22 entry daha
  • çehov bu, ne desem az kalacak ama birkaç şey söylemeye çalışalım. ister istemez spoiler içerecektir.

    rusya'nın boktan bir taşra kasabasında üç kız kardeşin yaşadığı hayat, daha ne kadar boktanlaşabilirin oyunu bu.

    moskova doğumlu irina (imer özgün), olga (ayşe lebriz berkem) ve maşa (veda yurtsever ipek), general olan babalarının görev yaptığı taşra kasabasında, anne ve babalarının ölümünden sonra zengin fakat korkunç sıkıcı bir hayat sürmektedir. kasabadaki tugayın subaylarının evlerinden eksik olmaması, onlarla felsefe, hayat ve moskova hakkında yaptıkları sohbetler hayatlarındaki tek renktir fakat giderek sönen bir mum alevi gibi onlar da zamanla azalmıştır. olga bir okulda öğretmenken, maşa sıkıcı bir öğretmenle evlidir, en küçükleri irina ise evlenme çağında olup kız kardeşler arasında en hayat dolu olandır. oyun ilerledikçe görürüz ki aradan geçen zaman sonunda herkesin hayatı değişmiştir, üç kız kardeş hâlen moskova'ya gitme hayâli kurmaktayken, erkek kardeşleri andrey (okday korunan), utangaç diye bildikleri natalya'yla (gümeç alpay aslan) evlenir. sonraki sahnelerde irina kendisine aşık olan bir subaydan (vasili vasilyeviç solyoniy, onur dikmen) evlenme teklifi alır ama onunla evlenmesi sonsuza kadar taşrada kalması demektir. bu teklifi reddeder, kendisine aşık olan bir zenginle (nikolay lvoviç tuzenbah, güray görkem) mantık evliliği yapar ama kocası, reddettiği âşığı tarafından düelloda öldürülür. maşa, evli olmasına rağmen kasabadaki tugayda görev yapan bir subaya (aleksandr ignatyeviç verşinin, kürşat alnıaçık) gönlünü kaptırır. olya ise, okulda hiç istememesine karşın müdire olur ve çok yoğun çalışmak zorunda kalır. andrey çocuk sahibi olmuş fakat kız kardeşlerinin beklediği gibi üniversitede profesör olmak yerine belediye meclisinde yazmanlıkla yetinmek zorunda kalmıştır. karısı natalya ise tüm fütursuzluğuyla eve hâkim olmakta, gaddar bir evsahibesine dönüşerek kız kardeşlerin yaşam alanını daralttığı gibi evdeki çalışanlara da kan kusturmaktadır.

    kısacası bu oyunda herkes mutsuzdur, önceleri herkesin geleceğe dâir umutları vardır ama bekledikleri tren nedense hiç gelmemektedir. her zaman gidip yaşamak istedikleri moskova kendilerinden giderek uzaklaşmakta, hayat onlara çok farklı bir yol çizerken mutsuzluklarına çâresizlik de eklenmektedir. yaşadıkları hayatı boşuna yaşıyorlarmış, boşa giden bir ömürleri varmış gibidir hepsinin. bir ömrün boşa gitmesinin ne demek olduğunu oyunda anlatan en çarpıcı örnekse, irina'nın italyanca bildiği hâlde, o kasabada bunu konuşacak kimse olmamasından dolayı yavaş yavaş bu dili unutmasıdır.

    oyuna dair birkaç notum:

    -mehmet birkiye nefis yönetmiş. böylesine uzun bir öyküyü başarıyla sahneye yansıtmak zor iş. verdim şuklarını.
    -ilk perdedeki yemek sahnesi muhteşemdi. az kişiyle başlayan sahne, eve misafirlerin gelmesiyle ne güzel yükseldi ve cıvıl cıvıl oldu, her köşede bir öbek insan sohbet edip dans ediyor ya da yemek masasında sigara içiyordu.
    -çehov tiyatrosunda, duvarda asılı tüfek varsa oyunda mutlaka patlar. hakikaten de öyleydi. dekoru inceledim, bir tarafta bir piyano, bir tarafta kitaplar, bir josephine koltuğu, bir yemek masası vs. hepsi bir tarafa, asıl dikkatimi çeken şey tavandaki kuşlar oldu. bu kuşlar nedir diye düşünürken, piyano çalındı, keman çalındı, kitaplar okundu, koltukta uzanıldı, yemekler yendi, hatta bir sahnede sehpa üzerinde eğreti biçimde durduğunu görünce "o koca saat neden oraya konmuş ki, biri çarpıp düşürecek" diye düşündüğüm masa saatini bile doktor (ivan romanoviç çebutikin, kubilay karslıoğlu) tutup yere fırlatarak paramparça ediverdi. yani o saat oraya boşuna konmamış, birazdan yere fırlatılmak için kondurulmuştu... ve sıra geldi kuşlara. oyunun sonlarına doğru maşa, o kuşlara bakıp "göçmen kuşlar bile gidiyorlar" dedi. o kadar çaresizler ki taşrada konuşlanmış tugay kasabayı terk ederken, irina mutsuzluktan mutsuzluğa koşarken, olya baş ağrısıyla bozulan sağlığına daha fazla katlanamaz, andrey elit bir akademisyen olmak yerine bedbaht bir kumarbaz ve mutsuz bir kocaya dönüşürken, kuşlar da onları terk etmektedir şimdi, hem de nispet yaparcasına hep birlikte uçarak o boktan kasabada bir başlarına bırakmaktadır onları.
    -ferapont rolündeki kaya akarsu da rolün büyüğü küçüğü olmazın simgesi gibidyi, ara ara kısacık göründü ama, çok başarılıydı. ayrıca dadı anfisa rolündeki seval gökçe'yi nereden tanıyorum diye düşünüp durdum, oyundan sonra kadının hakkında araştırma yapınca hatırladım: sıdıka dizisindeki apartman yengesi. o da çok başarılıydı. ayrıca ne güzel bir ses tonu var kadının yahu!
    -son perdede 45 dakika boyunca elinde tepsiyle bir köşede dikilen garsonu özellikle alkışlamak gerek. bir ara tepsi ve üstündeki kadehler tir tir titredi ama rolünün hakkını çok güzel verdi bu çocuk, ismi: kürşat karaman.
    -irina'nın yerinde olsam o sakallıyı seçerdim ben yaa, çok tatlı oğlandı bence. tam tipimdi hihihi.
    -ha beğenmediğim bir şeyi söyleyeyim, oyunda geçen latince ya da fransızca sözcükler, seyircinin anlaması için normalde repliği olmayan figüranlar tarafından oyunun içinde bilgi mâhiyetinde açıklanıyor. sevmedim o fikri, seyircileri olmadık yerlerde güldürdü o açıklamalar.
    -kapanışsa çok dokunaklıydı. üç kız kardeş bir köşeye çekilmiş son repliklerini söylerken, yukardan siyah tüller yağdırılmaya ve kardeşleri yavaş yavaş kaplamaya başladı. burada geçen inanılmaz etkileyici sözler hâlâ kulaklarımda. "zaman geçecek, sonsuzca geçip gideceğiz bizler de; unutacaklar bizi, yüzlerimizi unutacaklar, seslerimizi, sayımızı; fakat acılarımız bizden sonra yaşayanlar için sevince dönüşecek, mutluluk ve esenlik gelecek dünyaya ve iyi sözlerle anacaklar bizi..." “gün gelecek, bütün bunların, bu acıların nedenini öğrenecek herkes, hiçbir şey gizli kalmayacak, fakat yaşamak gerek şimdi… çalışmak gerek, sadece çalışmak…”
    -tüller, oyuncuların yüzünü gözünü kapadıkça kıkır kıkır gülen gerizekalı tiyatro izleyicisine ise diyecek söz bulamıyorum.
    -rus edebiyatına bayılıyorsanız mutlaka görün, alın manitayı gidin derim. ama biraz ağır, epey karamsar ve çokça da melankolik bir oyun, onu da söyleyeyim. sonra "ay içim şişti, ay kalbim sıkıştı" falan duymayayım. ama kasım ayında güzel gidecektir biraz melankoli.

    son olarak oyunun kapanışı yahya kemâl'in şu dizelerini hatırlattı bana:

    hülyâsı kalmayınca hayatın ne zevki var
    bitsin hayırlısıyla şu beyhude sonbahar!
    ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,
    müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.
215 entry daha
hesabın var mı? giriş yap