14 entry daha
  • çok sevdiğim yönetmen jason reitman'ın ne yazık ki ilk "aşık olmadığım" filmi. birçoklarının aksine young adult'a bayılır, herkes gibi juno'ya taparım. reitman çok güzel hikaye anlatır ve komedinin içindeki dramı ve alt metni iyi çıkarır. bu sefer farklı bir şey denemiş, büsbütün ağır bir film çekmeye kalkmış ama kendi hikayesi ve temposu altında ezilen bir film ortaya çıkartmış. kate winslet'ı kim bilir kaçıncı kere aynı rolde izlemek heyecanlandırmıyor, bunun da filmin beğenilmemesindeki etkisi büyük olsa gerek. daha yeni bir yorum, daha heyecan verici bir performans gösterecek bir oyuncu seçilseydi her şey başka olabilirdi.

    --- spoiler ---

    yavaş tempoyla hiçbir sorunum yok. ancak her şeyi ağırdan alan filmin bu hızda rahatça tüm hikayesini ve alt metnini ilmek ilmek örebilmesini beklemek yersiz olmaz. film hapisten kaçan frank'i katalizör olarak kullanıp evin erkeği sekreteriyle kaçınca bir başına kalan ve bir evde kendilerine yazılan rolde hapis kalan adele ve henry'nin zincirlerini kırma çabasını anlatıyor.

    adele çocuk üstüne çocuk kaybetmenin travmasıyla akıl sağlığını yitirmiş, doğurmayı başardığı ve hayattaki en büyük başarısı olan henry’e sarılmış bir kadın. aslında aralarındaki ilişkinin sağlıksız olduğunu söylemek çok doğru olmayabilir. ama güçlü bir bağ olduğu kesin. norma – norman bates gibi rahatsız edici bir ikili değiller. dans ettiklerinde bile aralarında şefkat ve sevgiden başka, tekinsiz bir şey sezmiyorsunuz.

    henry ise haftada bir gördüğü babası ve mükemmel bir erkek evladı da kapsayan yeni ailesine alışmaya ve kendi oraya ait hissetmeye çaba bile göstermeyen, annesiyle yaşadığı evin erkeği olma rolüne bürünebildiği kadar mutlu olabilen bir çocuk. küçük yaşta kaldığı bu durum onun kendisi olmasını engellemiş, zaten nasıl biri olduğuna da çok karar verememiş. her söylenene inanması ve fikirlerinin bu kadar kolay değiştirilebilmesi de bu yüzden. babasının “erkek evlat” kalıpları, halka karışamayan annesinin neredeyse tüm sorumluluklarını üstlenmesi ve tüm halkın onu annesi üzerinden kimliklendirmesi henry’nin birey olmasını engellemiş. film boyunca hapsolduğu duvarları yıkıp dışarıya yavaş yavaş sızışını izlediğimiz henry’nin en hoşuma giden sahnesi dans kulübüne yazılacağını babasına söylediğinde “senin hakkında yanlış şeyler düşünürler, bunu yapma” cevabı üzerine yapıştırdığı laftı. baskıya karşı savaşmaya başlayan karakter kadar güzeli var mı?

    film adele ve henry’nin yaşadığı evdeki atmosferi mükemmel bir şekilde özetliyor aslında. henry doğum günü hediyesi olarak annesine “kocalık” vazifeleri yapma kuponları hediye ediyor. ancak fark ediyor ki yine de eksik olan bir şeyler var. annesi çok yalnız ve henry asla bir “koca”nın yerini tutamayacak. biz hemen bunu cinsellik ile bağdaştırmaya meyletsek de, henry o yaşında bunu anlamlandıramasa da sonradan işin adını koyduğunu söylese de durumu sadece seks yapamamakla özetlemek doğru değil. adele’in ihtiyacı olan safi bedensel haz değil, yaslanacak biri daha çok. henry’nin ihtiyacı olansa üzerindeki tüm sorumlulukları alıp çocuk olmasına fırsat tanıyabilecek biri.

    işte frank bu noktada devreye giriyor. hapisten kaçarken bacağını incittiği için çok uzaklaşamayan frank bizimkilerin evine sığınıyor ve sözde onları kaçırıyor. banliyödeki her şey dışarıya karşı nasıl göründüğünüzden ibaret olduğu için de aslında tehlike arz etmeyen adele’i bağlayıp gerçekten rehin alınmış olarak gözükmelerini sağlıyor. o akşam onlara güzel bir yemek yapıyor. ertesi sabah da kahvaltı hazırlıyor. filmin gücünü kaybettiği nokta, akıl sağlığı zaten pek yerinde olmayan adele’in kendilerini kaçıran bu adamı “koca” yerine koymasının altını çok iyi dolduramamış, kağıt üzerinde bunu yapsa da filme iyi aktaramamış olması. frank çok geçmeden gerçekten de “evin erkeği” oluyor ve evdeki tüm işleri yapmaya başlıyor. arabayı tamir ediyor, yerleri cilalıyor, yemek yapıyor, komşu çocuğunu eğlendiriyor, henry ile ilgileniyor, adele’e şefkat gösteriyor. hayatındaki hiçbir şeye, karnındaki bebeklere bile, tutunamamış olan adele’in bu adama bu kadar kısa sürede bağlanabilmesi şaşırtıcı değil aslında. her şeyi bırakıp onunla kanada’ya kaçmayı kabul etmesi de… banliyönün üzerinde direttiği aile kavramını birebir oluşturan bir çekirdeğe dönüşüyorlar işte, adele daha ne isteyebilir ki?

    filmde geriye dönüşler sayesinde frank hakkında bilgiler ediniyor, onun neden hapishaneye düştüğünü izliyoruz. son derece klişe ve bu kadar vakit ayrılmaya gerek olmayan bu hikaye frank’i kader mahkumu bir zavallı olarak konumlandırıyor. anti kahramanlara sempati duymaya başlayan yeni nesil seyirciler olarak onun gözümüzde bu kadar aklanmasına ihtiyacımız yok aslında. biz daha adele ve henry’e ilk yemek yaptığı anda ona ısınmış olmuştuk zaten, yalan mı?

    nereye çeksen oraya gidecek olan henry ergenliğin getirdiği oyun hamuru kıvamının da etkisiyle çevresinde olan bitene karşı bir pozisyon alma ve “biri olma” peşinde. beş gün içerisinde kendisine sadece pazar günleri gördüğü o adamdan daha çok babalık yapan frank’in samimiyetine inanmak istiyor. çünkü o varken yere uzanıp oyun oynayabiliyor, dışarıda gezip oynayabiliyor. frank’in annesini onun uğraşıp da beceremediği kadar mutlu ettiğinin de farkında. tek sorun, büyük şehirden banliyöye sürgün edilmiş sorunlu genç bir kız tarafından aklının çelinmesi. babası tarafından aniden terk edilen henry’nin zihnindeki arkada bırakılma korkusuna sırf eğlence olsun diye körükle giden o kız yüzünden her şey karmaşık bir hal alıyor. henry annesini kıskandığına ve onu kaybetmekten korktuğuna inanmaya başlıyor. adele onu aksine ikna etse de yine tüm planları bozan henry oluyor.

    kanada’ya kaçmadan önce babasına bir veda notu bırakan ve onu merak etmemesini söylemek isteyen henry yüzünden polis kapıya dayanırken rollerine esir bu insanlar yeniden kendilerine yazılmış oyunu oynamaya dönüyorlar. frank bir hapishane kaçağı oluyor, adele ve henry de rehin tutulan zavallı mağdurlar. frank’in aileye olan sevgisinin fırsatçılıktan ibaret olmamasını diliyorsunuz film boyunca. filmin finali de içinize su serpiyor.

    --- spoiler ---

    biraz daha iyi yazılsa çok daha iyi bir film olabilecekse de labor day bu haliyle de yarattığı atmosfer ve gerilim sayesinde bizi hikayenin esiri yapmayı başarıyor. reitman’ın en başarısız filmi olsa bile onu takip etmeyi bırakacak veya filmi yerin dibine sokacak sebep bulamıyorum açıkçası.
21 entry daha
hesabın var mı? giriş yap