3 entry daha
  • bugün sabahtan başlayarak saatlerce olay mahaline bir sağdan bir soldan kombine ataklar yaptım dilimin ucuyla bu mısır parçacığını yerinden çıkartmak için. baktım bana mısın demiyor, dilimi bu kez uzlaşmacı bir kimlikle gönderdim partikülün yanına. usulca yanaştırdım dilimi, hafifçe bastırdım yan taraftan, sonra havayı çekerek vakum tekniğiyle çıkarmayı denedim. bu sefer de "bana mısır?" dedi kendisi alay edercesine, "bana mısır deme" dedim ben de cevaben sertçe. belli olmuştu, bu seferki rakibim gayet dişliydi. amansızca mücadele ettim gün boyunca, dilimi başka bir alanda bu kadar aktif kullanabilseydim şimdi bir insanı nasıl da mutlu etmiştim diye düşündüm, lakin olmadı. akşama doğru ise dilimin sol ön tarafında hafif bir tahriş hissetmeye başlamıştım. bu tahriş gitgide dayanılmaz bir hal almaya başlamış ve nihayetinde mısır parçasının dilimdeki izdüşümü haline gelmişti.

    eve geldim, kapıdan girer girmez mutfaktan süzülen mis gibi tarhana kokusunu almamla kendimi gerisin geri dışarı atmam bir oldu. dilimi daha fazla yakmaya hiç niyetim yoktu. dışarıda hava çok soğuktu ve benim atkımın olmaması ve burnumun iki deliğini de işgal etmiş olan tatak sürüsü ilk defa işe yaramıştı böylesi bir havada. şu halde, ağzımdan soğuk havayı almak zorundaydım ki bu dil yarasını bir nebze de olsa hafifletmişti. dil yarası diye dizi çekilse tutar bence diye düşündüm. yoksa var mıydı? neyse, dilimdeki soruna geçici bir çözüm bulduğuma göre artık tekrardan dişime odaklanmam gerektiğine karar verdim. hemen kendimi bir restorana attım, beni karşılayan komiden kibarca biraz kürdan istedim ve restoranın tuvaletine daldım. kimse yoktu, ortam çok müsaitti. aynanın karşısında ağzımı ayırarak bütün kürdanların sipsivri uçlarını dişlerimin muhtelif yerlerinde etkisiz hale getirmeyi başardım. yenilen bu sefer de kürdan olmuştu çünkü dişlerimin hissiz yapısı onların arasına yerleşmiş mısır parçasının çok başarılı bir şekilde kamufle olmasını sağlıyordu. dişlerin hissiz yapılmış olduğunu ilk defa o anda anladım. aynen tırnaklarımız gibiydi dişlerimiz. etle tırnak nasıl ayrılmıyorduysa dişle de mısır ayrılmıyordu işte. aslında sanki biraz hissiyatlı varlıklarmış gibi geldi bir an düşününce ama bunu düşünmemin hiç sırası değildi. rakibimi yeterince tanıyordum zaten ve son kozumu oynamaya karar verdim. son kozumu oynayınca artık kozlarım bitiyor ve ben cezacı kalıyordum. offf dedim kendi kendime, ne de tuhaf şeyler düşünür olmuştum böyle. hemen toparladım kendimi, gömleğimin muhtelif düğmelerini tutmakla görevlendirilmiş ince ip parçalarını çıkardım, bunları birbirine bağladım, sonra onlara yeni görevlerini bildirdim ve onlar da derhal işe koyuldular. heyecanlandığım, hırslandığım, hüzünlendiğim, sonuca yaklaştığım anlar oldu, güzel bir çabaydı ama yine olmadı.

    tuvalatten çaresizce çıktım. kapıya doğru yürürken bana yönelmiş garipser bakışları hissettim. hayır, bu hiç de "tuvalatten çıkan bir insan neden bu kadar keyifsiz acaba?" bakışı değildi, belli ki başka bir şey vardı. alt taraflarıma doğru kendimi süzdüm, tek tuhaflık düğmesiz gömleğim ile bağcığı çözülmüş ayakkabılarımdı. doğal olarak ayakkabılarımı bağlamak üzere yere çömeldim. işte tam bu sırada, diş ipimi ağzımda unuttuğumu fark etmemle ipin burnumu delicesine kaşındırıp beni gök gürletircesine hapşırtması bir oldu. mısır parçacığı, ayakkabımın üzerinden bana göz kırpıyordu. canım benim..
5 entry daha
hesabın var mı? giriş yap