• başıma ne gelirse bundan gelir. toplumsal bir sorun olduğunu düşünüyorum. görüyorsun değil mi, ben mi acaba denyoyum, ben mi acaba bir sike derman olayım da kendimi düzelteyim yok, toplumsal bir sorun var var. kuran çarpsın eğitilmezsiniz. -toplumsal olarak-

    ben oldum olası karnabahar, kereviz filan sevmem. ay olur mu, işte sarımsaklı yoğurtla böyle olur, vay azıcık sızma zeytinyağı, biraz limon ve sirke ile böyle olur diyeceksen, bak ben sana yardımcı olayım; birader, sen karnababaharı, kerevizi filan böyle yiyorsan sen de sevmiyorsun bunları. zorlama istersen. amına koyim zeytinyağını, sirkeyi, sarımsakla limonu bana sürseler beni, taşa sürseler taşı da yiyen çıkar. kriter bu değil. neyse. hatun samimi olarak seviyor bunları. özellikle yapıyor yiyor. biz de peder beyden aldığımız şifa niyetine yemek telkini ile büyüdüğümüzden gelince yiyorum. oğlum yazmayacaktım ama insan nasıl oluyor da durup ya bir şevketi bostan olsa da yesem diyor anlamıyorum lan. benim hatun diyor böyle. hatta bana sana nasıl olmuyor filan da diyor ama kendi terbiyesizliği, ok? ben diyor muyum sana şevket kim, bostan nerede? hiç.

    1 hafta filan oldu, akşam eve geldim, hatunla kız salonda bir şeyler oynuyorlar. gittim dolaba baktım, dolapta bu lanet olası kereviz var. az da almamış gavur gızı. moralim bozuldu, dünyam başıma yıkıldı. akşam yemeğinde hiç konuşmadım. hatun ne oldu filan diye sordu, dedim işler çok yoğun, duvarlar dolaplar hep üzerime geliyor. hayatta en büyük heyecanı akşam ne yiyeceğim acaba olan insanım, dolapta kerevizi gördüm ya, önü sonu muhakkak pişeceğini de biliyorum, lan resmen yaşam kalitem düştü. her akşam bu akşam kesin kereviz var diye eve gidiyorum, dolabı açıyorum, oh bugün de pişmemiş diyorum. sonra bu işin böyle gitmeyeceğine karar vererek, kaderimi kendi ellerimle yoğurmaya karar verdim. hatuna hedef şaşırtıcı şeyler gönderiyorum acaba pazı bilmem nesi mi yesek gibilerinden. kızı tembihliyorum, filanca yemek olmazsa imkanı yok sofraya oturmam de diyorum vesaire. mösyö kissinger görse anlımdan öper, o derece. hedefim, kerevizi kademeli şekilde unutturup çürütmek. kerevizin mevsimi değil, katiyyen yemem diye nisan-eylül arasını kurtardık, böyle küçük haftalık zaferlerle, inşallah gelecek nisan'ı da göreceğiz.

    planım adeta saat gibi işliyor. hatun kah pazı yapıyor, kah pırasa filan yapıyor, sürünüyorum belki ama ölmüyorum. bir şekilde 4-5 günü geçirdik. kereviz pişmedikçe, ümidim kuvvetleniyor. ama gün geçtikçe fark ediyorum ki lan kereviz bozulmuyor da. sevdiğimiz bi şey olsa ayh bana musluk suyu değdi, ayh dolap 4 c değil 3.8 c der bozulur, bu kerevize bir şey olduğu yok. emin değilim, nimet, çok da ileri geri konuşmak istemiyorum ama nükleer serpinti olsa , "abi benlik bir durum yoksa ben takılıyorum" der bozulmaz bu siktiğiminin kerevizi. ne pis karakterin varmış lan. hayret bi şey. dün akşam tafiğe takıldım, eve geç geldim, direkt sofraya oturduk. hatun yemeğin yanına garnitür fırın patates yapmış biberli kekikli fina. lan nasıl mutluyum, dünyalar benim. patates böyle çıtır çıtır olunca güzel oluyor, bu böyle yumuşak olmuş. yumuşak diye, tadı da çok güzel değil. bir nebze canım sıkıldı. hatun gün boyu evde didinip, uğraştığından eminim ki o an benim eleştirilerimi, yapıcı yorumlarımı duymak istiyor. hemen paylaşayım da sevinsin fukara diye düşünerek konuya girdim;

    -ya hatun, bu patatesin tadında bir tuhaflık mı var?
    +yoo, patates son derece normal.
    -ya ne bileyim yumuşak filan olmuş, çıtır değil. yağını mı çok koydun acaba.
    +ingiliz patatesi çıtır olmaz ki.
    -ingiliz patatesi mi?
    +evet, ingiliz patatesi.
    -hee.
    +selçuk bilmiyorum demeyeceksin değil mi ingiliz patatesi ne?
    -yok ya biliyorum.
    +kaç sene yurtdışında yaşadın, bilmiyorum deseydin gülerdim yani.
    -biliyorum diyorum kızım ya. ondan demek ki. aslında benim aklıma geldi biliyo musun? acaba dedim ingiliz patatesi mi bu gibilerinden ama burada bulabilir mi diye ikilemler filan.. öhm. eline sağlık, çok özlemiştim.

    lan bilmiyorum ki ingiliz patatesi ne demek. bu da böyle bir nimet demek ki. neyse, sofrayı kaldırdık, geçtik salona. bir şeyler içelim diye dolaptan bir şeyler almaya mutfağa gittim. dolapta kereviz yok. o an, benim içime bir şüphe düştü; sinek gibi, küçük ama rahatsız edici. çöpe baktım, kereviz çöpte de yok. hemen salona koştum.

    -kereviz nerde?
    +ne kerevizi?
    -hatun dolapta kereviz vardı biliyorum, şimdi yok. ne yaptın kerevizi?
    +heaa, attım ya ben onu.
    -yalan söyleme, çöpte yok kereviz.
    +selçuk delirme, çöpü niye karıştırıyorsun?
    -kereviz miydi o?
    +ne kereviz miydi, ingiliz patatesi mi? oğlum biliyorum, çok severim demedin mi?
    -bak google'dan bakıp öğrenmek istemiyorum. sana doğruyu söylemek için şans veriyorum. karı koca birbirine yalan söylemez.
    +sen bilmiyor musun ingiliz patatesi nedir?
    -ya biliyorum da, konu o değil.

    yıllar önce teyzem çocukları yemek seçiyor diye yaptığı yemeği kanada sarması, teyzenden öğrendim, fiji musakkası, halandan öğrendim diye pazarlardı benim kuzenlere. o fukaralar da haiti turşusu, brezilya pazısı diye çalakaşık yerlerdi yemeklerini. kuzenlerin başına bu hadise geldiğinde kuzenlerin yaşları 7-8. dünkü elim hadise yaşandığında benim yaşımın konuyla ilgisi yok. gerçeklerin tabii ki ortaya çıkmak gibi kötü bir huyları var, işin aslını öğrendim. sonra çirkin çirkin kahkaha atmalar, 1 kilo kereviz yedin, sen sevmiyor değilmişsin imkan bekliyormuşsun demeler filan. evlilikte böyle şeyler olmamalı.

    daha babamla pazarda bize "aa nasıl bilmezsiniz abi ankara karpuzu? gerçi çoğu japonya'ya gidiyor, belki denk gelmemişsinizdir" diyerek ederinin 10 katına kelek karpuz satmalarını filan anlatacaktım ama artık yaşama sevincim kalmadı. birkaç gün kafa izni alıp sahil kenarında filan çay içicem. belki yeni bi diziye filan başlarım, bilmiyorum. bir de arada denk geliyorum, kerevizi sevmeyenleriniz var. yapmayın böyle çocukluklar. siz yapana denk gelmemişsiniz. bak tarifi veriyorum; bunu böyle ince ince kıyıyorsun, patates gibi, azıcık kekik, biraz nane. şişş, bak dinle az dinle. sonra önceden 180 c'ye ısıtılmış fırına atıyorsun. o şekil.
  • işe ilk başladım, ikinci ay filan. bina kontrolüne gittik. yanımda birimden bir arkadaşla. erkek. bina tripleks. son kata çıkış merdivenini henüz inşa etmemişler, dayama merdiven koymuşlar. ben pat pat çıktım, şantiye bulaşığı var serde. arkamdan o da çıktı pat pat. baktık ettik, indim ben yine pat pat. döndüm baktım bu oğlan çocuğu kaldı orda. bi öyle döndü bi böyle, arkasını döndü, önden denedi. "eee hadi n'ooldu" dedim. "ben inemem ki" dedi. nası yaaa. "eeee niye çıktın oğlum?" dedim buna ben. "siz çıkınca" diye boynunu büktü.

    sürdürmeyeyim diye yola çıkıp sıvamak da mümkün.
  • bir başka bakış açısıyla, anal seks yapmamaktır.
  • genelde kızların yanında karizma daalmasın diye yapılan davranışlar.
  • bana ne lan; ben mi kurtaracağım erkekliği? şimdiye kadar hep, o zorla güdülenmiş delikanlı halimizde gezdik tozduk da n'oldu ? gördük ki, herkes kendine erkek, -el tokatı yememiş olan kendini kodum mu oturturum sanırmış- alışılmış kalıpla, erkeklik gerektiren bir mevzu olduğunda, erkekliğin tanımı değişiyor, vurup kaçmak oluyor erkeklik, ortada bırakmak oluyor; kendi başının çaresine bakmak oluyor.

    kadınların hayatını sikip kaçıyorsun ve sonra da bok sürdürmüyorsun, boş ver.

    sen "erkekliğe bok sürdürmiceeem" diye çırpınırken birden bir martı gelip kafana sıçmıyor mu; onun adını talih koyuyorsun; he rşeye bir kalıbın war.

    enfarktüs; erkekliğe bok sürmemek için çabalayan, bunu ağzına dolamış kişiler henüz erkekliği sindirememiş, tereddütler ve kendini, kendine ve başkalarına kanatlama arzusu içinde yırtınıp duran insanlardır... bunları kınarız.
  • markete gider şöyle ucuzundan bir diş fırçası beğenirsiniz. kasada tutar, hesapladığınızın 5 katı fazla çıkınca yanlış fırçayı seçtiğinizi anlarsınız. ama arkanızda sırada 3 kişi sizi beklemektedir. sesinizi çıkaramazsınız..
  • simsekler cakip gok ikiye ayrilirken gecenin bir yarisi, icinin titredigini* kendine bile "caktirmamaya" calismak*.
  • (bkz: scat)
  • neden kendini kanıtlama ihtiyacı, neden topluma göre şekiller ve duruşlar... insanın kendini bilmesi yetmez mi, hadi yetmedi, en fazla bir kişi daha bilse yeter diyelim.

    bu toplum da devletin malı, insan bile bile kendini oyuncak eder mi, etsin mi, asmayıp da besleyelim mi... hiç bir şey suç değil, sadece sakin olsun kişi, düşünebilsin ve doğru olmadığını bildiği halde, dışardan söylenecek, üç beş vesikalı iltifat, eğlencelik yafta için maymun etmesin kendini. hörmetler kişi...
  • -500 derecede bile kafaniza bere veya kapuson takmamak. ne o, saclariniz bozulmasin. cunku eger bere takarsaniz bir sure sonra kafanizdan cikardiginizda saclarinizin abidik gubidik bir sekil almi$ olmasi sizi rahatsiz edecektir. ama yook, erkeklige bok surdurmeyecegiz ya, donalim anasini satayim.
hesabın var mı? giriş yap