• ekşi sözlük'te hakkında girilen yalnızca 44 entry ile ne saçma şeylerle ilgilendiğimizi bize kanıtlayan feci şekilde underrated film. bravo, devam edelim böyle; bize her şey müstehak.

    yaklaşık iki ay önce bu filmi izledikten hemen sonra hakkında buraya yorum girmek için bayağı gaza gelmiştim. ama sonra durdum düşündüm; açıkçası o sırada filmi tam olarak anlamadığımı fark ettim. daha doğrusu; bazı filmler vardır, bir kere izlersiniz alacağınızı alırsınız, bir daha izlemek için içinizde istek hissetmezsiniz, bazıları vardır ki defalarca izleseniz de doyamazsınız. ama bazıları da hemen sindiremeyeceğiniz kadar ağır gelir. bir daha izlemeye gerek duymazsınız, ama aklınızdan da çıkmaz. durup durup düşünürsünüz, "neydi bu?..." diye. bazen bazı sekanslar aklınıza düşer, gözünüzün önüne gelen her görüntüde aslında sizin baktığınızdan farklı şeyler görmeye/anlamaya başlarsınız. ve kafanızda bir ampul yanar.

    belki biraz klişe olacak ama bu film bana şunu tekrar hatırlattı: şu hayatta bana en değerli, kutsal, saygı duyulası şey nedir diye sorsalar: emek derim. el emeği, kol gücü, ter, gözyaşı ve kanla bezenmiştir. dünyada insana ait hiçbir şey bu kadar önemli, hayati olamaz, olmadı.

    bu film insanın doğayla mücadelesinin epik ve küçük bir özetidir. insanın doğa koşullarına göre hayatını şekillendirişi, doğanın kurallarına kendini uydurarak kol gücüyle onu yeniden üretmesi, çoğaltmasıdır.

    --- spoiler ---

    film ilyas salman'ın küçük ve çorak bir adaya ayak bastıktan sonra, toprağa dokunup; onu ekmeye karar vermesiyle başlıyor. o küçük adaya aşama aşama bir kulübe inşa etmesinden, mısırları yetiştirene kadar koca mevsimlerin geçişine, bekleyişe, o sonsuz sabra şahitlik ediyorsunuz. evet, bu işte. biz bugünlere böyle geldik. annemin, babamın aileleri anadoluda çiftçiydi. çocukken birkaç yaz köyde bulunmuştum. tarım denen olgunun nasıl zor, insanı güçlü ve dayanıklı olmaya zorlayan sert ve yıpratıcı bir iş olduğuna küçük yaşta şahit olmuştum. ben büyüyünce böyle olmayacaktım, okuyacak büyük insan olacaktım. halbuki öyle miydi? evimize giren ekmekten yediğimiz yumurtaya kadar o yüce emek, o uzun sabır isteyen üretim aşamalarını düşündükçe bunun ne kadar yaşamsal bir öneme sahip olduğunu anlıyorsunuz. şimdi annemin de babamın da köyünde kimseler kalmadı. tarım yapılmıyor, hayvancılık bitti. bunu hatırladıkça içimi derin bir hüzün kaplıyor.

    film dört mevsimi anlatan epizodlardan oluşuyor. her mevsimde köyünden mısır tarımı yapacağı adaya araç gereçle gelen ilyas salman'ın yanındaki torunu dikkatimizi çekiyor. ilk görüşte elinde gördüğünüz oyuncağı sonralarda bırakıyor. ve mevsimler değiştikçe, bahar ve yazı gördükçe küçük kızın büyüyüşüne şahitlik ediyoruz. aslında kız çocuğu burada bir simgedir. bu filmde bir kadın oyuncu kullanılmayabilirdi de. küçük kızın büyüyüşü ile mevsimler geçtikçe mısırların tohumdan yavaş yavaş büyüşlerine, olgunlaşmalarına şahitlik eidyoruz. kadın imgesi burada doğanın, toprağın, verimliliğin, üretkenliğin simgesidir. çok daha sonra kızın oyuncağı toprağın altından çıkacaktır.

    filmin sonunda yağmurla, fırtınayla yok olan koskoca ada ve mısır tarlası sahnesi bana oldukça saçma gelmişti. ama şimdi anlıyorum; doğaya hiçbir zaman sahip olamazsınız; çünkü onun bir parçasıyız, o izin verdikçe varız, yoksa yokuz.

    --- spoiler ---

    şu koca şehirler, aldığımız eğitimler, uğruna mücadele ettiğimiz ünvanlar; kurumlar, devletler, devasa insan yığınları... hepimiz o mısır tanesine muhtacız. ve biz yaşadıkça bu hepimizin gerçeği olmaya devam edecek.
  • --- spoiler ---

    filmi izledikten sonra aklımda uyandıran bir eleştiriyi okuyamadığım için bir şeyler yazmak ve bazı konuları da hatırlatmak istedim.

    her şeyden önce bu filmin arkasında büyük bir savaş var. bu savaş 1992 yılında sovyetler birliğinin dağılmasından sonra abhazya halkı ile gürcistan arasında geçiyor. bu savaşta yaklaşık 20 bin insan ölüyor ve 250 binden fazla insanda göç ettiriliyor. bu arada abhazya, gürcistan sınırları içerisinde yer alan özerk bir devlet. bu özerk devlet 1993 yılında rusya'nın desteği ile bu savaştan zafer ile ayrılıyor. lakin bu zafer sonrasında ise bu kanlı savaş daha da şiddetleniyor.

    işte bu hikaye kafkas devletleri arasında doğal bir kanlı sınır oluşturan inguri nehri'nin tam ortasında yer alıyor. inguri nehri her kış şiddetli yağmurlar nedeniyle geçici adalar oluşturan bir nehir. bu geçici adaların toprakları besin yetiştirme açısından da oldukça zengin. işte "yaşlı adam" ve torunu böyle bir savaş ortamının olduğu bir zamanda geliyor bu geçici adalardan birine. aslında filmin öyle güçlü yönü var ki bu anlattığım onca konuyu torunun sormuş olduğu ve filmin ilk diyaloğu olan o soru ile bir nebze de olsa fark edebiliyorsunuz.

    - dede, bu toprak gürcistan'a mı ait?

    bu sorunun ardından küçük kız geldiği o küçük kara parçasının kime ait olduğunu sorduğunda ise

    -burası…
    kendi yaradan'ına ait.

    cevabını alıyor. mısır adası filmi bu cevabın ışığında artık seyirci ile konuşmaya başlıyor.

    kendi özerk devletinden koparılmış yaşlı adam ve torunu aslında önceden de bildikleri bu "geçici" adacık üzerine inşa ediyorlar yeni hayatlarını. bu yeni hayatlarının içerisine ise kendi yaşamlarını devam ettirebilmek için mısır yani umut ekiyorlar.

    film hüzünlü kapanışını yaparken aklıma birkaç ay önce duyduğum öyle bir söz belirdi ki, bu filmi daha güzel özetleyemezdi.

    "insan kendi içinde yurtsuzdur..."

    --- spoiler ---
  • bakın ilyas salman'ı nereye bağlayacağım: hikaye, gürcü abhaz savaşında dünyaya gelen ve filmin senaryosuna göre "düşük yapmış osetya cumhuriyeti" ile ilgili.

    asla savaşı onaylamayan bilge yaşlı, zürriyetini de yanına alarak tarafsız bir coğrafyada yaşam-medeniyet inşa etmeye çalışır. başarır da ama bir şeyi unutur. emek ve güç devamlılığa yetmez. üreme çağına girmiş zürriyeti için orasının bir yurt ve medeniyet olmadığı filmin mesajı, adanın doğal nedenlerle yok olması da noktası.

    ilyas salman'a gelince bilinçli seçim ise sorun yok ama değilse cuk oturmuş. devlet kurmak kolaydır. güçle silahla ya da petrolle bile kurulur ama medeniyet devamlılık ister ve dünya yeni denge arayışlarına acımasızdır.

    itiraf etmeliyim ki izlemesi öyle kolay bir film değil. 100 dk/ 10 cümle.
  • zahmet, acı ve eziyet manalarına gelen emgek kelimesinden türetilen emek,bir işin yapılması için harcanan beden ve kafa gücünü anlatırmış.

    filmde bütün bunların yanında bir de "ruh gücü" vardı ki ilyas salman'ın ilk sahnede bulup cebine attığı o şeye film boyu ara ara dokunmasından, evvelki yaşantılardan güç almasından...

    bir sonraki epizod için bebek'te kendisini var eden ruh gücü, böyle bir "hatıralık" gibi; akrabalığın sadece toprak olduğu bir ilişkiden kalan.
  • ilyas salman'ın sanki hep o adada yaşamış gibi bir performansını izlediğimiz film olmuştur mısır adası. sessizci bir makinanın yıllardır işleyen dişlileri gibi adada ki evini, tarlasını, geçici yaşam alanı kuruşunu izlemek büyüleyiciydi. taşkın sonrası oluşan doğal adalara ilk gelenin o olmadığını ve bundan sonrada olmayacağını bilmek, bildiğine hüzünlenmek ve sanki bunu son kez yapıyormuş gibi yolculuğa hazır bir ruh halini görmek inanılmazdı.
    kızın (mariam buturishvili) duruma katılışını, hüznün yaşlılıkla ilgili olmadığını dengeleyici bir nitelik taşıyordu. ama kızda ki cinselliğin uyanışını bu tarzı bir filme yedirmek konusundaki tutarsızlıklar biraz sırıtmıştır.
    filmin politik duruş konusundaki insanı önemseyen yapısı ve tarafsız duruşunu, nehrin ortasındaki ada üstünden vermesi de gayet güzel olmuştur.
    insanın bu filmle birlikte aklına, dersu uzala, a torinói ló, hwal gibi filmler gelmiyor değil...
  • oscar ödülü verilmemesini manidar bulduğum muhteşem film.

    not: ilyas salman'ın canlandırdığı film karakterinin* ilk sahnede bulup cebine attığı o şeyin*, düdük, sigara ağızlığı, marpuçumsu bir nesne veya bir enstrümanın ağızlığı olduğunu sanıyorum.
  • yeni yılda henüz sinemaya gitmediyseniz naçizane önerim 2015 sezonunu mısır adası ile açın. bu kadar sade bir hikaye ile oldukça girift meseleleri işleyebilmek her yönetmene nasip olmaz. küçük bir kara parçasını vatanı yapmak için yola çıkan, cebine kendinden önce gelenlerin izlerini umut niyetine koyan yaşlı adamın hikayesinde çemberin dışında kalıp kalamayacağımız tartışılıyor. ilyas salman'ın hakkını teslim ettiği karakter doğanın, devletlerin ve dizginlemez arzuların yıkıcılığı ortasında öyle masum ki film boyunca işittiğimiz silah sesleri, gök gürültüsü, ve şehvetle çalınan ıslıklar bir anda anlamsızlaşıyor.
  • "oh, ana dilimde iyi film izleyeceğim." beklentisindeki gürcüleri üzmüş. filmde en fazla 10 cümle duyuluyor, sadece 1'i gürcüce, diğerleri abhazca.
  • güzel film, izlediğim 3 filmekimi filminin en iyisiydi. ilyas salman'ın telaffuzu çok zor olan abazacayı konuşması ,5-10 cümle de olsa, çok zordu, onu müteakip mi ne diyaloglar azdı, hani zaten de pek gerek yoktu diyaloğa adam biraz becermiş. ama oyunculuğu müthişti. ben bu kadar iyi olduğunu bilmiyordum kendimden utandım işin doğrusu. izleyin bulabiliyorsanız filmekiminden sonra, izlettirin.
  • ilyas salman'ın tek kelimeyle döktürdüğü başarılı film.
    filmde mariam buturishvili 5 bin oyuncu adayı arasından seçilmiş ve yapım ekibi tam 2 yıl boyunca yüzen bir ada aramışlar. istedikleri ada bulunamayınca da yapay bir ada inşaa etmeye karar vermişler ve film 4 yılda tamamlanmış.
hesabın var mı? giriş yap