• annemin severek izlediği dizi. lakin iki çift lafım olacak sanat yönetmenine.

    öncelikle sanıyorum sanat yönetmeni 2000 doğumlu. 90'ların kılık, kıyafet, saç ve yüz tiplerini bu kadar bilmiyor olması için o yılları hiç görmemesi, yaşamaması lazım bana göre.

    90'larda insanların ödü kopardı kalın kaştan. 14 yaşında kaş inceltirdi kızlar. kadınlar 2 tel kaş çıktı mı çoğalacak diye korkularından üç günde bir kuaförün yolunu tutardı. dizideyse herkesin kaşları kalın kalın bildiğin günümüz görseli. dövme kaş bi de maşallah. hadi buna bir şey yapılmaz malum, bu insanlar çekim bitince normal hayatına dönüyor. ancak giyimler ve saçlar için bir şey yapılabilirdi diye düşünüyorum.

    evin büyük kızı bildiğin 2010 ve sonrası insanı. bu kadar yapılı bir yüz, bu şekilde iri dalgalı kalıp gibi saçlar, kalın koyu kaşlar hiç de o yıllara ait değil. günlük kullanılan kuşyuvası diye bi saç toplama şekli vardı, bari ondan yapsaydınız kıza. topuz yapmışlar o bile 2020'lerin topuzu. dağınık topuz diye bilinen ancak dağınıklığı yanlardan çıkarılmış iki zülüften ibaret olan bir topuz şekli de vardı 90'larda. bu kullanılabilir, sedefli pembe ruj sürülebilirdi. 90'larda mat kahve tonu ruj diye bir şey yoktu. ojeler rujlar hep sedefliydi yahu. bu mat renkler de nereden çıktı?

    dönüş karakteri ise daha ziyade 70'li yılların bireyi gibi. baba için de aynı şeyi söyleyebilirim. hadi babaya bir şey diyemiyorum, belki o yıllarda kalmıştır mental olarak da, dönüş niye 70'ler modasına takılıyor anlamadım. 90'larda 70'ler gibi giyinen bir ergenseniz, dışlanıp dalga geçilmeyi göze almışsınız demektir. bu kıyafetler ancak ve ancak annenizin eskileri olabilir.

    bol salaş kazaklarınız olmalı ve bu kazakları tulum içine giymelisiniz o yıllarda. veya 3 fırfırlı etek üzerine uzun kollu boğazlı body giymeniz gerekir. deri cekediniz slim değil bol bir deri cekettir mesela, mutlaka vatkalıdır. m-police kalın tabanlı ayakkabı giymelisiniz. spice girls kliplerinden ilham alınabilir. deri ceket içinse tayfun duygulu görsellerine bakabilirsiniz zira motorsikletle gelen oğlan da çok günümüz. bi de yaz-kış beyaz veya buz mavisi kot olayı var. buz mavisi detayı her noktada var o yıllarda, tıpkı sedefli ruj gibi.

    erkelerde sakal olayı yok. başrol oğlan o yıllara göre fazla sakallı. ya kirli sakal olur, ya hiç olmaz ya da top sakal bırakırsınız. o yılların backstreet boys oğlanlarına bi bakın, giyim, kuşam, sakalsızlık vs. o yılların genç erkek görselini çok net veriyorlar. 90'ların erkek popçularına bi bakın mesela, hangisi sakallı? hadi sosyal hayata dair görsel yok diyelim ki, ölüyoruz fotoğrafsızlıktan, popun patladığı yıllar ayol, bir sürü klip var, izleyin tanıyın modayı. meg ryan filmlerine bakın edin ne bileyim.

    metres hatun hepten günümüz cihangir kadını olmuş. deligöz kaynana da 2005-2010 yaprak dökümü karakteri gibi, o yıllar yani.

    en küçük kızda bi tık 90'lar yakalanmış. onun dışında izlerken, 90'lı yılları anlattığı detayına varılamıyor maalesef.
  • çehov bu, ne desem az kalacak ama birkaç şey söylemeye çalışalım. ister istemez spoiler içerecektir.

    rusya'nın boktan bir taşra kasabasında üç kız kardeşin yaşadığı hayat, daha ne kadar boktanlaşabilirin oyunu bu.

    moskova doğumlu irina (imer özgün), olga (ayşe lebriz berkem) ve maşa (veda yurtsever ipek), general olan babalarının görev yaptığı taşra kasabasında, anne ve babalarının ölümünden sonra zengin fakat korkunç sıkıcı bir hayat sürmektedir. kasabadaki tugayın subaylarının evlerinden eksik olmaması, onlarla felsefe, hayat ve moskova hakkında yaptıkları sohbetler hayatlarındaki tek renktir fakat giderek sönen bir mum alevi gibi onlar da zamanla azalmıştır. olga bir okulda öğretmenken, maşa sıkıcı bir öğretmenle evlidir, en küçükleri irina ise evlenme çağında olup kız kardeşler arasında en hayat dolu olandır. oyun ilerledikçe görürüz ki aradan geçen zaman sonunda herkesin hayatı değişmiştir, üç kız kardeş hâlen moskova'ya gitme hayâli kurmaktayken, erkek kardeşleri andrey (okday korunan), utangaç diye bildikleri natalya'yla (gümeç alpay aslan) evlenir. sonraki sahnelerde irina kendisine aşık olan bir subaydan (vasili vasilyeviç solyoniy, onur dikmen) evlenme teklifi alır ama onunla evlenmesi sonsuza kadar taşrada kalması demektir. bu teklifi reddeder, kendisine aşık olan bir zenginle (nikolay lvoviç tuzenbah, güray görkem) mantık evliliği yapar ama kocası, reddettiği âşığı tarafından düelloda öldürülür. maşa, evli olmasına rağmen kasabadaki tugayda görev yapan bir subaya (aleksandr ignatyeviç verşinin, kürşat alnıaçık) gönlünü kaptırır. olya ise, okulda hiç istememesine karşın müdire olur ve çok yoğun çalışmak zorunda kalır. andrey çocuk sahibi olmuş fakat kız kardeşlerinin beklediği gibi üniversitede profesör olmak yerine belediye meclisinde yazmanlıkla yetinmek zorunda kalmıştır. karısı natalya ise tüm fütursuzluğuyla eve hâkim olmakta, gaddar bir evsahibesine dönüşerek kız kardeşlerin yaşam alanını daralttığı gibi evdeki çalışanlara da kan kusturmaktadır.

    kısacası bu oyunda herkes mutsuzdur, önceleri herkesin geleceğe dâir umutları vardır ama bekledikleri tren nedense hiç gelmemektedir. her zaman gidip yaşamak istedikleri moskova kendilerinden giderek uzaklaşmakta, hayat onlara çok farklı bir yol çizerken mutsuzluklarına çâresizlik de eklenmektedir. yaşadıkları hayatı boşuna yaşıyorlarmış, boşa giden bir ömürleri varmış gibidir hepsinin. bir ömrün boşa gitmesinin ne demek olduğunu oyunda anlatan en çarpıcı örnekse, irina'nın italyanca bildiği hâlde, o kasabada bunu konuşacak kimse olmamasından dolayı yavaş yavaş bu dili unutmasıdır.

    oyuna dair birkaç notum:

    -mehmet birkiye nefis yönetmiş. böylesine uzun bir öyküyü başarıyla sahneye yansıtmak zor iş. verdim şuklarını.
    -ilk perdedeki yemek sahnesi muhteşemdi. az kişiyle başlayan sahne, eve misafirlerin gelmesiyle ne güzel yükseldi ve cıvıl cıvıl oldu, her köşede bir öbek insan sohbet edip dans ediyor ya da yemek masasında sigara içiyordu.
    -çehov tiyatrosunda, duvarda asılı tüfek varsa oyunda mutlaka patlar. hakikaten de öyleydi. dekoru inceledim, bir tarafta bir piyano, bir tarafta kitaplar, bir josephine koltuğu, bir yemek masası vs. hepsi bir tarafa, asıl dikkatimi çeken şey tavandaki kuşlar oldu. bu kuşlar nedir diye düşünürken, piyano çalındı, keman çalındı, kitaplar okundu, koltukta uzanıldı, yemekler yendi, hatta bir sahnede sehpa üzerinde eğreti biçimde durduğunu görünce "o koca saat neden oraya konmuş ki, biri çarpıp düşürecek" diye düşündüğüm masa saatini bile doktor (ivan romanoviç çebutikin, kubilay karslıoğlu) tutup yere fırlatarak paramparça ediverdi. yani o saat oraya boşuna konmamış, birazdan yere fırlatılmak için kondurulmuştu... ve sıra geldi kuşlara. oyunun sonlarına doğru maşa, o kuşlara bakıp "göçmen kuşlar bile gidiyorlar" dedi. o kadar çaresizler ki taşrada konuşlanmış tugay kasabayı terk ederken, irina mutsuzluktan mutsuzluğa koşarken, olya baş ağrısıyla bozulan sağlığına daha fazla katlanamaz, andrey elit bir akademisyen olmak yerine bedbaht bir kumarbaz ve mutsuz bir kocaya dönüşürken, kuşlar da onları terk etmektedir şimdi, hem de nispet yaparcasına hep birlikte uçarak o boktan kasabada bir başlarına bırakmaktadır onları.
    -ferapont rolündeki kaya akarsu da rolün büyüğü küçüğü olmazın simgesi gibidyi, ara ara kısacık göründü ama, çok başarılıydı. ayrıca dadı anfisa rolündeki seval gökçe'yi nereden tanıyorum diye düşünüp durdum, oyundan sonra kadının hakkında araştırma yapınca hatırladım: sıdıka dizisindeki apartman yengesi. o da çok başarılıydı. ayrıca ne güzel bir ses tonu var kadının yahu!
    -son perdede 45 dakika boyunca elinde tepsiyle bir köşede dikilen garsonu özellikle alkışlamak gerek. bir ara tepsi ve üstündeki kadehler tir tir titredi ama rolünün hakkını çok güzel verdi bu çocuk, ismi: kürşat karaman.
    -irina'nın yerinde olsam o sakallıyı seçerdim ben yaa, çok tatlı oğlandı bence. tam tipimdi hihihi.
    -ha beğenmediğim bir şeyi söyleyeyim, oyunda geçen latince ya da fransızca sözcükler, seyircinin anlaması için normalde repliği olmayan figüranlar tarafından oyunun içinde bilgi mâhiyetinde açıklanıyor. sevmedim o fikri, seyircileri olmadık yerlerde güldürdü o açıklamalar.
    -kapanışsa çok dokunaklıydı. üç kız kardeş bir köşeye çekilmiş son repliklerini söylerken, yukardan siyah tüller yağdırılmaya ve kardeşleri yavaş yavaş kaplamaya başladı. burada geçen inanılmaz etkileyici sözler hâlâ kulaklarımda. "zaman geçecek, sonsuzca geçip gideceğiz bizler de; unutacaklar bizi, yüzlerimizi unutacaklar, seslerimizi, sayımızı; fakat acılarımız bizden sonra yaşayanlar için sevince dönüşecek, mutluluk ve esenlik gelecek dünyaya ve iyi sözlerle anacaklar bizi..." “gün gelecek, bütün bunların, bu acıların nedenini öğrenecek herkes, hiçbir şey gizli kalmayacak, fakat yaşamak gerek şimdi… çalışmak gerek, sadece çalışmak…”
    -tüller, oyuncuların yüzünü gözünü kapadıkça kıkır kıkır gülen gerizekalı tiyatro izleyicisine ise diyecek söz bulamıyorum.
    -rus edebiyatına bayılıyorsanız mutlaka görün, alın manitayı gidin derim. ama biraz ağır, epey karamsar ve çokça da melankolik bir oyun, onu da söyleyeyim. sonra "ay içim şişti, ay kalbim sıkıştı" falan duymayayım. ama kasım ayında güzel gidecektir biraz melankoli.

    son olarak oyunun kapanışı yahya kemâl'in şu dizelerini hatırlattı bana:

    hülyâsı kalmayınca hayatın ne zevki var
    bitsin hayırlısıyla şu beyhude sonbahar!
    ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,
    müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.
  • çehov'un taşra çiftliklerinde (yurtluklarda) geçen öteki oyunlarından farklı olarak "üç kızkardeş"in ortamı küçük bir taşra kentidir. toplumsal çevrenin, boğucu taşra yaşamının, çehov'un hemen bütün oyunlarında rastlanan eleştirisi bu oyunda doruktadır. oyun kahramanlarından andrey bir yerde şöyle der: "moskova'da bir restoranın muazzam büyüklükteki salonunda oturursun, kimse tanımaz seni. ve sen kimseyi tanımazsın. ama yine de yabancı hissetmezsin kendini. burada ise herkesi tanırsın, herkes seni tanır; ama yine de yabancısındır..."

    böyle bir ortamda bilginin, eğitim görmüş olmanın, öğrenilmiş şeylerin de anlamı yoktur. "üç kızkardeş"in kahramanlarından irina'nın öğrendiği bir yabancı dil olan italyancayı unutmaya başladığını ayrımsadığında kapıldığı panik, çehov'un oyunlarında acıma duygusu ve ironi birlikteliğinin en etkileyici sahnelerindendir. bir rus taşra kentinde italyanca "pencere" ya da "tavan" sözcüğünü öğrenmenin anlamsızlığı, boşu boşuna geçip gitmiş yaşamın simgesi gibidir...

    çehov'un oyunlarında taşra boğuntusuyla birlikte işlenen temalardan biri de gelecek umududur. yine "üç kızkardeş"te, andrey'in bir başka yerde söylediği şu sözler bu umudun dile getirilişi bakımından ilginçtir: "yaşadığımız şu hayat iğrenç, ama buna karşılık geleceği düşündüğümde içim öyle rahatlıyor, her şey öyle kolay, öyle engin görünüyor ki... uzakta bir ışık parlıyor sanki ve özgürlüğü görüyorum. kendimin ve çocuklarımın başıboşluktan, kvas içip lahanalı kaz eti yemekten, öğle sonrası uykularından, şu aşağılık asalaklıktan nasıl kurtulacağımızı görüyorum..."

    "üç kızkardeş"in etkileyici bitiş sahnesinde, (beckett'in hiçbir zaman gelmeyecek godot'suna örnek oluşturduğunu düşündüğüm) hiçbir zaman gidilemeyecek moskova'ya gitme umudunun bütün bütüne yok olduğu anlaşıldığında, olga, kız kardeşleri maşa ve irina'yı kucaklayarak şöyle diyecektir: "... zaman geçecek, sonsuzca geçip gideceğiz bizler de; unutacaklar bizi, yüzlerimizi unutacaklar, seslerimizi, sayımızı; fakat acılarımız bizden sonra yaşayanlar için sevince dönüşecek, mutluluk ve esenlik gelecek dünyaya ve iyi sözlerle anacaklar bizi..."

    -ataol behramoğlu
  • umarım onuncu bölümü göremeden ölür bu ucuz dram. el kızı dizisi başladığında da aynı dilekte bulunmuştum . nitekim öyle de oldu. tv izleyicisi değilim lakin fragmanlardan denk geldiğim kadarıyla yine kadına şiddetin promote edildiği bir içerik. cidden bıktım ve sıkıldım artık. gerçek hayat da böyle ama rererö izleyicisi için tv'de promote edilen şeylerin toplumsal ve bireysel eşiklerde kabul görme düzeyinin arttığını söylemek isterim. çoklu ilişkiler, rıza kavramının yok olması , psikolojik ve fizyolojik şiddet zaten toplumsal tabana yayılmış durumda . daha fazlasına ihtiyacımız yok.
  • 98 yılında lcd tv ne geziyor? o yıllarda abd'de bile lcd tv yoktu.
    ayrıca 98 yılında öss öys sonucu internetten verilmiyordu. eve postayla geliyordu.
  • diziye hakim değilim de başrol kız sümük bir oyunculuk sergilediği için annemlerle izlerken grip olasım geliyor. bu arada dikkatimi çekti, başrol kız ve erkeğin kaşları bir otoban yolu gibi düz mşllh. karşılıklı sahnelerinde ifadeler şu şekil -_-
  • her tarafından estetik akan bir hanım ablanın zır zır ağladığı kolpa dizi.
  • 60'larda mı 70'lerde mi 90'larda mı geçiyor anlayamadım. safiye ayla'nın ölüm haberini görünce internet'ten bakıp 98 yılında geçtiğini anladım 98 yahu insanlar böyle giyinmiyordu. böyle saçları yoktu , daha salaş giyinirdi insanlar. sanat yönetmeni sınıfta kaldı gözümde.
  • başroldeki kızın her an tvde bir kadın programı sunacakmış gibi saç, makyaj ve kıyafetle oynadığı dizi.
  • güya doksanlarda geçiyormuş.

    hayatımda gördüğüm en kötü sanat tasarımına sahip dizi. dizinin izleyicisini bu denli salak yerine koyduğunu görmek beni baya bir rahatsız etti. o kıyafetler ne abi. doksanlarda geçtiğini duyunca inanamadım ya.

    ne makyaj, ne kıyafetler, ne ev dekorasyonu ya doksanların havasına ait en ufak bir kırıntı dahi göremiyorum. ver eline oyuncunun bir telsiz telefon, bu film doksanlarda geçiyor de. waow amk.
hesabın var mı? giriş yap