111 entry daha
  • opeth, doksanların başında, dönemin iskandinavya’da esen black metal fırtınası ve avrupa’ya yeni yeni geçen death metal salgınının etkisinde kalan ve o dönemlerde black metal, okült gibi konulara oldukça meraklı, aynı zamanda da iflah olmaz bir metal müzik tutkunu bir genç olan mikael akerfeldt tarafından 1991 civarında stockholm’de kuruldu.
    önceleri “eruption” adlı bir grupta oldschool death metal deneyen mike ve arkadaşı anders, sonradan bu grubu bitirip daha farklı bir müzik yapmaya karar verdiler. dönemin norveçli black metal grupları ve amerikan death metal devi morbid angel gibi metal gruplarının yanı sıra, yetmişlerin progresif rock grubu camel’dan da etkilenen ve yapmak istediği müziği bu grupların bir sentezi halinde yaratmak isteyen mike, okuduğu bir kitapta gördüğü ve “ay şehri” anlamına gelen opeth ismi altında, arkadaşı anders ve peter ile, sonradan değişecek birkaç arkadaşıyla birlikte müzik yapmaya başladı.
    bazı kadro değişiklikleri sonucunda, davulda zenci bir isveçli olan anders nordin ve bas gitarda da johan de farfalla ile ilk oturaklı kadrosuna ulaşan opeth, ilk albümleri “orchid”’i 1994 nisan’ında, 12 gün içerisinde unisound studio’da kaydedip, mixledi.
    candlelight records’tan çıkan albümün prodüktörüyse, o zamanlar adını yavaş yavaş metal dünyasına duyuran ancak daha sonra metal dünyasının en saygın isimleri arasına girecek olan dan swanö’dan başkası değildi. 1990’dan beri yazılan metaryellerin toplamı olan orchid albümünde, ne grup logosu, ne de anlaşılır bir grup fotoğrafı vardı. yanlızca siyah zemin üzerindeki iki adet pembe orkide çiçeği, bakıldığında albümün dikkat çeken tek unsuruydu. müzikal olaraksa albüm, dışarıdaki sadeliğinin aksine son derece doluydu.
    beş adet uzun parça ve iki kısa enstrumantal pasajdan oluşan albüm, tüm metal dünyasında olmasa da, özellikle underground avrupa piyasasında büyük bir şok yarattı. uzun parçalar, içlerindeki akustik bölümler, duygu dolu clean ve vahşi brutal vokaller, benzersiz melodiler ve sıradışı şarkı düzenlemeleriyle orchid albümü, gelmiş geçmiş en başarılı debut’lardan biri olarak nitelendirildi. “in mist she was standing”, klasik olmuş “forest of october” ve duygu bombardımanı “twilight is my robe” albümü ilk dinleyenleri hemen büyüleyen parçalardı. albüm tema olarak da dönemin pek çok albümünden farklı bir yapıdaydı. tüm sözleri ve şarkıların önemli bir kısmını yazan grubun frontman’ı mikael akerfeldt pek çok insan tarafından gelecekte adından sıkça söz ettirecek bir müzisyen olarak gösteriliyordu.
    “forest of october”’da yer alan “...the forest of october sleeps silent when i depart...” gibi dizelerle, grup liriksel anlamda çok başka kapılar açıyor, hayalgücüyle beslenen şarkı sözleri pek çok insana soğuk ve karanlık bir dünya çiziyor, onları ruhlar ve hayaller aleminde bir yolculuğa çıkarıyordu.
    diğer bir yandan, eleştirmenler albümün müzikal yönünü nitelendirmekte zorlanıyor, death metal’den, black metal’den, doom metal’den ve progressive metal’den izler taşıyon ancak soft bölümler de barındıran albümü “emo metal”, “progressive doom death”, ”forest metal” gibi tuhaf adlarla nitelendirmeye çalışıyor ancak bir sonuca ulaşamıyorlardı. gerçekten de albüm, tam anlamıyla “farklı” bir albüm olduğunu tüm dinleyicilere hissettiriyordu. grup bu albümün arkasından az sayıda konserle ve oldukça az promosyonla, yanlızca underground piyasada adını duyurdu.
    yıl 1996 olduğunda grup, adını ilk albümdekinden daha geniş kitlelere duyurmasını sağlayan başyapıtı “morningrise” albümüne imza attı. (benim de hayatımda en sevdiğim albümdür.) prodüktörlüğünü yine dan swanö’nün yaptığı ve unisound studio’da 1996 mart’ında kaydedilen albüm, 1991-1996 arası yazılan 5 adet kusursuz parçadan oluşmaktaydı.
    mükemmel açılış parçası “advent”’tan soğuk ve duygusal atmosferiyle “the night and the silent water”’a, benzersiz melodileriyle “nectar”’dan 20 dakikadan uzun süresiyle dinleyende şok etkisi yaratan ve her saniyesi bambaşka bir güzellik olan “blackrose immortal”’a ve sondaki duygu depremi “to bid you farewell”’a, albüm gerçek bir şaheser niteliğindeydi. sayısız melodi, duygu dolu vokaller ve akustik pasajlarla süslü albüm, grubun ilk albümündeki tüm trademark’larının yanı sıra, şarkı düzenlemelerindeki kusursuzlukla da dikkat çekiyordu. birbiri ardına çalınan ve birbirinden bağımsız melodi ve ritmler, o kadar uyumlu birleştirilmişti ki, 20 dakikalık bir şarkı bile bütünlüğü bozulmadan ve hiç bir saniyesi insanı sıkmadan dinlenebiliyordu.
    aslında bu 20 dakikalık şarkı, yani “blackrose immortal” aslında “orchid” albümü için düşünülüyordu ancak daha sonra “orchid” albümüne kadar tamamlanamayınca, “morningrise”’a konmuştu. yani bu şarkının tamamlanması neredeyse 5 yıl sürmüştü.
    “advent” parçasının temelini oluşturan ve grubun 1992 yılında yazdığı “eternal soul torture” adlı parça da albümün 2000 yılında tekrar basılacak versiyonunda bonus olarak yer alıyordu. “advent” parçasını oluşturan bölümlerin bir kısmı da, yine grubun 1992’de yazdığı ve “orchid” albümünün 2000 yılında çıkacak versiyonunda yer alan “into the frost of winter” adlı parçadan alınmıştı.
    mikael akerfeldt’in, ölen dedesi için yazdığı ve sonradan anlaşılmaz bir biçimde en sevmediği opeth parçası olarak nitelendirdiği (benim hayatta en sevdiğim parçadır.) “the night and the silent water”, ortasındaki akustik bölüm ve “...am i like them? those who mourn and turn away, those who would give anything to see you again, if only for another second...” sözleriyle hayranların akıllarına kazındı.
    grubun daha sonra belirttiği üzere, judas priest müziğinden etkilenerek yazdığı “to bid you farewell” da, pek çok hayrana göz yaşı döktüren ve bu şaheser albümün bitişini oluşturan unutulmaz bir parçaydı.
    albümün kapağına bakıldığında, bu albümde de grup logosu kullanılmamıştı ve kapakta; orman kenarındaki bir göl kıyısında inşa edilmiş ilginç tasarımlı taş bir köprü bulunuyordu.
    66.06 dakikalık çalım süresiyle bu albüm, grubun adını biraz daha duyurmasına yardım etti ancak ilk albüm sonrası olduğu gibi bu albüm de az sayıda konser ve sınırlı promosyonla desteklendi.
    1997 yılında grubun üçüncü başyapıtı olan konsept albüm “my arms, your hearse” piyasaya sürüldü. grup bu albümde kadro değişikliklerine de gitmişti. bas gitarist johan’ın ayrılmasıyla, bu albümde bas gitarları mikael çalmış, mikael’in çok yakın arkadaşı olan davulcu anders nordin kız arkadaşıyla birlikte brezilya’ya taşınınca oluşan boşluğa da o zamanlar yeni kurulan, ancak sonradan ünlenecek death metal grubu amon amarth grubundan uruguaylı davulcu martin lopez katılmıştı.
    ilk iki albümün aksine, bu albüm unisound yerine, studio fredman’da kaydedilmiş ve fredrik nordström’ün yanı sıra, in flames’ten tanıdığımız anders friden da kayıtlarda gruba yardım etmişti.
    albüm, mevsimleri konu alan genel yapısıyla, kıştan başlayarak sonbaharın sonuna kadar uzanan bir tema benimsemişti. bu albümde ilk kez şarkı sözleri müzikten önce yazılmış ve sonradan yazılan müziğe adapte edilmişti.
    albüm yağan yağmur sesleriyle ve kısa bir piyano introsu olan “prologue” ile başlıyor, epik yapıdaki “april ethereal” ile devam ediyordu. tüm şarkılar hem liriksel, hem de müzikal anlamda birbirleriyle bağlantılı devam ediyor, insana sanki çok uzun süren tek bir şarkı dinliyormuş hissi veriyordu. hayranlar tarafından çok sevilen ve konserlerin vazgeçilmez parçası “demon of the fall” ile sade ve yumuşak “credence” da albümün öne çıkan diğer parçaları arasındaydı. albümün 2000 yılındaki tekrar basımında, “in memory of celtic frost” adlı tribute albüm için eski kadrosuyla kaydettiği celtic frost cover’ı “circle of tyrants” ve “mayh” kadrosuyla kaydettiği iron maiden klasiği “remember tomorrow” da yer almaktaydı. “a call to irons” adlı iron maiden tribute albümü için kaydedilen bu parça daha sonra, tribute albümünün en iyi parçası olarak gösterildi ve opeth yorumu son derece başarılı bulundu.
    grup bu albümde de logoya yer vermemiş, dönemin black metal trendi olan orman resimli kapaklarda olduğu gibi, kapağa yanlızca bir orman kesiti koymuştu.
    bu albümün ardından, grubun adı underground piyasayı aşarak, pek çok kişi tarafından duyulmuş, grubun çok kemik ve sadık, fanatik derecesinde nitelendirilenilecek hayranları türemişti. grup bu albümden sonra da az sayıda konser vermiş, az festivale katılabilmiş, hatta kimi eleştirmenlerce grubun kasıtlı olarak underground kalmaya çalıştığı iddia edilmişti.
    1999’a gelindiğinde, grubun adını en çok duyurduğu ve metal dünyasına müzikal anlamda bir dev olarak adımını attığı “still life” albümü piyasaya çıktı. grup bu albüm öncesi candlelight’tan ayrılmış ve peaceville’e geçmişti. bu geçiş ile grubun promosyonu da artmış, grup tarihinde ilk defa albüm kapağında timo ketola tarafından dizayn edilen logosu kullanılmış ve ünlü çizer/tasarımcı travis smith imzalı ve belli bir teması olan bir kapak çalışmasına yer verilmişti.
    o dönemde peaceville records çalışanları, kendilerine grup tarafından gönderilen demoyu dinlediklerinde: “kulaklarımıza inanamadık. böyle bir müziği daha önce duymamıştık ve opeth’i bünyemize kattığımız için son derece gururluyduk.” demişlerdi.
    15 nisan - 29 mayıs 1999 tarihleri arasında studio fredman’da kaydedilen “still life” albümü de, “mayh” albümü gibi konusu itibariyle konsept bir albümdü. yedi adet kusursuz parçadan oluşan bu albüm, opeth’in en büyük çıkışını yaptığı albüm olmuştu. “the moor” klasik olmuş introsu ve kaotik atmosferiyle pek çok insanı gerçekten de “the moor” ederken, progresif geçişleri ve şahane clean bölümleriyle “godhead’s lament”, sakin ve sessiz “benighted”, değişken yapısıyla “face of melinda” ve saldırgan “serenity painted death” hayranları büyülemeyi bilmişti.
    albümün içinde ilk kez grubun anlaşılır fotoğrafları yer alıyor, gruba şimdiye kadarki en büyük ticari başarısını getirecek bu albüm tüm dünyaca eleştirmenler tarafından adeta kutsanıyor, tam puanlar alıyordu.
    davulda martin lopez caz etkilenimli tekniğini konuşturuyor, vokalde mike sesini en kusursuz biçimde kullanıyor, bas gitarist olarak gruba yeni katılan diğer bir uruguaylı martin mendez güzel bas partisyonlarıyla gruba hemen uyum sağlıyordu. gitar yapıları bu albümde, önceki albümlere göre daha karmaşık, akor ve harmoni yapıları daha sıradışıydı ve opeth’i opeth yapan tüm özellikleri sergileyen eşsiz ritm, melodi ve pasajlar tüm albümü süslüyordu.
    morningrise’daki doom havası ve “mayh”’taki black havası, bu albümde birleşiyor, aynı zamanda cazımsı pasajlar ve son derece progresif ve karmaşık riff yapılarıyla, “still life” müzisyenlik açısından da tam bir zafere dönüşüyordu.
    gerçekten de albüm tam anlamıyla bir sanat eseriydi. bazı eleştirmenler albüme puan dahi vermiyor, bunun albümün değerini düşüreceğini belirtiyorlardı. hatta amerikalı bir eleştirmen albüm için: “...bu albümü puanlandırmayı anlamsız görüyorum çünkü bu; “tanrı’nın görünüşü şöyledir...” demekle aynı şey olur.” diyordu.
    aynı zamanda pek çok insan bu albümle grubu tanımıştı ve bu sayede grubun önceki 3 albümüne olan talep de artmıştı. bu nedenle de önceki 3 albüm, grup logosu eklenerek ve birkaç bonus parça da eklenerek tekrardan piyasaya sürüldü.
    bu albümün ve firma değişikliğinin ardından grubun verdiği konser sayısı da artmıştı. bu sayede grup yeni hayranlar kazanmaya başlamış, adını metal dünyasının sayılı devleri arasına yazdırma yolunda önemli bir adım atmıştı.
    bu albümle birlikte, metal dünyasında artık iyice anlaşılan bir başka şey de, mikael akerfeldt’in gerçek bir dahi olduğunun ve ileride adını gelmiş geçmiş en önemli metal müzisyenleri arasına yazdıracağının belli olmasıydı. özellikle şarkı yazma ve düzenleme konusunda benzersiz bir tarzı vardı. beste yapmak konusunda tam bir dahiydi ve albümden albüme geliştirdiği kusursuz vokali ve kendine özgü gitar tekniğiyle, kimi hayranlarca artık bir tanrı konumuna getiriliyordu.
    aynı dönemlerde mikael, opeth’in kardeş grubu katatonia’nın “tonight’s decision” albümünde de vokal prodüktörü olarak yardım ediyor ve son derece başarılı olan bu albümün vokal melodilerinde, katatonia’ya yardım ediyordu. bilindiği gibi mikael aynı görevi grubun bir önceki albümü “discouraged ones”’ta da yapmış, ondan önceki “brave murder day” albümünü ise benzersiz brutal vokalleriyle süslemişti.
    opeth artık metal dünyasının en başarılı ve kendine özgü gruplarından biriydi ve yaptığı her albümle, yanına yaklaşılamayan bir kalitenin ve müzikal zaferin temellerini atıyor, kendi tarzında tam bir dominant rolü üstlenerek, binlerce insanı peşine takıyordu.
    opeth öyle bir gruptu ki, grubun “en iyi albümü” diye nitelendirilen bir albümü olmuyor, her albümü bir kesimce en iyi olarak nitelendiriliyor, bazısı için en iyi albüm “mayh” oluyor, bazısı “orchid”’i, bazısı “morningrise”’ı, bazısıysa yeni albüm “still life”’ı en çok seviyordu. şarkılarda da durum farklı değildi. opeth’in yazdığı hiç bir şarkı öylesine yazılmış bir şarkı olmuyor, hepsi farklı bir hayranın favori opeth şarkısı olabiliyordu.
    opeth studio fredman’da “still life”’ı kaydederken, aynı sırada yan stüdyoda “a predator’s portrait” adlı harika albümünü kaydeden soilwork’ün, albümle aynı adı taşıyan parçasında mikael konuk müzisyen olarak vokal yapıyor, soilwork vokalisti bjorn “speed” strid’in vahşi çığlıkları arkasına o benzersiz clean vokalini katıyor, sadece bu şekilde bile parçanın tüm havasını değiştirmeyi başarıyordu.
    takvimler 2001 yılını gösterdiğinde grup “blackwater park” albümüyle bir kez daha binlerce hayranını sevindiriyordu. 2000ağustos’u ve ekim’i arasında studio fredman’da kaydedilen albüm, porcupine tree’den tanıdığımız steven wilson’un prodüktörlüğünde ve music for nations etiketiyle piyasaya çıkıyordu. steven wilson aynı zamanda vokal, gitar ve piyano ile de albüme konuk oluyordu. albümün kapak tasarımı yine amerikalı usta çizer travis smith tarafından yapılıyor, kusursuz kayıt kalitesiyle ve tarifsiz müziğiyle albüm, yine binlerce opeth hayranına bayram yaşatıyordu.
    albüm, oldukça teknik yapıdaki “the leper affinity” ile açılıyor, “we entered winter once again...” dizesiyle başlayan parça, dinleyiciye bir saati aşkın soğuk, kaotik ve benzersiz bir müzikal yolculuğun haberciliğini yapıyordu.
    ardından gelen ve steven wilson’un benzersiz vokal yardımıyla süslenen şahane “bleak”, klip çekilen ilk opeth parçası olan sakin ve duygusal “harvest”, konserlerin değişmez parçası eşsiz “the drappery falls”, duygu seli şeklindeki introsuyla “dirge for november” albümün hayranlarca en sevilen parçaları oluyor ve opeth bu albümle de müzikal zaferlerinden birine daha imza atıyor, çıtayı tekrar yukarılara çıkarıyordu.
    metal dünyasının yeni liderlerinden mikael akerfeldt bu albümde kusursuz brutal vokaliyle, kükredikçe kükrüyor, nefret, saldırganlık ve duygu yüklü sesiyle dizelerini kulaklara ve beyinlere kazıyordu.
    grup bu albüm sonrası nevermore ile amerika ve kanada’yı turluyor, uzak doğu ve avrupa’da pek çok konser veriyordu.
    bu arada mikael, “sorskogen” adı altında, dan swanö ile birlikte “mordet i grottan” adlı isveççe bir parça kaydediyor, bu parçanın nakarat bölümü daha sonra çıkacak olan “damnation” albümündeki “to rid the disease” adlı parçada kullanılıyordu. ayrıca grup bu sıralarda, tamamı mikael tarafından yazılan ve icra edilen “still day beneath the sun” ve “patterns in the ivy ii” adlı mükemmel iki yeni slow parça kaydediyor, bu iki parçayı ve “harvest”’ın klibini “blackwater park”’ın çift cd’lik versiyonlarına koyuyordu.
    bu albüm sonrası mikael akerfeldt, saf bir death metal projesi olan ve davullarda yakın arkadaşı dan swanö ile kardeş grupları “katatonia”’dan gitarlarda anders nyström ve bas gitarda da jonas p. renske ile birlikte, “bloodbath” adı altında efsanevi bir kadroyla önce 3 parçalık “breeding death” ep’sini, ardından da “resurrection through carnage” albümünü çıkartıyordu. başta sadece bu dört kişinin sarhoş bir anına denk gelip eğlencesine kurulan bu proje, “breeding death” ep’sinin aldığı olumlu yorumlarla ciddi bir projeye dönüyordu. old-school death metal çalan grupta mike, death metal vokalleriyle adeta kin kusuyor ve albümü benzersiz kılıyordu. ancak 2004 yılında, mike gruptan ayrılacak ve yerine ünlü prodüktör, hypocrisy ve pain vokalisti tommy tagtgren geçecekti. yine de bu albüm, mike’ın en aktif olarak yer aldığı yan projesi olarak tüm opeth hayranlarınca desteklendi ve sevildi.
    “blackwater park”’ın başarısının ardından grup, şimdiye dek yapmadığı bir şey yapmaya karar veriyor ve iki albümü aynı anda, arka arkaya kaydetmek gibi zor bir işi yapıyordu.
    grup biraz da olsa ticari bir yaklaşımla, müziğinin yanlızca yumuşak bölümlerini seven ve metal müziği sert bulan ve fazla dinlemeyen dinleyiciler için, distortion ve brutal vokal kullanmadığı, tamamen slow ve clean vokallerle hazırladığı “damnation” ve sert yanını ortaya koyduğu, yumuşak bölümlerin önceki albümlere oranla daha seyrek olduğu “deliverance” albümlerinin ikisini birden, 22 temmuz ve 4 eylül 2002 tarihleri arasında studio fredman’da fredrik nordström ve steven wilson eşliğinde kaydediyor, ancak daha sonra yapacakları açıklamalarda, iki albümü aynı anda kaydetmenin zorluklarından ve yoruculuğundan bahsediyor ve bir daha asla iki albümü aynı anda kaydetmemeye yemin ediyorlardı.
    bu albümlerden ilk olarak “deliverance”, 2002 yılında piyasaya sürülüyor ve her zaman olduğu gibi olumlu eleştiriler alıyordu. ancak kimi kesimler, albümü önceki opeth albümleri kadar şok edici bulmuyor, “albüm harika, ama opeth için sıradan” gibi nitelendirmeler getiriliyordu. albümün en çok dikkat çeken parçaları steven wilson vokaliyle renklenen kusursuz “deliverance” ile albümün brutal vokal kullanılmayan tek parçası “a fair judgement” oluyordu.
    aynı zamanda morbid angel etkilenimli “master’s apprentices” ve karmaşık yapısıyla “by the pain i see in others” da dikkat çeken diğer parçalar oluyordu.
    grup bu albümün hemen arkasından, 2003 başlarında, önceden hazır olan “damnation”’u piyasaya sürdü. deliverance gibi, bu albümde de sade ve siyah beyaz bir kapak çalışması yer alıyordu. bu albüm mikael akerfeldt’in her zaman bahsettiği camel hayranlığının bir sonucu olarak, bu yönde bir gidişat izleyen harika bir albümdü. bir metal albümü olmayan bu albüm, progresif rock olarak tanımlandı. yetmişli yılların sound’unu ve havasını hissettiren, kullanılan mellotron ile de bu havayı pekiştiren albüm, birbirinden güzel sekiz parça barındırıyordu. klip çekilen ikinci opeth parçası olan “windowpane”, ruhu okşayan “in my time of need”, sözleri steven wilson tarafından yazılan “death whispered a lullaby”, doğu ezgileriyle bezeli “closure” ve kalan diğer dört parçasıyla “damnation” opeth’in en çok satan albümü oluyor, amerikan billboard listesine girmeyi dahi başarıyordu.
    grup bu albümün ardından devasa bir turneye çıkıyor, 2003 yılının tümünü ve 2004’ün ilk çeyreğini yollarda geçiriyor, 3 amerika turnesi, avrupa’da festivaller, avustralya turnesi ve sayısız konserle popülaritesini arttırıyordu. “damnation” albümünü desteklemek için, sadece bu albümden parçaların ve diğer yumuşak parçaların çalındığı damnation turneleri düzenliyordu.
    grup 2003 yazında da türk hayranlarını sevinçten deliye döndürüyor ve “rock the nations festivali” kapsamında, kısa ama unutulmaz bir konser veriyor, kreator ve dio gibi devlerle aynı sahneyi paylaşıyordu.
    bu konser sırasında tanışıp sohbet ettiğim gitarist peter da, seyirciden çok etkilendiklerini ve mutlaka tekrar geleceklerini söyleyerek, beni çok mutlu ediyor, en sevdiğim grubu izlediğim gün bir de gitaristleriyle tanışamanın verdiği keyifle, bana ikinci bir mutluluk yaşatıyordu.
    bu arada mikael, 2003 sonlarına doğru uzun süredir tanıştığı anna sandberg ile evleniyor ve ardından grup, 2004 yılının başında “lamentations – live at shepherd’s bush empire” adlı ilk dvd’sini de piyasaya sürüyor ve hayranlarını tekrar sevindiriyordu. iki ayrı setten oluşan dvd’nin ilk bölümünde “damnation” albümü baştan sona çalınırken, ikinci sette sert parçalara yer veriliyordu. kusursuz kayıt kalitesiyle bu dvd de başarılı bir çalışmaydı.
    bu sıralarda mikael, hollandalı progresif grup ayreon’un 2004’ün mayıs sonunda piyasaya çıkacak “the human equation” albümünde, pek çok diğer vokalistle birlikte konuk vokalistlik yapıyor, bu ufak katılım bile, mikael’i taparcasına seven opeth hayranlarını heyecanlandırıyor, mikael’in imzası ve bir şekilde etkisi bulunan her şey olduğu gibi, bu albüm de pek çok opeth sever tarafından merakla bekleniyordu.
    grup 2004’ün ortalarında, davulcu martin lopez’in bazı sağlık sorunları nedeniyle bir süre sorun yaşıyor ancak lopez’in iyileşmesiyle, mayıs ayında yeni stüdyo albümleri için parça yazımına başlıyorlardı. mikael’in önceden belirttiği gibi, sıradaki albüm için parça yazım aşaması önceki albümlerden daha uzun sürecek ve bakalım önümüzdeki sene çıkması olası opeth albümü, yine ne gibi sürprizlerle bizi şaşırtacak, büyüleyecek.
    2000’lerin başlarında mikael’in bir ropörtajında belirttiği üzere, black metal’e duyduğu saygının bir ifadesi olarak, ilerde iki uzun parçadan oluşan bir black metal albümü yapma planı da belki gerçek olur. bahsettiğimiz grup opeth olduğundan, beklenmeyen pek çok şeyle karşılaşmamız, çok da sıradışı olmaz kanısındayım.
    son sözler olarak söylenebilecek şeyler; bu yazıyı yazan benim ve binlerce insanın hayatlarının en sevdiği grubu olan opeth’in gerçek anlamda metal dünyasında bambaşka bir yeri olduğu şeklinde. hep mütevaziliğini korumuş, diğer gruplarla olumsuz diyaloglara girmemiş, hayranlarına sadık, içten ve sürekli gelişen yapısıyla metal müzik tarihine geçmiş bir grup opeth.
    neredeyse her albümü hayranlarınca kült statüsüne sokulmuş, başka hiç bir grupta yaşamadıkları duyguları onlara yaşatan bir grup olarak opeth, hayran kitlesi için diğer tüm gruplardan ayrı bir yere konan, sonsuz bir saygı duyulan, kalitesiz ve sıradan bir albüm ya da şarkı yapmayacağı önceden bilinen bir grup. özellikle “morningrise” albümü ile müzik dünyasında ilk şoku ve depremi yaşatan opeth, fanatik hayranların taptığı mikael akerfeldt ve diğer elemanlarıyla, gelecekte de kendi tarzında müzikal standartları belirleyecek gibi gözüküyor.
    sonuç olarak; sınıflandırılamayan ve tamamen orijinal müziğiyle opeth, her alanda post çağların yaşandığı günümüzde, herkesten farklı ve benzersiz olmayı başarmış, çoğu hayranınca “müzikten öte” olarak görünen gerçek bir efsane halini almış ve her albümü, her şarkısıyla dinleyenlere farklı kapılar açan, heyecanlar yaratan bir grup.
    şahsen ben, opeth’in olmadığı bir metal dünyasını düşünemiyorum. tüm diğer hayranlar gibi ben de opeth’in dağılmadan, bölünmeden daha uzun yıllar sürmesini, birbirinden güzel bir çok albüme imza atmasını bekliyorum ve işin en güzel tarafı da, böyle albümler yaratıp her seferinde bizi büyüleyeceklerini biliyorum. işte işin en rahatlatıcı tarafı da bu...
    beni müzikal, ruhsal ve hayalgücü anlamında en çok etkilemiş bu gruba duyduğum büyük saygı ve sevgiden dolayı yazdığım bu yazıyı bitirirken yazılacak son şey de, her ne kadar cevabı: “kesinlikle hayır.” olsa da, eminim şu şekilde olmalıydı...
    “we walk into the night... am i to bid you farewell?”
736 entry daha
hesabın var mı? giriş yap