16 entry daha
  • tirza, hollandalı edebiyatçı arnon grunberg tarafından kaleme alınan ve türkiye edebiyat çevrelerinde yoğun ilgi gören bir roman. abartılı övgü ve tanımlamalarla edebiyatseverlerin ilgisini üzerinde toplayan roman, düz bir okumaya tabi tutulduğunda gayet sıradan ve basit gelebilecek bir yapıya sahip. ağdalı olmayan hatta edebi de olmayan sade bir dille aktarılan hikaye, çevirinin kalitesinin de etkisiyle yağ gibi akıp gidiyor fakat derinlik hissettirmiyor. ancak ''bu romanın meselesi ne? bu herif ne söylemeye çalışıyor?'' sorularını sorarak okuduğunuzda aslında akıp giden köpüğün altında derinlikli ve güçlü bir akıntı olduğunu görüyorsunuz?
    romanı, yazarın dilinin altındakini çözümleyebilmek amacıyla okuduktan sonra zihinde bıraktıklarını paylaşalım, bakalım ne çıkacak? (değerlendirme spoiler içerecektir)

    sert, rahatsız edici, çarpıcı gibi ifadelerle tanımlayabileceğimiz roman; kira, kurban ve çöl başlıklı üç ana bölümden oluşuyor ve ''jorgen hofmeester mutfak tezgâhının başında durmuş akşamki parti için ton balığı kesiyordu.'' cümlesiyle başlıyor. kitap adını, evin 18 yaşına yeni girmiş küçük kızı tirza'dan alıyor. jörgen'in hazırlık yaptığı parti de tirza'nın mezuniyet kutlaması dolayısıyla yapılıyor ancak roman, tirza'nın özel dünyasına ve zihnine hiç girmiyor. kurgu tamamen baba jörgen hofmeester üzerinden ilerliyor, onun iç dünyası ve zihinsel karmaşası, çatışmaları, yüzleşmeleri romanın ana mesajını oluşturuyor. her bölümde katman katman açılan roman, sık sık jörgen’in ve ailesinin geçmişine dönerek hikayeyi boyutlandırıyor.

    jörgen, bir yayınevinde editörlük yapan, 50'li yaşlarını aşmakta olan, iki kız sahibi bir baba. başarılı olduğu varsayımıyla yaşayan lakin çalıştığı yayınevinden yaşı nedeniyle yasal olarak kovulamadığı için üç yıla yakın süre boyunca işe gelmeden maaşı ödenmek üzere uzaklaştırılan biridir jörgen. çalışmadan maaş alarak geçirdiği bu süreçte her sabah işe gider gibi evden çıkıp havaalanına giden, gelen ve giden yolcuları izleyerek akşama kadar orada vakit geçiren jörgen’in dostu veya arkadaşı olmadığı gibi herhangi bir akrabalık bağına da şahit olmuyoruz. hakkında konuşulurken oturduğu semtin seviyeli olması dışında pek bir şey söylenmeyecek kadar gölge ve görünmez bir karakter olan jörgen, hayatını adadığını söylediği işinde olduğu gibi hayatını vakfettiği ikinci unsur olan çocuklarının eğitiminde de, aile yaşamında da başarısız olmuştur. tutunamadığı hayat, güçlü zannettiği benliğini ezip bitirmiş olan jörgen, insani ilişkiler kurmakta sorunlu, karısının verdiği partilerde kendisini yatak odasına kilitleyecek boyutta asosyaldir. bu yüzden kendisini sadece tirza ve ibi'nin babası olarak tanımlamayı tercih eder. doğar doğmaz hayat sigortası yaptırdığı kızlarının geleceğini rahatlatacak birikim yaparak huzur bulma çabasındadır. insan yaptıklarıdır ancak höfmeester daha ziyade yapamadıklarıdır. editörlük kariyerini de keşfedemediği yazarlar oluşturur.

    karısı üç yıl önce evi terk ederek genç sevgilisine kaçmış, büyük kızı çulsuzun biriyle evlenip fransa'ya yerleşmek üzere evi terk etmiş, kendisi de küçük kızı tirza ile birlikte yaşamaktadır. bir zamanlar ''hayatın ancak başkaları için yaşandığında anlam ifade ettiği'' varsayımıyla hareket etmiş olan jörgen'in artık ''biz'' kelimesi ile özel bir sorunu vardır. bireyciliği şiar edinmiş jörgen, aynı zamanda kızının bekaretini vereceği erkeği sınıf listesinden kızıyla beraber seçecek yapıda bir moderndir. dünyada değer verdiği tek şey olan kızının tek gecelik ilişkiler yaşadığı erkeklerle sabah banyoda karşılaştığında onlara havlu tutacak kadar rahat ve ahlaki değerlerden yoksundur. keza çocuklarına evvelemirde tanrıyı öldürmeyi öğretmiştir. tirza'nın sınıf arkadaşı ester ile yaptığı tartışma, çocuklarına tanrıyı öldürmeyi telkin eden jörgen'in, yeni neslin aşkı da öldürdüğünü görmesini sağlamıştır. sevilmek, sevmek artık demode kavramlardır, sadece birbirinin bedeninden zevk almak vardır.

    romanda paramparça olmuş bir aile söz konusu ve bireyler arası ilişki biçimi olsun, ahlaki yapı olsun, o kadar tuhaf ki canlı kanlı insanları değil de insanaltı bir yaşam formuna veya canlı türüne dair belgesel bilgiler okuyormuş gibi hissediyorsunuz. mesela partinin olacağı gün karısı üç yılın ardından, hiç gitmemiş gibi çıkageliyor. önce hiç bir şey olmamışcasına yemek yeniyor sonra kadının şiddete maruz kaldığı bir hesaplaşma yaşanıyor. doyuramadığı cinsel açlığını giderebilmek için farklı birçok sevgili tükettikten sonra gidecek başka yeri olmadığı, artık kimse onu istemediği için geri dönen kadının çocuklarıyla ilişkisi yok mesabesindedir. zaten hofmeester ailesinde anne, bir ateist için tanrı ne anlama geliyorsa o kadar anlama sahiptir. kadın yabancılaştığı iki çocuğunu yüz üstü bırakıp çekmiş gitmiş, onları bir kez dahi merak etmemiş, arayıp sormamış ve yarı akıllı bir şekilde geri dönmüştür. kocasıyla yaşadığı hesaplaşmada da zamanın hiç bir şeyi tedavi etmediği, aksine yaraları deşip zehirlediği anlaşılıyor. yazar bunu ''belki de bütün acıları bitiren ölümdü, zaman bunu savsaklıyordu.'' cümlesiyle izah ediyor.

    kader onu zorlamasa asla çocuk sahibi olmaması gereken ancak iki kız çocuğu dünyaya getiren jörgen'in çocuklarıyla ilişkisi ve onların eğitimine yaklaşımı da oldukça hastalıklıdır. çocuklarının üstün zekalı olduklarına inanmakta ve ibi'den çok şey beklerken tirza'dan her şeyi beklemektedir. bu beklentilerin altında ezilip harap olma aşamasında iken ibi, fizik eğitimini yarıda bırakıp pansiyon işletmek üzere bir adama kaçmayı tercih edecektir. ibi'nin kaçtığı kendisini boğan, bitiren babasından başkası değildir. tirza'nın mezuniyet partisine katılmak üzere fransa'dan dönen ibi, babasına olan kızgınlığının, nefretinin hiç geçmediğini birlikte geçirdikleri birkaç günde net olarak gösterir. ibi, kendini içinden çıktığı dünyanın uzağında tutarak korumaya çalışmaktadır aslında.

    jörgen, babalığı bir meslek olarak gören ve bu mesleği ifa ederken bütün şahsi hırslarını hayata geçirebilen bir babadır. kızları onun yapamadığını yapmalı, başaramadığını başarmalıdır. çünkü sadece başarılılara yer vardır dünyada, geriye kalanlar kenara itilir, çöpe atılır. tirza'yı da başarılı olmazsa kendisini kimsenin sevmeyeceğine inandırmış, başarı odaklı bir eğitim anlayışıyla çocuğa kaldıramayacağı yüklemeler yapmış. okul dışında yüzme, çello, kayak kurslarıyla donattığı çocuğa geceleri uyumadan tolstoy ve dostoyevski romanları okumuş yıllarca. anneye göre çocukları jörgen zehirlemiştir. onları bir an bile yalnız bırakmamış, sürekli ''kontrol'' altında tutmuş, çocuklara huzur vermemiştir. (ne de çok bizim orta-üst gelir grubuna mensup ailelerin davranış biçimine ve eğitim kavrayışına benziyor) ibi babasına biraz olsun direnebilmiş ancak tirza direnç gösterememiş, babası ne derse rıza göstermiştir. kendini güzel ve başarılı bulmayan çocuk nihayetinde aylarca bir sanatoryumda tedavi görmek zorunda kalacağı, açlıktan ölme raddesine geldiği yeme bozukluğu hastalığına yakalanana kadar aşırı yüklemeler yapmaya devam etmiş. psikoloğa göre sadece beyaz, orta sınıf ailelerde görülmektedir bu hastalık.

    jörgen özgürlüğün paraya bağlı olduğunu düşünüyor. ona göre sadece zenginler özgürdür ve eziyet çekmezler. nalburlukla geçinen, eziyet çekerek yaşayan babasının yanında açlık korkusuyla yetişmiştir. kendisi yükselecek, başarılı olacak, ekonomik özgürlüğe kavuşacaktır. bu amaçla oldukça cimri ve para düşkünü bir kişiliğe sahiptir, ki evinin çatı katını kiraya verdiği kiracılarının burnundan getirir. tek bir amacı vardır, o da kendisinin ve kızlarının bilhassa da tirza'nın geleceğini garanti almaktır. bu uğurda tüm şerefini, gururunu yerlere serebilecek kadar karaktersizdir. kira günü gelmeden birkaç gün önce heyecanlanmaya başlayıp günü gelir gelmez de kapıya dayanmaktadır. utanma ya da üstüne sinen kirlenmişlik duygusunu yaşamamak için biraz büyüdüğünde büyük kızı ibi'yi gönderecektir kiracılara kira tahsilatına. 15 yaşına geldiğinde ibi’yi kirayı almaya gönderdiği mimar kiracısı ile cinsel ilişki halinde basana kadar devam eder, kirlenmekten kaçınmak için çocuğu araç olarak kullanmaya.

    yoksulluk korkusunu anne ve babasından aldığı gibi ötekine karşı yaklaşımın izleri de farklı olandan nefret eden anne ve babasının yanında geçirdiği yıllarda aranmalıdır. her ne kadar ''öteki hep ilgimi çekmiştir. çünkü öteki benim kim olduğumu belirler.'' dese de 11 eylül'le açığa çıkacağı üzere ciddi bir ötekine nefret duygusuyla büyütülmüştür. zira anne ve babası için alışıldık olmayan her şey hastalıktı, beyaz olmayan herkes. onlara göre psikiyatrik hasta ile yahudi, zenci ya da homoseksüel arasında fark yoktu.

    jörgen'in hayatında kırılma yaratan, onun dengeyi kaybetmesine yol açan şey de mali bağımsızlığa kavuşmak için ulaştığı kıskanılacak ölçüdeki birikiminin 11 eylül sonrası yaşanan ekonomik krizle buharlaşıp uçmasıdır. yatırım yaptığı fon batmıştır ve ''güneş kraliçesi'' dediği en büyük sevdası tirza'nın geleceğini kurtarma hayalleri suya düşmüştür. hayatındaki tüm kurguyu alt üst eden 11 eylül'ün sembolü olarak kafasına eylemi organize ettiği iddia edilen muhammet atta'yı kodlamıştır. ve dev aşkı tirza gidip muhammet atta'ya tıpatıp benzeyen bir müslümana gönlünü kaptırmış ve onunla birlikte aylarca sürecek bir afrika yolculuğuna çıkacaktır. bu gelişmeye jörgen'in ilk tepkisi tirza'nın sınıf arkadaşı 15 yaşındaki ester'le odunlukta cinsel ilişkiye girmek olacaktır.

    11 eylül'le gelen ekonomik kriz jörgen'in tüm servetini götürmüş, jörgen'in hırsını kaybetmesine, inancını yitirmesine yol açmıştır. katılaşmış, zırhlaşmıştır. artık ölümün hayattan daha keyifsiz olamayacağını, daha sakin, ağırbaşlı ve huzurlu olacağını düşünmekte, ölümde hayatta bulamadığı bir şeyi, iyileşmeyi görmektedir. dengeyi yavaş yavaş kaybetmektedir. kimi zaman inanmadığı tanrıya dua etme isteği bile duymakta, elinden her şeyin alındığını düşünmektedir sürekli. önce karısını sonra parasını yani özgürlüğünü. bütün bunları muhammet atta yapmıştır ve şimdi de kızını almaya gelmiştir. işte buna izin vermeyecektir. kontrolünü kaybedecek, gerçek kimliğine bürünecek her ikisini de vahşi bir şekilde öldürecektir. kur'an'dan bir sayfayı ağzına tıkadığı muhammet atta olarak gördüğü kızının sevgilisini, tanrıdan da güçlü olduğunu düşündüğü yüksek teknoloji ürünü bir testere ile her yerini budayarak katledecektir.
    sonrasında da kendi hayatı içinde yolunu, ruhsal huzuru ve dinginliği kaybetmiş bir batılı olarak kaybolan kızını aramak bahanesiyle yok olmak, kaybolmak için afrika'ya, çöle gidecektir.

    ‘’utancın ne olduğunu biliyor musun? medeniyet. ben medeniyetin ürünüyüm. medeniyeti hayvanın üstüne saldığında ortaya çıkan şey benim.’’
    yazarın batı medeniyetini temsilen sorgulama yaptırdığı höfmeester'in yalnızca tanrıyı ve aşkı öldürmekle kalmadığını, vicdan ve merhameti de inatçı bir soğuk algınlığı gibi söküp attığını görüyoruz. medeniyet olarak hastalıktan kurtulmanın yolunun insancıllıktan kurtulmaya bağlı olduğunu, kurtuluşun aşağılamaktan geçtiğini düşünüyor. kontrolünü kaybettiğinde gerçek kimliğine büründüğünü, kimliğinin yasadışı olan bölümünün benliğinin çekirdeğini oluşturduğunu söylüyor. kontrolünü kaybedip benliğinin çekirdeğini ortaya çıkardığında çağdaş batı’nın insan hakları, özgürlükler, eşitlikler maskesinden sıyrılıp mesela ırak’ta iki milyon insanı tepeden şehirleri bombalayarak katledebilmesinden anlıyoruz jörgen’in ne demek istediğini.

    afrika'da kaldığı süre boyunca hiç konuşmadan kendisine yol arkadaşlığı yapan, çölde intihar etmesini engelleyen, kimi zaman tirza diye seslendiği dokuz yaşındaki kaisa da gerçek bir kişi olabileceği gibi muhtemelen iç hesaplaşmalarını yaparken muhatap olarak kullandığı içindeki küçük çocuk, vicdanı ya da kendi çocukluğudur. kaisa'nın gerçek bir siyahi afrikalı çocuk olduğunu da düşünebiliriz. kimsenin umrunda olmayan, kimsenin önemsemediği biri iken kimsesiz kaisa ona sevgi duymuş, bağlanmış, yok olmasını engelleyerek onu hayata döndürmüş, kalan uzunca ömrü için yeni bir hayat tasavvuru kazandıran bir rol oynamıştır. krizin çözümünü öteki olarak gördüğü ve aşağıladığı dışarıda bulmuştur yani.

    jörgen, yalnız, başarısız, umutsuz bir insan. ne iyi bir eş, ne iyi bir baba ne de iyi bir insan olabilmiş. inançlarını, değerlerini yitirmiş, yozlaşmış biri. yazarın romanda, batılı beyaz-orta sınıfı temsil eden ana karakter jörgen hofmeester üzerinden ciddi bir batı eleştirisi yaptığını söyleyebiliriz. bu anlamda yazarın batı medeniyetinin geleceğinden umutlu olmadığı açıkça görülüyor. arnon grunberg, içerden, objektif, nesnel gözlemler yapıyor ve içinde yetiştiği medeniyete dair sert salvolar yapıyor. modern dünyanın yaşadığı tıkanıklığa, çürümeye işaret ediyor, gidişatın roger garaudy'nin ''sapmalarımızdan vazgeçmezsek torunlarımızı katletmiş, 21. yüzyıla evrensel bir intihar hazırlamış olacağız.'' sözlerini haklı kılacak boyuta evrildiğini o da görüyor. oysa modern dünya 19. yüzyıla oldukça iyimser başlamıştı. pozitivizm insanlığın ileriye doğru yürüyüşünde herhangi bir gerileme yaşanmayacağını ima ediyordu. bu inancı büyük ve kanlı savaşlar dahi yıkamamıştı. o savaşlar uygarlık haritasının yönünü değiştirmeyecek, paranteze alınacak tökezlemelerdi nihayetinde. sekülarizm, akılcılığı, nesnelliği ve açık fikirliliğiyle insanlığı geleceğe taşımakta güvenilir rehber olarak görüldü. lakin sistem ciddi bir krize girmiş ve çözüm olarak sunulanın kendisi koca bir sorun olmuş gözüküyor. ancak sorunlar ve tehditlerin müsebbipleri hep dışarıda arandı. genellikle arkaik veya farklı kültür ve sistemlerin tehdit oluşturduğuna inanıldı. grunberg işte bu anlayışa itiraz ediyor ve sorunun kaynağının içeride aranması gerektiğinin altını çiziyor. hatta kurtuluş potansiyelinin köklerinin dışarıda aranması gerektiğini ima ettiğini bile söyleyebiliriz.
    grunberg, batı medeniyetine dair tüm tespit ve eleştirilerini göze sokmadan, öğretici edalara bürünmeden ustaca bir anlatıyla yapıyor.

    son söz olarak şu söylenebilir; batı kendi içinde öz eleştirisini ve muhasebesini en sert şekilde yapıyor, yapacak da. yozlaşma ve çürümeyi görüyorlar ve üstüne de gidiyorlar.
    peki biz ne yapıyoruz?
    biz de yüz yıl önce tek dişi kalmış canavar olarak nitelediğimiz batı medeniyetinin çöktüğünü, bittiğini vs ilan edip duruyoruz bugün. oysa ahlaki açıdan ve değerler bağlamında yozlaşma ve çürümeden bahsedilebilirse de avrupa'nın teknolojisi, ekonomisi, savaş gücü, hukuk sistemiyle yani tüm müktesebatıyla diri bir şekilde ayakta olduğunu görüyoruz. o yüzden batı bitti, göçtü, öldü teranelerini bırakıp biz ne yapıyoruz, ne üretiyoruz, tarihe nasıl bir katkıda bulunuyoruz, insanlığa ne veriyoruz ona bakalım. sonuçta tüm üçüncü dünya ülkeleri ve yanı sıra biz, bugün bitti, göçtü, çürüdü dediğimiz batı gibi olmak istiyor, onu model alıyoruz unutmayalım. dünyanın yoksul ve ezilmiş halklarının olmak istedikleri ve insanca yaşama kavuşmak umuduyla ölümcül yolculuklara çıkarak ulaşmak istedikleri tek yer avrupa, bunu da unutmayalım.
4 entry daha
hesabın var mı? giriş yap