72 entry daha
  • büyük beklentilerle merak içinde beklediğim ve çıkar çıkmaz izlediğim danimarka yapımı dizi. netflix ve bilimkurguyu bir arada görünce dark kalitesinde bir yapıma kendimi hazırlamıştım.

    iskandinavya'daki nüfusun tamamına yakınının ölümüne yol açan virüsü taşıyan yağmurdan kaçan iki kardeşin hikayesini anlatıyor. ilk 2-3 bölümü merakla izledim. böyle ilgi çekici bir konunun nasıl işlenmemesi gerektiğini gösteren bir diziye dönüştü sezon ilerledikçe. bir yerden sonra mantık hataları, çelişkiler çok göze batmaya başlıyor. yine de bir şans verip ilk sezonu bitirdim. madem o kadar uğraşıp izledim diyerek spoiler dolu uzun bir inceleme yapacağım.

    --- spoiler ---
    --- spoiler ---
    --- spoiler ---

    tek tek karakterleri inceleyerek başlamak istiyorum.

    simone: ucu ucuna yetiştiği sınava girmek üzereyken babası tarafından koşarcasına uzaklaştırılıp annesi ve erkek kardeşi rasmus ile yağmurdan korunabilecekleri bir sığınağa yerleştirilen hanım kızımız.

    ilk bölümde annesinin sığınağın kapısını açmayın uyarısına aldırmayıp annesinin ölümüne sebep oluyor. dakika bir gol bir. bu kadarla kalsa yine iyi. babası halletmesi gereken işler olduğunu söyleyip üçünü sığınakta bırakıyor. gitmeden önce de simone'a kardeşin rasmus'u koru, burada olduğunu kimse bilmiyor, tüm bu olanların kilit noktası o gibi cümleler sarf ediyor. peki simone ne yapıyor? radyo frekansı aracılığıyla dış dünyayla iletişim kurmaya çalışırken hiç tanımadığı birine kendi ismini ve kardeşinin ismini söylüyor.

    6 yıl boyunca kardeşiyle sığınakta yaşayıp yiyecek stoğunun sonuna vardıklarında artık dışarı çıkmaya karar veriyorlar. bu sırada yiyecek arayan bir grupla karşılaşıp sığınağın içine kilitleniyorlar. başka sığınaklar olduğunu bilen simone, kilidi açmaları karşılığında onlara yiyecek bulmalarında yardım etme sözü veriyor.

    şehirde grupla ilerlerken açlıktan gözü dönmüş insanlarla karşılaşıyorlar. içlerinden bir tanesi peşlerine takılıp yiyeceklerini çalmaya çalışıyor, rasmus'un boğazına bıçak dayıyor. simone durur mu, bir bomba daha patlatıyor. sığınakta daha çok var, verin elimizdekini diyerek adamın ilgisini daha da çekiyor ve sonunda kardeşinin bıçaklanmasına sebep oluyor.

    bütün bu olanlardan sonra ders alır sanıyorsunuz ama öyle olmuyor maalesef. kardeşinin yarasını dikmesi için buldukları doktora da isimlerini söyleyerek bu kez de neredeyse öldürülmelerine sebep oluyor. tüm bu sebeplerden dolayı dizideki en salak karakter olmaya aday benim gözümde.

    ayrıca rasmus'un küçükken geçirdiği hastalık sırasında duyduğu konuşmaları, yağmurdan sonra olanlarla bağdaştırmayı başaramayışına insan gerçekten hayret ediyor. babasının yaşanan felakette parmağı olabileceğinden hiç şüphelenmiyor, yağmuru önceden bilip onları sığınağa götürmesine ve söylediklerine rağmen. hele rasmus'un virüse bağışıklığı olduğunu öğrenince (ki bunu öngörememek için büyük bir çaba sarf etmek gerekiyor) şaşırması salaklığının bir başka kanıtı değil de ne?

    rasmus: sığınakta ablasıyla saklandıkları 6 yılda bedenen büyümüş ancak ruhen çocuk kalmıştır, (bkz: ironinin ne olduğunu bilmemek).

    3 gündür tanıdığı beatrice'e ne ara aşık olduğuna, beatrice ölünce - ki ölümünün sebebinin rasmus olduğu, rasmus'un aynı anda hem virüsü, hem tedaviyi taşıdığı, kendisi hasta olmadan başkalarına bulaştırdığı, virüsün mutasyon geçirdiği sezon finalinde ortaya çıkmıştır - bir anda kafayı yemesine anlam veremedim. ölen kızı kucağında taşıyarak diğerlerinin yanına götürmek, yardım istemek, bir anda romeo ve juliet'e bağlayıp sensiz bir dünya yaşamak istemiyorum ben de öleceğim deyip beatrice'i öpmek gibi saçma sapan hareketler sergilemeye başladı bir anda. ne ara bu kadar bağlandın da hayatının anlamını kaybetmişe döndün. hoş ergenliğin ve 6 yıl insan içine çıkmadan kapalı alanda yaşamanın etkisi de olabilir, bilemiyorum.

    martin: simone ve rasmus'u bulan grubun lideri konumunda, elinde keskin nişancı tüfeğiyle gezmekte, etrafında hastalanan hatta hastalanma riski bulunan herkesi anında indirmektedir. tabii flashbacklerde görüyoruz ki 6 yıl önce birliğiyle beraber bölgeyi korumaya geldiğinde kucağında bebeğiyle geçip giden ve hastalık taşıyıp taşımadığı bilinmeyen bir kadını vuramamış, böylece diğer askerlerin ölümüne neden olmuştur. o günlerin acısını fazlasıyla çıkardığını söylemek mümkün.

    başlarda itici hareketleri ağır bassa da zamanla kendisine ısınıyoruz. grubun lüzumsuzu patrick'in herkese, her şeye anlamsızca muhalefet oluşunun yanında martin'in ilk hallerinin gıcıklığının esamesi okunmuyor zaten. grupta tanışıklığının en eski olduğu kişi olduğundan mı bilinmez, patrick'in yaptıklarına pek ses çıkarmamaktadır.

    en lüzumsuz anda, the strangers'ın araçlarından birini ele geçirmeye çalıştıkları anda insanlığı tutmuş, arabalarını çaldığı askerleri öldürmeyerek takip edilmelerine ve jean'ın kaçırılmasına sebep olmuştur.

    rasmus aracılığıyla martin ve beatrice arasındaki ilişkiye tanık oluyoruz. beatrice martin'e daha çok fuck buddy muamelesi yapsa da martin duygusal bir yakınlık da ister gibi görünmektedir. simone ve rasmus gruba katıldıktan bir süre sonra ise simone'la aralarında bir yakınlaşma başlar. beatrice'in ölümüyle kısa süreli bir şoka girip hayattan kopsa da bir şekilde kendini toparlayıp simone'la ilişkisine kaldığı yerden devam etmiştir.

    beatrice: rasmus ve martin'den bahsedip beatrice'i es geçmek olmaz. kendisinin martin’den mi rasmus'dan mı hoşlandığı belli değildir. her birine ben bu evde doğdum yalanını söylemiştir, söylediği yalanın ya da hareketlerinin anlamını çözmek pek mümkün değildir. milleti uzaktan psikopatça bakışlarıyla izlemesiyle de gruptaki en ürkütücü karakter olmaya adaydır.

    martin'e fuck buddy muamelesi yapıp soğuk davranmasına rağmen martin'i duygularını ifade etmemekle suçlar. bir martin'i simone'dan kıskanır, bir rasmus ile cilveleşir. yaptıklarına akıl sır ermemektedir. amacı ne, nereye varmaya çalışıyor, akıl sağlığı yerinde mi anlayamadan da pat diye ölmüştür. peki ölümüne üzüldüm mü? tabii ki hayır.

    kendisine dair gördüğümüz tek flashback, bir şekilde lea'yla karşılaşması, sonra jean'ı bulmaları, ardından martin ve patrick ile beraber hareket etmeye başlamalarıdır. geçmişinde garip olaylar yattığını düşünsem de bunlar ortaya çıkmadan önce öldüğü için görünen o ki hep bir gizem olarak kalacak. ani ölümü nedeniyle hikayesinin havada kaldığını düşünmekteyim.

    jean: erkeklerden nefret eden annesi tarafından kendisine jeanne d'arc'ın adı verilmiştir. yağmurdan sonra sığındığı ailenin küçük kızıyla arkadaş olmuş, ancak the strangers'ın gelmesiyle aile katledilmiştir. jean küçük kızla saklanıp, kız ses çıkarmasın diye ağzıyla birlikte burnunu da kapatmayı başararak farkına varmadan kızı öldürmesiyle salaklıkta çığır açmıştır bana kalırsa. bir yandan başına gelenlere üzülsem de nasıl kızın burnunu kapattığını hissedemedin diye sormak istiyorum kendisine. kızın mezarının başındayken de beatrice ve lea'yla karşılaşmış ve onlara katılmıştır.

    lea: danimarka'da geri kafalı bir aileye denk gelmeyi başarmış kızımız. kızlı erkekli partilere kendisini göndermek istemeyen bir annesi vardır. aynı zamanda grubun dindarıdır.

    gittiği partide içeceğine ilaç atılması üzerine kendini kaybetmiş, bu süre zarfındaki hareketleri arkadaşları tarafından videoya alınmış, bu video annesi dahil pek çok kişi tarafından izlenmiştir. bunun üzerine ertesi sabah ağlayarak kendisini arayan lea'yı pek dindar annesi sana partiye gitme demiştim, kendi başınasın diyerek kaderine terk etmiştir.

    olanların ardından lea ağlayarak dua edip yardım isterken yağmur başlamış, kendisini küçük düşüren ve bahçede alem yapan arkadaşları ve sonradan pişman olup kendisini almak için evden çıkan annesi oracıkta ölmüştür. ne demişler, karma is a bitch.

    patrick: flashbacklerde gördüğümüz kadarıyla önceki hayatında da umursamaz birisidir. babası tarafından kendisine araba hediye edilmiş, sonra da bu arabaya binip git, bir daha da dönme denmiştir. yağmur sırasında arabasında kafayı bulmuş halde uyuyan patrick, arabasının bozulması sonrası martin'le tanışmıştır. gerisi zaten malum beatrice, lea ve jean'ın grubuyla birleşip en son simone ve rasmus'u yanlarına almışlardır.

    geçmiş hayatındaki sevgisizlik ve arkadaşsızlığın üstüne - ki bunun da en büyük sebebi kendi umursamazlığıdır gördüğümüz kadarıyla - gruba katılan herkese martin'le arkadaşlığını bozan tipler gözüyle bakmakta, martin'i hepsine karşı doldurmaya çalışmaktadır. her an birilerine laf sokup insanın sinirini fena halde bozmaktadır.

    ancak yaptığı pisliklerin doruk noktası, martin’le yakınlaştığı için kıskandığı ve kurtulmak istediği simone'u öpüp yağmurun altına itmesi, ardından da martin'e ben geldiğimde yağmurun altındaydı, hemen vur onu demesi olmuştur. o anda insanın içinden silahı martin'in elinden alıp patrick'in kafasına sıkası geliyor. ayrıca bu bahaneyle yağmurun artık tehlikeli olmadığını öğreniyoruz.

    bu olay üzerine kendisi çok haklı bir şekilde martin tarafından kovulmuş, beatrice'in ölümünden sonra da the strangers tarafından yakalanmıştır.

    genelde en kötü karakterler bile bir noktadan sonra kimi yönlerden empati kurulabilir hale gelmesine rağmen patrick gıcıklığıyla bir istisna diyebiliriz. o kadar itici bir karakter ki kendisiyle hiçbir şekilde empati kurmak, onun için üzülmek mümkün olmuyor.

    karakterleri tanıdığımıza göre devam edelim. grubumuz yağmurdan kaçarken (gerçek anlamda) hippi komünü ile tarikat evi arası bir yere düşüyor. ve sonradan çok klişe bir şekilde yamyam oldukları ortaya çıkıyor. o kadar sebze meyve yetiştirmelerine rağmen ayda bir kura çekerek birbirlerini yiyorlarmış meğerse. kuradan lea çıkınca katniss everdeen misali gönüllü olan karen teyzeyi sevgiyle anıyorum. demek ki neymiş hiç tanımadığın insanlar sana anlamsızca iyi davranıyorsa/davranmayı vaat ediyorsa şüpheleneceksin. (bkz: the walking dead) (bkz: terminus)

    beatrice'in ölümü üzerine devreleri yanan ve gideceğim buralardan moduna giren rasmus ele geçirdikleri arabada buldukları telsizle the strangers'dan birilerine ulaşmış ve teslim olmuştur. virüse bağışıklığı olan kişileri arayan bu ekip rasmus'un virüsle temas ettiği halde (ölen beatrice'i kucağında taşıması yüzünden) ölmediğini öğrenince kendisini simone'un babasının da çalıştığı apollon merkezine götürmeye karar verir. ancak gruptakiler rasmus'u kurtarmak için gözcüyü rehin alıp rasmus'la değiş tokuş etmeyi teklif etmişlerdir. tam bu noktada herkesi kurtaracağına inandıkları rasmus'tan bir adamları esir alındı diye bu kadar kolay vazgeçmelerinin saçmalığını belirtmek istiyorum.

    ayrıca rasmus'u öpen ölüyor maşallah.
    (bkz: beatrice)
    (bkz: the strangers'daki adam)

    ayrıca simone'a, 6 yıl boyunca rasmus'la sığınakta yaşayıp da virüs bulaşmaması, hiç mi aynı bardağı kullanmadılar mesela, simone'un da bağışıklığı yoksa çok saçma. bir ihtimal daha var aslında, virüs yakın zamanda mutasyon geçirip bulaşıcı forma dönüşmüş olabilir.

    beatrice sonrası rasmus o kadar uyuz bir tipe dönüşüyor ki lea'nın elinden kaptığı virüs dolu şırıngayı kendine enjekte edip yere yığılınca (bağışıklı olduğu o zaman daha ortaya çıkmamıştı ama tahmin edilebilirdi) aman ölürse ölsün dedim içimden. tekrar uyandığı ve bağışıklığı olduğu anlaşıldığı an hep beraber duvarı aşıp apollon merkezine (zaten önce simone ve rasmus, ardından diğerleri ne zamandır bunu planlıyordu) gitmeye karar veriyorlar.

    the strangers'a kendisi teslim olan, götürün beni buralardan diyen rasmus'un apollon merkezinde kendisinden örnek almak istediklerinde ağzımı açmam diye lüzumsuzca diretişine tanık oluyoruz. bir başka çelişki daha.

    simone ve rasmus dışındakiler apollon merkezindeki sığınağa gönderiliyor ve burada jean'la karşılaşıp onun ölmediğini öğreniyor. bu sırada kendilerine besin desteği diye sunulan hapları, her ne kadar martin getiren kadına önce sen iç dese de, güzelce içiyorlar ve bu hapların önceki bölümlerde gördüğümüz kadarıyla içenlerin merkezden uzaklaşmalarına engel olduğunu, sınırların dışına çıktıkları anda aktifleşip kişiyi öldürdüklerini biliyoruz. asla tanımadığın/güvenmediğin birinin verdiği şeyi yiyip içme kuralının ikinci ihlali (ilkini lea partide yapmıştı). hepsi daha önce buradakilerin insanlara neler yaptığını bildiği halde (jean küçük kızın anne babasının öldürülüşünü, diğerleri de simone'un babasının emriyle virüs enjekte edilen deneklerin videolarını görmüştü) kendi sağlıkları için endişe edip besin desteği vermek istediklerini düşünecek kadar saf olmalarına bir açıklama bulamıyorum. kafalar yine zehir gibi maşallah.

    martin ve gruptakiler, simone ile rasmus'un kaldığı sığınağın havalandırmasını tıkayıp oksijen seviyesinin düşmesini sağlayarak kapıların otomatik açılmasıyla onlarla karşılaşıyordu ilk bölümde. böyle olacağını nereden biliyorlardı, sığınakların standart olayı mı bu emin değilim. ama madem biliyorlardı, neden apollon merkezindeki sığınaktan bu şekilden kaçmayı kendileri akıl edemediler de simone söyledi?

    apollon'un asıl amacı da yine klişe bir şekilde kendi yaydığı virüsle dünyayı kontrol etmek çıkıyor. ancak bunu yağmurla yaymaları etkili ama biraz riskli gibi geldi bana. hoş kendileri etkilenmemek için her türlü önlemi almışlardır.

    ayrıca babası neden küçükken rasmus'a virüsü bulaştırdı? bu kadar tehlikeli bir virüsün başka kimseyi etkilemeden yanlışlıkla rasmus'a bulaşmış olması mantıksız olacağından babasının kasıtlı olarak bulaştırdığını düşünüyorum. kendi çocuğunu denek olarak mı kullandı amaç neydi yani?

    sezon bitiminde aklımda böyle sorular kaldı. sırf meraktan ikinci sezonu izler miyim şu an için bilmiyorum.

    --- spoiler ---
    --- spoiler ---
    --- spoiler ---

    sonuç olarak çok daha güzel olabilecekken olmamış bir diziyle karşı karşıyayız. ilgi çekici yönleri olduğundan izlenebilir ama beklentimin çok çok altında kaldı. kısacası ben tatmin olmadım.
230 entry daha
hesabın var mı? giriş yap