180 entry daha
  • the player's tribune'da futbolcuların zor şartlarda nasıl hissettiklerini kendi hissettikleri üzerinden anlatmış brezilyalı kıvırcık salata.

    (yazıyı ingilizce bilmeyenler ve/veya ingilizce okumak istemeyenler için elimden geldiğince çevirdim, aşağıda bulabilirsiniz. bir hatam olmuşsa affola.)

    * * *

    - anlatacak birkaç hikayem var, abi -

    nefes alamıyordum. paniklememeye çalışıyordum. bu, 2018’de liverpool’la oynayacağımız şampiyonlar ligi finalinin öncesinde soyunma odasında oldu.

    göğsüme bir şey saplanmış gibi hissediyordum. büyük bir baskı. o hissi bilir misiniz? gergin olmaktan bahsetmiyorum. futbolda gergin olmak normaldir. bu başka bir şeydi.

    abi, şöyle söyleyeyim, boğuluyor gibiydim.

    her şey finalden önceki gece başlamıştı. yemek yiyemiyordum. uyuyamıyordum. sadece maçı düşünüyordum. aslına bakarsanız bu komikti çünkü karım clarice tırnaklarımı yediğim için bana çok kızardı ve sonunda, birkaç yıl önce bana bunu bıraktırmıştı. ama final sabahı uyandığımda tırnaklarımın yerinde yeller esiyordu.

    futbolda biraz gergin olmak normaldir. eğer bir final öncesi endişe duymuyorsanız, kim olduğunuz önemli değil, siz gerçek bir insan değilsiniz demektir. kim olursanız olun. sadece altınıza yapmamaya çalışırsınız. gerçek bu, abi!

    liverpool maçı öncesi hissettiğim baskı, benim için en şiddetli olanıydı. belki insanlar bunun garip olduğunu düşünecek. arka arkaya iki kupa kazanmıştık zaten. dışardaki herkes liverpool’un kazanmasını istiyordu. o halde sorun neydi?

    eh, tarih yazma şansınız varsa bu ağırlığı hissedersiniz. ama bir nedenden dolayı bunu “gerçekten” hissediyordum. daha önce hiç bu kadar yoğun endişelenmemiştim, o yüzden ne olduğunu bilmiyordum. doktoru çağırmayı düşündüm ama beni oynatmamasından korktum.

    ve oynamak zorundaydım, yüzde yüz.

    kendime bir şeyi kanıtlamam lazımdı.

    finalden birkaç gün önce eski bir real madrid oyuncusu televizyonda aklıma takılan bir şey söylemişti. adama final hakkında ne düşündüğünü sormuşlardı, o da “bence marcelo, mohamed salah’ın bir posterini alıp duvara asmalı ve her gece ona dua etmeli.” demişti.

    12 yılın ve 3 şampiyonlar ligi kupasının ardından bana canlı yayında böyle saygısızlık etmişti. bu yorum beni yermek içindi ama beni öyle motive etti ki...

    tarih yazmak istiyordum. brezilya’daki küçük çocukların bana, benim roberto carlos’a baktığım gibi bakmasını istiyordum. onların saçlarını marcelo yüzünden uzatmalarını istiyordum. anlarsınız ya.

    işte bu halde nefes almaya çalışarak soyunma odasında oturuyor ve kendi kendime düşünüyordum: “dünyada kaç çocuk top oynuyor? onlardan kaçı bir şampiyonlar ligi finalinde oynamayı hayal ediyor? milyonlarca, milyonarca, milyonlarca. sakinleş. kramponlarının bağcıklarını bağla abi.”

    sahaya çıkmayı başarabilirsem her şeyin yoluna gireceğini biliyordum. benim için futbol sahasında kötü bir şey olamaz. kaos içinde büyümüş olabilirsiniz, etrafınızdaki her şey delirmiş gibi olabilir ama top ayağınızdayken düşünmeyi durdurursunuz. her şey sessiz, huzurludur.

    sonunda çimlere adımımı attığımda hala nefes almakta güçlük çekiyordum ve “eğer bu gece burada ölmem gerekiyorsa, sikerler. ben de ölürüm.” diye düşündüm.

    belki bazılarına bu delice gelebilir ama bu anın benim için ne ifade ettiğini anlamalısınız. ben büyürken… real madrid mi? şampiyonlar ligi mi? saçmalıktı! bir masaldı! gerçek değildi! beckham, zidane, roberto carlos, o herifler batman kadar gerçekti. onlarla gerçek hayatta karşılaşamazdınız. bir çizgi roman kahramanının elini sıkamazsınız. dediğimi anlıyor musunuz?

    o herifler havada yürür. çimlerin üstünde süzülürler.

    ve hiçbir şey değişmedi. şimdiki çocuklar için de aynı bu.

    bu gerçek bir hikaye: madrid’deki evimde bahçıvan olarak çalışan bir çocuk var. bir gün roberto carlos beni görmeye geldi ve takılıyorduk ki çocuk içeri girdi.

    çocuk dondu kaldı. heykele döndü.

    “bu roberto carlos.” dedim.

    çocuk gözlerini dikmiş ona bakıyordu…. dedi ki “hayır! değil. olamaz.”

    roberto “benim.” dedi.

    adamım, çocuk onun gerçek roberto carlos olduğunu anlamak için roberto’nun kafasına dokunmak zorundaydı.

    sonunda “roberto, bu sensin!” dedi.

    işte bizim için anlamı bu. “farklı” bir şey.

    cidden, real madrid’le ilk şampiyonlar ligi maçıma çıktığımda marşı duydum ve kendi kendime dedim ki “vay be abi, tıpkı bilgisayar oyunundaki gibi! kamera yakın plan çekim için gelecek, o yüzden gülemezsin!”

    bu benim gerçekliğimdi. anlıyor musunuz?

    bakın, birkaç yıl önce brezilya’ya, ailemi görmeye gittim ve şampiyonlar ligi finalindeki maç toplarından birini arkadaşımın amatör maçına götürdüm. arkadaşlarım topla oynadılar falan sonra “biliyor musunuz? final maçının ‘hakiki’ topu bu.” dedim.

    her şey durdu.

    topa aydan gelen bir taş parçasıymışçasına baktılar.

    “hadi oradan!!” dediler.

    o koca koca adamların hepsi küçük çocuklar gibiydi. onun hakiki top olduğuna sahiden de inanamıyorlardı. dokunmak bile istemediler. çok değerliymiş gibi. “kutsalmış” gibi.

    şimdi anlıyor musunuz? rio’lu küçük marcelinho’nun şampiyonlar ligi’ni üç kez arka arkaya kazanma şansına sahip olmasını? hadi ama. bu baskı, baskı ve baskıydı. iliklerime kadar hissediyordum, abi. gerçeği söylemekten korkmuyorum.

    liverpool maçında ısınmaya çıktığımızda hala kendimi sakinleştirememiştim. ama başlama vuruşu için yerlerimizi aldığımızda ve topu santra yuvarlağında gördüğümde her şey değişti.

    kutsal topu gördüm. aydan gelen taş parçasını gördüm.

    üzerimdeki yük kalktı. huzurluydum.

    toptan başka bir şey yoktu.

    maçla ilgili size fazla bir şey söyleyemem. sadece iki şeyi çok net hatırlıyorum.

    maçın bitmesine 20 dakika kala 2-1 öndeyken top kornere çıktı ve “duvarımda bir salah posteri, öyle mi? teşekkür ederim birader. motivasyon için teşekkür ederim.” diye düşündüm.

    sonra maçın bitmesine 10 dakika kala 3-1 öndeyken şampiyon olacağımız kafama dank etti.

    top taca çıktı, düşünecek bir anım oldu ve…

    abi, yalanım yok: ağlamaya başladım. hıçkırıyordum, sahanın ortasında. daha önce başıma böyle bir şey gelmemişti.

    bir maç sonrası olmuş muydu? evet.

    kupa kaldırırken? evet.

    ama maç sırasında hiç olmamıştı.

    sadece 10 saniyeliğineydi ama derken taç atıldı ve “siktir, adamımı tutmalıyım!” diye düşündüm.

    gerçekliğe döndüm ve bir çocuk gibi oynamaya devam ettim.

    sporcular olarak rol model olmak bizim sorumluluğumuz. ama bizler süper kahraman değiliz. başıma gelenleri o yüzden anlatıyorum size. gerçek hayat bu. bizler insanız. herkes gibi biz de kanarız ve endişe duyarız.

    beş yılda kazanılan dört şampiyonlar ligi ve her seferinde çekilen ıstırap. bizi kupayla, gülerken görürsünüz ama hikayenin içine giren her şeyi görmezsiniz.

    tüm finalleri düşündüğümde kafamın içinde oynayan güzel bir film var. fakat görüntüler tersten akıyor, hikayenin sonundan başına.

    *

    2017 finali. rakip juventus. film oynuyor: maç öncesi öğle yemeği için çocuklar masanın etrafında oturmuş, ben, casemiro, danilo ve cristiano (ronaldo). mutlak sessizlik. kimseden çıt çıkmıyor. herkes sadece önündeki yemeğe bakıyor. insanların mideleri garip sesler çıkarır ya, onları duyabiliyorsunuz. ama kimse tek kelime etmiyor. gerçekten gergin bir ortam.

    sonunda cristiano “bir sorum var çocuklar.” diyor.

    “nedir kardeşim?” diyoruz.

    cristiano diyor ki: “karnında böyle bir baskı hisseden bir ben miyim?”

    ve herkes aynı anda cevap veriyor: “ben de kardeşim! ben de!”

    kimse kabul etmek istemiyordu! ama “bu” adam bile böyle hissediyorsa o zaman kabul etmemizde bir sorun yoktu. cristiano buz gibidir. bir “makina”. ve o bile korkudan altına edebiliyor!

    bu bütün gerginliğimizi aldı. bunu sadece o yapabilirdi.

    garsona seslendik: “birader, bize biraz soda getir! bu yemeği hazmetmek için yardıma ihtiyacımız var!”

    sonrası, gırgır şamata.

    stadyuma gitmek üzere çıkarken cristiano bize maçın tam olarak nasıl geçeceğini anlattı. “başta zor olacak.” dedi, “ama ikinci yarıda rahatça kazanacağız.”.

    bunu hiç unutmayacağım. maçı tahmin etti.

    sonra da “onları parçalayacağız. onları parçalayacağız.” dedi.

    onları parçaladık, adamım.(*)

    onun yüzünün görüntüsü aklımda, sonsuza kadar aklıma kazındı.

    bu çok güzel bir şey. torunlarıma anlatacağım hikayeler işte bunlar.

    ve işin doğrusu, 30 yıl sonra, torunlarıma cristiano’yla, messi’yle aynı çimlerde oynadığımı söylediğimde büyük ihtimalle “dede, bize bir sezonda 50’şer gol attılar mı diyorsun? yalan söylüyorsun. bunadın sen. dedemizi doktora götürmeliyiz!” diyecekler.

    *

    2016 finali. rakip atletico. film oynuyor: griezmann kanattan bindiriyor ve ben de onu tutuyorum. top dışarı çıkıyor ve bir anlığına tribünden cılız bir sesin bağırdığını duyuyorum.

    normalde maç içinde hiçbir şey duymazsınız. taraftarları görmezsiniz. işinizden başka bir şey düşünmezsiniz. bu sayede kaygılanmazsınız. özgürsünüzdür. ama milano’daki o maçta oyuncuların ailelerini yedek kulübemizin yanında, sahaya çok yakın bir şekilde oturtmuşlardı.

    birdenbire uzaktan o küçücük sesi, hem de çok net bir şekilde duydum.

    “hadi baba, hadi!! hadi baba!!”

    oğlum enzo’ydu.

    maç penaltılara gittiğinde kafamdaki görüntü çok berrak: lucas vazquez topu alıyor ve sanki parkta oynuyormuşuz gibi parmaklarıyla çeviriyor. o sessiz sedasız çocuğun topla öyle oynaması… “küçük serseri! penaltıyı kaçırırsa onu çok fena döveriz.” diye düşündüğümü hatırlıyorum.

    sonra lucas’ın gayet sakin bir şekilde penaltıyı gole çevirdiğini görüyorum.

    hepimizin sımsıkı kenetlendiğini, atletico’nun penaltıyı kullanmasını beklediğimizi görüyorum. casemiro dizlerinin üstüne çökmüş, pepe bir çocuk gibi ağlıyor.

    sonra cristiano’ya “juanfran kaçıracak ve sen bizim için maçı kazanacaksın, kardeşim.” diyorum.

    juanfran’ın kaçırdığını ve cristiano’nun maçı bizim için kazandığını görüyorum.

    kendimi ailemin oturduğu yere doğru, karımı ve oğullarımı kucaklamak üzere saatte 20 km ile depar atarken görüyorum.

    mutluluktan tamamen delirmiş gibiyim.

    *
    2014 finali. rakip atletico. film oynuyor: yedek kulübesinde oturuyorum, maça ilk 11’de başlamadığım için çok kızgınım. ama kafamın içinde büyükbabamın her zaman söylediği bir cümleyi tekrar edip duruyorum. büyük bir şahsiyetti, sözleri dünyaca ünlüydü. futbol oynamadan önce arkadaşlarına şöyle dermiş: “her şeyimi sahada bırakacağım. sakalımı, saçlarımı, bıyığımı!”

    ikinci yarıda, daha antrenörler ısınmamı söylemeden ısınmaya başlıyorum. yeleğimi kaptığım gibi “sikerler” diyorum. kendi kendime tekrar ediyorum: “oyuna girersem her şeyimi sahaya vereceğim. saçımı. sakalımı. bıyığımı.”

    sonunda teknik direktör ısınmamı söylemek için bana dönüyor ama ben çoktan ısınmış durumdayım. kulaklarımdan buhar çıkıyor! adeta duman tütüyorum, abi!

    nihayet oyuna girdiğimde kötü mü ya da iyi mi oynadığımı bugün bile söyleyemem. tek bildiğim, her şeyi çimenlere bıraktığım. öfkemi, arzumu, hatta maçtan önce içtiğim kahvemi.

    92:48’deki görüntü herkesin hatırındadır.

    kafa vuruşu.

    sergio ramos.

    liderimiz.

    ölmüştük, hepimize kramp girmişti, yeniliyorduk. ve sergio bizi hayata döndürmüştü.

    ama kafamda oynayan film bu değil.

    kafamda oynayan film maçı kazandıktan “sonra”, soyunma odasında. malzemecilerimizden manolin ile konuşuyorum. bana diyor ki: “marcelo, 90. dakikada çıkış tünelinin oradaydık ve atletico’nun malzemecilerini gördük. üzerlerinde ‘şampiyon’ yazan tişörtleri çoktan çıkarmışlardı! şampanyayı çoktan çıkarmışlardı!”

    gülüyor ve sevinç gözyaşları döküyordu.

    ona “artık mutlu ölebilirim.” dedim.

    asla unutmayacağım görüntü bu.

    kupalar müzeye gider ama hatıralar kalplerimize kazınır.

    *

    beş yılda kazanılan dört şampiyonlar ligi ve her seferinde çekilen ıstırap. baskıyı görmezsiniz, sadece skorları görürsünüz.

    real madrid’de “sağlık olsun. bir sonraki sefere.” yoktur.

    hayır abi. “bugün.”

    geçen sezon bir fiyaskoydu. bunu biliyoruz. hiçbir şey kazanamadık. sıfır. korkunç bir tecrübeydi. ama başım dik çünkü bu bizi tekrar “acıktırdı”. küçük bir çocuk olduğum zamanlardaki gibi bir tutku hissediyorum.

    18 yaşımda ispanya’ya giden uçağa bindiğim zaman “gerçekten” bir sözleşme imzalayacağımı, hem de hemen, bilmiyordum. real madrid’in beni deneyeceğini, belki de bir sağlık testinden geçireceğini düşünmüştüm. müstakbel karım, büyükbabam ve en iyi arkadaşımla gittik. dördümüz ve bir gps. hepsi bu. brezilya’da nereye gittiğimi bilen diğer kişi ise sadece babamdı.

    kimseyi fazla umutlandırmak istemedik.

    real madrid bir masaldı, hatırladınız mı?

    öyle uçağa atlayıp da ailenize “ha bu arada real madrid’de oynayacağım, sonra görüşürüz!” diyemezsiniz.

    saçmalamış olurum! rüya görüyorsun, abi!

    sağlık testinden sonra real madrid tesislerindeki ofislerde oturduğumu hatırlıyorum. antrenörlerden biri “eee marcelo, yarın için bir takım elbise ve kravat almalısın.” dedi.

    ben de ona dedim ki, bakın size yemin ediyorum “harbiden” böyle söyledim: “vay be abi! takım elbise ve kravat mı? ne için?”

    adam da “ne demek ‘ne için’? tanıtım için. barnabeu’daki, evlat.” dedi.

    haaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa.

    sözleşmeyi önüme koyduklarında imzamı o kadar hızlı attım ki.

    “bam.” diye. “marcelo vieira da silva júnior.”

    kanımla imzalardım, abi.

    5 yıllık bir sözleşme olduğunu hatırlıyorum ve burada 10 yıl kalma hedefimi gerçekleştirdim.

    artık 13 yıl oldu ve rio’lu küçük marcelinho hala burada.

    benden şüphe duyanlar adına üzgünüm ama bir yere gittiğim yok. benim için real madrid’de en uzun süreyle forma giyen yabancı oyuncu olmak bir onurdan da öte. bir masal. saçmalık. delilik.

    umarım şimdi, bunu okuduktan sonra, bunun benim için ne anlama geldiğini anlıyorsunuzdur.

    nereden geldiğimi “anlamalısınız”, abi.

    kafamda oynayan son film: sekiz yaşımdayım. paramız kalmamış. ailemin beni her gün futbol oynamaya götürmek için gereken benzini almaya yetecek durumu yok. büyükbabam da hayatımı değiştiren fedakarlığı yapıyor. eski volkswagen variant arabasını satıyor ve parayı benim otobüs param yapıyor. her allahın günü beni halk otobüsüyle antrenmana götürüyor.

    her gün, o kalabalık 410 numaralı hatta, sıcağın altında, yan yana, bütün rio boyunca gidiyoruz.

    nasıl oynarsam oynayayım her gün bana “sen ‘en iyisisin’. sen marcelinho’sun! bir gün brezilya için oynayacaksın. bir gün, seni maracana’da göreceğim.” diyor.

    25 yıl öncesinden kalma bu görüntü kafamın içinde 4k çözünürlükte oynuyor. otobüsün içindeki kokuyu hala alabiliyorum.

    büyükbabam tüm hayatını benim hayalim için harcadı. arkadaşları beş parasız olduğu için onunla dalga geçerlerdi, o da o dünyaca ünlü repliklerinden birini söylerdi. ceplerini ters yüz eder ve şöyle söylerdi: “bakın bana. tek kuruşum yok ama bir orospu çocuğu kadar mutluyum!”

    o bana inandı. biz ortaktık.

    o yüzden liverpool maçında top dışarı çıktığında gözyaşlarına boğuldum.

    her şey bir anda önümde yeniden beliriverdi.

    film kafamda oynadı.

    bakın, madrid’de daha kaç sezonum kaldı, bilmiyorum. ama tanrı şahidim olsun, size şunun sözünü verebilirim, bu sezon her şeyimi sahada bırakacağım.

    büyükbabamın dediği gibi: saçımı, sakalımı, bıyığımı.

    perde arkasında insanların bilmediği o kadar çok hikaye var ki. bu hikayeleri paylaşmak istiyorum ki nelerle uğraştığımızı, nelere güldüğümüzü ve nereden nereye geldiğimizi anlayabilesiniz. daha anlatacak çok hikayem var ama bunun için biraz beklemek zorundasınız. pek yakında, abi. pek yakında.

    ama şimdilik, bizden şüphe duyanlar için son bir mesajım var.

    real madrid geri dönecek.

    bunu bir postere yazabilirsiniz.

    duvarınıza asın.

    her gece ona dua edin.

    geri döneceğiz.

    marcelo
    31.10.2019

    (*) ilk yarısı 1-1 biten maçı real madrid 4-1 kazanıyor.
133 entry daha
hesabın var mı? giriş yap