdı. ama gene nispeten basit olan metro'yu bir arkadaşımla 8. sınıfta verdiğimiz bir konserde çalmıştık iki gitar okula. mikrofonundan deli gibi elektrik çarpıyordu. mikrofon sehpası yoktu, bir şekilde yukardan sarkıtmıştık. verdiğim ilk konserdi diyebilirim.

    tüm bunlar olurken, o serseriliğe ve asiliğe rağmen şaşırtıcı bir şekilde lgs'de güzel bir anadolu lisesini* kazanmıştım. ona keza elim gitarı daha bir iyi tutmaya başlıyordu, müzisyen olmanın, bu işten para kazanıp, kendi ayaklarım üzerinde durmanın hayalleri ve planları büyük bir ateşle kafama yerleşmeye başlıyordu. bir de o sene, hazırlıktayken yani, tkp'ye gitmeye başlamıştım. yatağımın altında bildiriler filan saklıyordum, heyecan olsun filan. okul çantamdan biralar filan da çıkıyordu. tkp'de duyduklarım filan hemen gelip bu albümdeki şarkılarla bağdaştırmaya çalışıyordum. "şişman biri çıkıp ben zenginleri severim demişti" ve "sana numara vermediler mi?" gibi cümleler. tkp yi filan bıraktım tabi, sonuçta, kıçımdan başımdan quiksilver'ler levi's'ler düşümüyordu. umrumda da değildi açıkçası, giyerdim.. bıraktım işte..

    asilik, serserilik son hız devam ediyordu. konserlerde şenliklerde deli gibi içip pogo mogo yapmalar, aynı anda 3 kızı idare etmeler, kulak deldirmeler, aşık olmalar, evde zamanlama hatasından kızla ya da sigara içerken anneye babaya basılmalar, envayi çeşit ergen olayları yani. ama artık kesin olan bir şey vardı müzisyen olacaktım.

    bir şenlikte bulutsuzluk özlemi gelmişti. 19 mayıs. bu albümün şarkılarını çalıyorlardı. neredeyse bizim arkadaş grubumuz dışında kimse bilmiyordu şarkıları. eşlik ediyorduk. konser sonrası, tüm grup elemanlarıyla sohbet ettik. ekipmanlarını taşıdık. pena aldık, baget aldık, nejat yavaşoğulları'ndan sigara aldık*.

    serdar öztop çalıyordu o zaman bulutsuzluk özlemi'nde. akın eldes sonrası dönem. şimdi ise deniz demiröz* çalıyor gitarist olarak. velhasıl, serdar öztop'un dokunuşları ve kattıkları azımsanamayacak kadar çoktur bu albümde. mutlaka akın eldes'dir harbici gitaristi bu grubun ama bana göre serdar öztop olmasaydı bu albüm de olamazdı. gitarın ton seçimi, sololar, icrası müthiştir. sırf bu albüm yüzünden içimde serdar öztop vardır biraz da.

    gel zaman git zaman mütamdiyen dinledim albümü. sonra cd kırıldı ya da kayboldu emin değilim. kendi kurduğumuz bir forum sitesinde* şu anda ne dinliyorsun başlığında gördüm bir üye yazmış şarkılarından birini. adminim ya ben de. bir forsum da var. herkes de mesaj atamıyordu daha özelden. yazdım kıza dedim o cd'yi versene bana ödünç olarak. randevuyu kopardım yani, buluştuk. aldım cd'yi. bu sefer orjinal cd tabi. anamdı babamdı bu kızla da 4 seneye yakın sevgili sıtayla. sonra o her zaman olduğu gibi gitti. cd kaldı.

    ilk şarkı numara, dümbelekli darbukalı başlıyor albüm. "tüketen bay, bayan tüketen, çoluk çocuk cünyör tüketen", "biz de istenilen bir şekilde tüketebilir miyiz?, acap bu işi becerebilir miyiz? yüzümüze gözümüze bulaşır mı? ben de isterem mi desem? yoksa önünden transit mi geçsem? sorma bana bonusların akıbetini, helalleşsek de mi globalleşsek? kupon da mı kessem yarışmaya mı girsem? kalmadı bizde sermaye, sen nerdesin ara beni ceğten yap bana masaj taciz et!" gibi sözlere sahip bir parça. deli işi, gerçekten deli bu adam...

    aşk çok para yok ise çok güzel bir girişle başlar. hem duygusal bir şarkı hem de bayağı olaylara söven bir yanı var. ebemize atlıyorlar, dışımızdakiler bizi limon gibi sıkıyorlar ama biz ay ışığında sahil kenarında birlikteyiz. şeyimiz şeyimize denk olsa da para olsaydı iyi olurdu gene de. tabii öyle, yok otobüs parası, yok içki parası, prezervatif parası, 14 şubat hediyesi o hediyesi bu hediyesi. aşk var tabii orası kolay..

    hasret ise en öttürücü parçası albümün. pamuk dokunuşlarında bir gitar solosu vardır şarkının, sonra özlem yüklü isyana dönüşür birden. fazla söyleyecek bir şey yok. standart bir aşk şarkısı işte. dinledikçe koyan, hatırlatan, soru sorduran.. ben burda sen orda hasret bitmez büyür sevda... . ılık rüzgarları deniz kokan kent...

    ankara sokakları akustik gitarın ve basın eşlik ettiği bir trompetle başlar. yolda yürürken dinlemelik. adım sesleri ve ay ışığı ritüelin bir parçasıdır. insanın beyninde düşünceler, belki bir ezgi olur, yarım kalır şarkı bitmez bazen ya hani, öyle bir güzelliğin yarım kaldığı, tamamen tükenmeden yitip giden, biten bir güzelliğin ev sahipliğini yapar ankara. unutulmaz zaten, zaten unutmamak da gerekir, çünkü hayat hafife alınamaz ki.

    kayobolan şehir'i dinlerken doğduğu şehrin bilmem kaç yol önceki halini hatırlamayıp iç çekmeyen adamın beynini karışlamak lazım. zaten şarkı, polis telsizi sesleri ve bir takım efektler ile stereo sayesinde beyin karışlamaktan ziyade beyin mımçıklamasını isteseniz de istemeseniz de gerçekleştirecektir. öyle ki bu cd yi ilk aldığım yerde artık o altıparmak heykeli bile yok..

    hayat nakışında ise albümün en sevmediğim parçası. kim bilir belki hayatın akışında belki hayatın nakışında bir on sene sonra severim, duruma göre.

    çok zor ise beni ben yapan şarkıların başında gelir. icrasını, gitar sololarını, düzenlemelerini bir kenara komak zor olsa da bu şarkı 10 yıldır güncelliğini koruyor, bu gidişle korumaya da devam edecek. her bir şeyin farkında olmak, hisstmek, görmek, duymak, bilmek isteyen bir insan düşünün, ama tüm bu istediklerinin her birinin önüne her türlü engeller çıkarılmış. kolay mı amk? hele bir de güşüşen sevgililerden nefret edenler, var olan güzellikleri görmeyenler, kitapları filmleri ve kendinen olmayanları yakan adamlar varken; çok zor!

    metro 2 şarkı sonra dinlenecek olan ud için hazırlık mahiyetindedir. gayet basit ve sade bir şarkıdır. yaşanma ihtimali olan bir aşkın artık ne ise o yaşanacak şey, ihtimallerinden bahseder özünde bu şarkı. mutsuz sonla biter, kalabalıklar saklar çünkü.

    mabet ise eğlenceli bir parçadır. hayat doludur. yaşama isteği getirir insana, uzun yollar filan vız gelir tırıs gider o derece. şarkının gitarları ve basları tam çalmalıktır. ama şarkıya damgayı vuran "insan algılayabildiği kadarını yaşar ve algılar, çoğaltır güzelliğidizeleridir.pamfilya'dabirtasvir-i mukaddes`'dir. ama seslerin ve sözlerin yardımıyla bir tasvir. bir insanın bir yere tapması gerekir ki böyle bir şarkı çıksın.. müthiş ud ve darbukaların, bendirin yardımıyla dinleyeni bulunduğu yerden alır pamfilya'ya götürür.

    yağmur nejat yavaşoğulları'nın illüzyonistlik ve müzisyenlik arasında kaldığı bir anda yazdığı şarkı olmalı. ulan bakıyorsun, majör akorlar, mutlu sesler. gel gör ki esasında hiç de öyle bir durum yok. boş ver gitsin denecek türden düşünceler gelmez bu şarkıyı dinlerken insanın aklına; kim bilir şimdi nerelerde? belki bir küçük oda da mum ışığında yalnız bu şarkıları dinliyordur.

    hafıza bana göre bu albümün küfürlü, alaylı şarkısı. tamam bu nejat denilen adamın spor arabasından inip pahalı kahve içtiğini de biliyoruz da zaten yapsın bunları da yapmazsa ayıp da daha o zamandan "kriz her zaman kapıda denmiş, fakat nedense hep karlar yükselmiş" demiş. yok ajan tek yanlışı kapıda değilde teğet geçmesi şu krizin. sonra çıkıp zenginleri sevdiğni söyleyen şişman adamın kim olduğunu da hatırlatmaya gerek yok. ayırca zaten özetlemiş de " oysa üretenlerin ellerinde yükselir dünya!"

    ben müzisyen olmadım, bir yığın da başarısızlık durumları zaten. bu böyle devam ederken ben de başka bir numara yapmayıp bu albümü hayatımın sonuna kadar dinleyeceğim sanırım..
22 entry daha
hesabın var mı? giriş yap