• “sana kitabı indiren o'dur. onun (kur'an) bir kısım âyetleri muhkemdir, ki bunlar kitabın esasıdır; diğerleri ise müteşâbihtir. kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu (kişisel arzularına göre) te'vil etmek için ondaki müteşâbihlerin peşine düşerler. halbuki onun te'vilini ancak allah bilir; bir de ilimde yüksek payeye erişenler. derler ki: ona inandık, hepsi rabbimiz katındandır. (bu inceliği) yalnız aklıselim sahipleri düşünüp anlar.” (al-i imran, 2/7)

    tefsiri:

    ey muhammed! o eşi ve benzeri olmayan, azîz ve hakîm olan allah ki, sana bu kitabı indirdi. şu halde bunun hikmet yoluyla anlaşılması lazım geleceğini unutmamalısın! bunun âyetlerinin bir kısmı muhkemattır. mânâsı ve murada delaletleri kesin, kelime ve cümleleri başka anlamlara çekilmeye engel, sağlam ve şaşmaz ifadelidir, muhkemdir, "bunlar ümmü'l-kitaptırlar", kitabın anası, anlamda temel ve köktürler. hak ile batılı ayıran, hakikatleri tasdik edip ortaya koyan asıl bunlardır. ilimde ve amelde peşine düşülmesi ve uyulması gereken temel ilkeler ve belgeler, hidayet için deliller bunlardır. diğerleri bunlara irca ve havale edilir. tevrat'ın incil'e, incil'in kur'ân'a irca olunarak anlaşılması ve tasdik edilmesi lazım geleceği gibi, bütün kur'ân âyetlerinde de bu muhkemat esastır. üstelik bunların her biri ayrı ayrı olarak "kitabın anaları" değil, tevhid inancının sistemini oluşturduklarından ancak hepsi birden kitabın anasıdırlar. herbir muhkem âyet, diğer muhkem âyetlerde karşılaştırılmak şartıyla mânâları ve hükümleri yakından tayin olunur. her biri tek başına muhkem olmakla beraber birbirine göre mutlak veya mukayyed, umum ve husus, takrîr ve tefsir, istisna veya tahsîs veyahut nesih gibi belli ölçülerle ve orantılarla aralarında muhkemlik ilişkileri bulunmaktadır. bunun içindir ki, genel olarak muhkem âyetlerin muhkemliklerinin kuvvetinde, mânâya ne yönde delalet ettiklerinde ve maksadın neresini kuvvetlendirip vurguladıklarında farklı dereceler vardır ki; bunlar zahir, nass, müfesser, özel anlamıyla muhkem olmak üzere dört mertebe üzeredirler. muhkematın bu bütünlük içinde mukayeseleri de kur'ân ilminin muhkem usullerindendir. bunu hesaba katmayan, yani muhkematın tamamını bir bütün olarak düşünmeyen veya düşünemeyen, bir başka deyişle tam istikra yapmadan anlamaya, delil getirmeye ve kıyas yapmaya kalkışanlar muhkem ilme eremezler, sağlam ve sıhhatli bilgiyi elde edemezler, mutlaka hata ederler. işte âyetlerin bir kısmı böyle kitabın anası olan muhkemat, bunların karşılığında da diğer bir kısmı da müteşabihattır. yani her biri murad olunabilecek gibi görünmekte birbirine benzer, çeşitli mânâlara ihtimali olan âyetlerdir ki, hepsi mi, birisi mi murad olduğu açıkça seçilemez. aslında söyleyene ve gerçeğe göre, hiçbir şüphe ve tereddüt olmadığı halde dinleyene göre bizzat anlaşılması kapalı (hafi) veya müşkil veya mücmel veya mümteni' (imkansız) bulunur. bu âyetlerin bu kapalılıkları veya birçok anlama gelme olasılıkları muhkemat ile mukayeseleri sayesinde giderilebilir. zahir karşılığında hafî, nass karşılığında müşkil, müfesser karşılığında mücmel, muhkem-i has karşılığında da özel anlamıyla müteşabih vardır. binaenaleyh kitap, bütünlüğü içinde ele alındığı zaman bu hikmetli üslup ile müteşabihatın muhkemata dönüşmesi bakımından, o asla irca edilmesi bakımından hepsi muhkem demektir: "bunda hiç şüphe yoktur." (bakara, 2/2) ve "bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmıştır." (hûd 11/1) âyetleri bunu açıklar. bunun aksine bu hikmete aykırı olarak müteşabihat kitabın anası farzedilir de muhkem olan âyetler müteşabihat ile te'vil edilirse, yani müteşabih âyetler esas kabul edilirse, o zaman da kitabın hepsi müteşabih olmuş olur. "allah kelamın en güzelini (güzellikte) birbirine benzer, ikişerli bir kitap olarak indirdi ki, rablerinden korkanların ondan tüyleri ürperir..." (zümer, 39/23) hükmü açığa çıkar.

    "muhkem" kelimesi lügatte bozulmaktan uzak, gerçek ve sağlam demektir ki, hikmet kelimesi de bununla ilgilidir. iki şeyin birbirine karşılıklı olarak ve eşit olarak benzemelerine de teşabüh, benzeyenlerden her birine de müteşabih denilir ki, birbirinden seçilemez, insan zihni onları birbirinden ayırd etmekten aciz kalır. teşbih ve müşabehet, (yani benzetme ve benzeme) tabirlerinde bir taraf eksik ve ikinci derecede, diğer taraf tam ve esas olur. teşabühte ise her iki taraf aynı kuvvette ve eşit benzerlikte olur, benzer yönleri ayrıntıları ortadan kaldırır da birbirinden seçilemez olurlar. "muhakkak ki, o inek bize teşabühlü oldu." (bakara, 2/70), "kalbleri teşabühlü oldu." (bakara, 2/118), "ve onun müteşabihi kendilerine verilecek." (bakara, 2/25) âyetlerinde geçtiği gibi. demek ki teşabüh seçilememeye sebep olan benzerliktir. seçilememek bunun gerektirdiği bir mânâdır. bu bakımdan insanın doğrudan doğruya ayırd etmeye yol bulamadığı bir şeye dahi müteşabih denebilir ki, kapalı ve müşkil demek gibidir. bu şekilde söylemek var ile yok arasında eşit ihtimal bulunduğu durumlar için de geçerlidir. bu şekilde kur'ân'ın ve kur'ân âyetlerinin muhkemliği ve müteşabihliği sırf kelimeleri, dokusu, güzelliği, mânâları ve ahkamı gibi çeşitli yönleriyle ele alınabilir. âyetlerinin fasılaları, uyumları ve daha başka birbirine benzer tekrarları ve edebî sanatları açısından teşabüh ve sıralama muhkemliğe karşı değildir, belki aynı şekilde muhkemliktir. bu yönden bakıldığında "onun âyetleri muhkem kılınmıştır." âyeti ile "müteşabih kitap" birbirinin karşıtı değil, belki birbirinin açıklamasıdır. fakat nazmın bu âyet içindeki delaleti itibariyle muhkem ile müteşabih zıt ve karşıt anlamdadırlar. şüphe yok ki, mânâsını ve kesinlikle bildiren âyet muhkem âyet, kesinlikle bildirmeyen de muhkem değildir. bu âyette ise muhkem ile müteşabih karşıt olarak zikredilmiş olduğu gibi, devamındaki te'vil karinesi de mânâya aittir ki, tefsir usulü ilminde de muhkem ile müteşabih böyle ele alınmıştır. bir sözün sırf kipine göre mânâsı belli olursa ona "zahir" denilir ki, muhkem çeşitlerinin en aşağı derecesidir. bunun tevile veya tahsise veya nesha ihtimali bulunabilir. fakat bunlar karineye muhtaç olduğundan, karine bulunmadığı müddetçe zahirinde kesinlik ifade eder. eğer bu mânâ kelâmda sözün kendi siyakı olmuş olursa, sözü söyleyen de bu maksatla söylemiş ise o zaman nass olur. bunda artık te'vil ihtimali kalmaz. ancak tahsis ve nesih ihtimali bulunabilir. nihayet nesih ihtimali yoksa, ki gelen haber sonradan gelen başka bilgilerle teyid edilmiş ise, bu da özel anlamıyla muhkem olur. bunların hepsinin hükmü, bilmeyi ve amel etmeyi gerekli kılar. birbiriyle çatışma olduğu zaman hangisi daha kuvvetli ise o tercih edilir.

    bunlara karşılık, bir sözün esas anlamı lafzının sigasından değil de başka bir arızî sebeple gizli tutulmuş bulunursa hafî; böyle değil de mânânın haddizatında çok ince, herkesin kavrayamayacağı ve nüfuz edemeyeceği, edenlerin de derinden derine düşünmedikçe kavrıyamayacağı derecede kapalı olması veya bir bediî istiâre bulunması gibi bir sebepten doğan bir gizlilik ve derin düşünmeyi gerektiren bir yönü varsa müşkil; lafzın sigasının çeşitli mânâlara eşit olarak gelme ihtimali olur da bu mânâlardan hiç birinin tercihine karine bulunmazsa, fakat bir açıklayıcı ekle onun sonradan açıklanması umuluyorsa mücmel; gerçekten murad edilen mânâyı anlamak ümidi ve ihtimali kesilmiş olursa o da katıksız müteşabih olur.

    kur'ân'ın müteşabih âyetlerinden birçoğu böyle çok mânâlı olduğundan dolayı parıltılı bir beyan içinde gözleri kamaştırır. birçoğu da bir muhkem mânâ etrafında onunla birleşerek, çeşitli mertebelere ve değişik işaretlere delalet içerdiğinden dolayı icmal veya işkal ve kapalılık ile dikkat çekerler. böylece muhkem zımnında müteşabih, müteşabihin yanında muhkem de bulunur. bir âyette birçok mânâ katlarını derecelendirir ki, zamanı geldikçe bunlar ihtiyaca ışık tutar ve olayların akışı içinde hissedilerek anlaşılır. sonra edep ve ahlâk veya diğer hikmetlerden dolayı açıkça emredilmesi veya ifade edilmesi mahzurlu olan kinaye ve ta'rîz şeklinde daha belağatlı ve daha etkili olan zımnî (üstü kapalı) anlatım da vardır. nihayet bütün açıklamalar tevhid nizamı üzere vahdetten kesrete (birden çoğa) veya kesretten vahdete (çoktan bire doğru) giderken, gerek nisbetlerde ve gerek tasavvurların hududunda beşeriyet dillerinin henüz lügatını ortaya koyamadığı, hatta hiç sezmediği, düşünmediği ve benzerini görmediği nice mânâlar ve hakikatler vardır ki; bunlar, sizin bilmediğiniz daha neler var gibi bir muhkem ifade ile ortaya konmakla beraber, müteşabih bir misal ve bir îmâ ile sezdirildikleri zaman daha faydalı olur. bu gibi âyetlerin bazısını bugün anlayamayanlar yarın anlayabilirler. bazısını da allah'dan başka kimse bilmez ki, tam anlamıyla müteşabih işte budur. ahiretle ilgili izahlar kısmen böyledir. bunların bazılarında dünya hayatının geleceğiyle benzerlikler ve birleşebilir noktalar da vardır. hasılı müteşabihin kısımlarından olan hafinin hükmü, araştırma; müşkilin hükmü, araştırmayla beraber düşünme; mücmelin hükmü bunlardan açıklayıcı bir tefsiri bekleme ve araştırma; asıl müteşabihin hükmü de duraklama ve allah'a teslim olup sığınmadır.

    bu muhkemat ile müteşabihat tam karşıt birer şık olarak zikredilmiş olduklarından kendilerine mahsus özel bir anlam ifade ederler. bunlardan her biri kendi özel mânâsına göre ele alındığı takdirde söz konusu sekiz kısımdan altısı, kendiliğinden bu taksimin dışında kalmış olur. böylece muhkemat tabiri ilk dörde, müteşabihat tabiri de ikinci dörde şamil olmak üzere genel anlamlarına hamledilmiş olurlar. bu âyet böylece allah kelâmının anlaşılması, tefsir usulü ve istinbata ilişkin en büyük bir kuralı öğretmiştir ki, herhangi bir kelâmı veya kitabı iyice anlayabilmek için akılda ve nakilde bundan başka bir yol yoktur. usûl-i tefsir ilminde bunlar bütün uygulamalarıyla ve ayrıntılarıyla açıklanmıştır. özellikle kanun ve hukuk meselelerini anlamak için bu usul ilmi, en zaruri bilgi şartlarındandır.

    müteşabihat için bir de şu taksim vardır: lafız cihetinden müteşabih, mânâ cihetinden müteşabih, her iki cihetten müteşabih. lafız cihetinden müteşabih ya tek başına kelimede veya cümlenin yapısındadır. tek kelimedeki müteşabih mesela, "ebb, yeziffun" gibi kelimenin garipliği veya "yed ve ayn" gibi müşterek anlamlı olmaktan ileri gelir. cümlenin yapısından doğan müteşabih ya çok kısa söylemekten, yani özetlemekten veya sözü uzatıp mânâyı dağıtmaktan ve anlaşılmaz hale getirmekten veyahut şiirde vezin ve nazım zaruretlerinden dolayı olmak üzere üç kısımdır. mânâ bakımından müteşabih olanlar allah'ın sıfatlarıyla ahiret hayatına ait olan âyetlerde olduğu gibi, duygularımız ve düşüncelerimizle onların benzerlerini algılamaya imkanımız olmadığından dolayı, tasavvurlarımızla dahi kavramaya yetişemeyeceğimiz mânâlardır. her iki bakımdan müteşabih olan başlıca beş kısımdır: umum ve husus gibi nicelik bakımından, vücup ve nedb gibi nitelik bakımından, nasih ve mensuh gibi zaman bakımından, mekan ve âyetin nazil olduğu toplumdaki âdet ve gelenekler bakımından ki "evlere arka duvarlarından atlayıp girmeniz allah katında iyilik ve sevap değildir." (bakara, 2/189) âyetinde olduğu gibi.

    bir de fiilin sıhhat ve fesadındaki şartlar bakımından.

    işte kitabın âyetleri böyle muhkemat ve müteşabihat şeklinde iki kısma ayrılmıştır. asıl uyulacak ümmü'l-kitap da müteşabihat olanlar değil, muhkemattır. amma kalblerinde eğrilik ve kaypaklık olanlar, doğruluktan hoşlanmayıp eğrilikten, yamukluktan ve sapıklıktan zevk alanlar, muhkematı bırakırlar da kitabın müteşabih olan âyetlerinin peşine düşerler, onları esas alırlar, dumanlı havalar ararlar. çünkü fitne çıkarmak, hakkı ve hakikatı karıştırıp, halkı şüpheye düşürmek ve şaşırtmak suretiyle doğru yoldan çıkarmak ve belaya uğratmak isterler, ve onu kendi gönüllerine ve keyflerine göre eğri büğrü te'vîl etmek arzusunu beslerler. halbuki onun te'vilini, yani meâlinin ve sonunun nereye varacağını allah'dan başka kimse bilmez. genel anlamda müteşabihat içinde, özel anlamda müteşabih olan bir kısım vardır ki, bunun meâlini, gerçek maksadına uygun olarak ancak allah bilir. bundan dolayı bütün müteşabihatın te'vilini allah'tan başka kimse bilmez. allah teâlâ'ya yerde ve gökte, bütün zamanlarda ve bütün mekanlarda gizli, meçhul bir şey bulunmadığı halde, o'ndan başkasına böyle olmadığı gibi, bütünüyle hakikat olan ilâhî kitapta dahi hal böyledir. "o'nun ilminden hiçbir şey kavrayamazlar." (bakara, 2/255), "allah bilir, siz ise bilmezsiniz." (bakara, 2/232). zira meçhul meçhul ile, şüphe şüphe ile hallolmaz. meçhuller bilgi ile ve o bilglerin kuvvet derecesine bağlı olarak hallolur. öğretim ve irşad, bilgiler üzerine meçhulleri sezdirmek ve o bilinmiyenleri bilinenlere dönüştürmektir. öğrenende bilgi arttıkça, öğretmen kendi bilgi derecesine göre, onun önüne bilinmesi gereken konuları sürer, sonra da onları çözdürür. bundan dolayı bilinmeyeni sezebilmek de onu bilmenin ön şartı olur. cenab-ı hak kullarına hakikat bilgisini böyle ihsan eder. önce kendini ve başkasını ayıran bir muhkem ilim bahşeder. sonra belli belirsiz olarak meçhul şeyleri sezdirir. bunları basamak basamak muhkem bilgiler şekline dönüştürerek yakîn bilgiler haline getirir. hikmet düzeninde ilim dahi varlıktaki düzen gibi sistemli bir şekilde akar gider. allah'ın bilgisi ise sonsuzdur. sonradan olma (hâdis) olan insan bilgisi hiçbir zaman ve hiçbir şekilde buna eşit olamaz, onu ihata edip boyutlarına ulaşamaz. böyle olduğunu bilmek, sonsuza dek ilim ve öğrenme yolunda yürümek de en büyük ilim, en büyük marifettir. bundan dolayı insan ilimde hangi mertebeye ulaşmış olursa olsun, yine de önünde yığınla bilinmesi gereken meçhuller bulunduğunu sezmek ihtiyacındadır. bu bilinmeyen meçhulü sezmek ise müteşabihat karşısında bulunduğunu bilmektir.

    daha doğrusu geçmişe ve geleceğe, ezele ve ebede ilişkin olan her beşerî ilim, müteşabih olmak konumundan kurtulamaz. hiçbirisinde şimdiki halde şuurun yakından şahid olduğu ve müşahede ettiği kuvvette kesinlik yoktur. her tecrübe ve gözlemin bir öncesine ve bir sonrasına doğru attığı adım bir müteşabihlik ile ilgilidir. ilmin en kuvvetli gerekçesi olan tecrübe zaruri bir gerekçe değildir. bu konuda en sağlam ve en genel belge, sebebin ve şartların devamlılığından çıkan, olağan tekdüzeliktir ki, bu da ilâhî iradeye dayanmaktadır. binaenaleyh beşer ilminin müteşabihattan kurtulması mümkün değildir. işte insanlara hakk'ın iradesini gösterecek hidayet için bir ilâhî öğretim olmak üzere indirilmiş bulunan ilâhî kitaplar, tamamen bu gidişata, yani, ilâhî düzenin gerçeklerine uygun ve paralel olarak muhkemat ve onun karşılığında müteşabihat ile indirilmiş bulunmaktadır. tevrat ve incil'in de muhkematı ve müteşabihatı vardı, onlarda da ümmü'l-kitap muhkemat idi. fakat tevrat'ta pekçok olan müteşabihatın bir kısmı, incil'de muhkemlere irca edildikten başka, daha diğer müteşabihat gösterildiği gibi, kur'ân'da da bütün geçmiş kitapların müteşabihleri muhkemata irca edildi. ayrıca derin birtakım müteşabihat daha gösterilmiş ve bunların doğrudan doğruya arkasına düşülmekten sakındırılarak, muhkemata irca metodu da açıkça öğretilmiştir. bu arada insanlar için, bilimin hangi aşamasında olurlarsa olsun, yine de çözülemiyen ve allah'ın bilgisine havale edilmesi gereken gerçeklerin hiçbir zaman tükenmeyeceğini, muhkemattan sonra bile gerçek anlamda müteşabihlerin var olacağını bilmek ve itiraf etmek de beşerin ilmi için büyük bir olgunluk ve insanlığın gayesi açısından büyük bir hayır demek olduğu da anlatılmıştır. beşer ilminin değerine ve gerçeklik derecesine kesin gözüyle bakmak, mantık ve matematik ölçüsünde ona zaruri bir şaşmazlık kazandırmak ve böyle bir özellik aramak çelişkidir. bunun için, ilâhî kitaplarda müteşabihat bulunmamalı idi şeklinde bir vehme kapılıp kalmamalıdır. zira böyle bir düşünce varlığın dondurulmasını ve bir noktada durdurulmasını veya tekdüze olarak robot halinde sürüp gitmesini ve allah'ın bilgisinin sona erdiğini farzetmek, ya da bütün sonsuzluğuyla ve bütün canlılığıyla ilâhî bilgilerin, muhkem bir şekilde beşere öğretilmesi ve allah teâlâ'ya bir anlamda ortak ve eşdeğer bir varlık ortaya koymanın mümkün olduğu vehmine kapılmak veyahut allah teâlâ'nın beşer ilmini, belli ve değişmez bir noktada durdurup bilinenlerden bilinmeyenlere, noksandan olgunluğa ve kemale doğru, ebedî bir hayata yönlendirerek ilerlemesine engel olması geleceğini iddia etmek, hasılı ilâhî feyizde cimrilik istemek demek olurdu. her terakki tavrının, her gelişme çabasının ilerisinde daha alınması gereken mesafe, keşfedilecek hakikatler ve hiçbir zaman iyice anlaşılıp bitirilemiyecek başlangıçlar ve sonuçlar mevcut olduğu halde, allah teâlâ'nın bunları insanlara verdiği çeşitli kabiliyetlere göre sezdiremeyip birçok yönden gizlemesi ve bu meçhulleri, mümkün olduğu kadar çözmeye ve keşfetmeye ipucu ve ölçü olmak üzere bahşettiği usûl ve muhkem delilleri belli ve sınırlı bir noktada tutması, dünkü ilimden yarın için, dünyadan ahiret için istifade ettirmemesi nasıl olur da ilâhî hikmetin gereği olabilirdi? bunun hikmete uygun olduğu nasıl düşünülebilir? allah'ın ilmine karşı herşeyi halletmiş, bitirmiş iddiasında bulunan ve müteşabihatın bütün bütün ortadan kaldırılmasını arzu eden ve tecrübeyi, teşabühten büsbütün arınmış mutlak bir kesinlik sanan bir ilmîlik ve isbatçılık iddiası cehaletten başka birşey değildir. buna karşılık, muhkematı esas alan güçlü ve aydınlık bir isbat yolu ve metodu üzerinde yürümeyip, doğrudan müteşabihata sarılmak ve onun muhkem bir gerçeklik içerdiğini inkâr edip şüpheyi esas tutmak ve katıksız meçhulleri yalnızca bunlarla halletmeye kalkışıp işin sonucunun nereye varacağını allah'dan başka kimsenin bilmediği şüpheli, karışık, sağa mı sola mı, ileri mi geri mi, hayra mı şerre mi, aydınlığa mı karanlığa mı, varlığa mı yokluğa mı, cennete mi cehenneme mi götüreceği belli olmayan sisli ve dumanlı havada çıkmaz yollarda dolaşmak da haddini bilmemek ve ilâhî hidayeti dinlememek, tehlikelere ve karanlıklara doğru koşmaktır ki, bunu kalblerinde eğrilik ve kötü niyet, kaypaklık ve çarpıklık bulunanlar yaparlar. esbab-ı nüzul'de zikredildiği üzere hıristiyanların incil'deki (baba) mecazını, gerçek anlamıyla peder; kur'ân'daki "o'nun meryem'e ilka eylediği bir kelimesi ve o'ndan bir ruhtur" (nisa, 4/171) müteşabih âyetine, allah'dan doğmuş bir ruh mânâsı vererek ve hak teâlâ'nın doğma ve doğurma gibi üreme şekillerinden münezzeh, hayy ve kayyûm, azîz ve hakîm hâlik ve barî-i musavvir bulunduğu hakkındaki muhkemata bakmayarak, allah'a çocuk isnat etmeleri; yine bunun gibi, yahudilerin gibi hurûf-i mukattaa denilen başlıkları "ebced hesabı" ile te'vil ederek bunlardan muhammed ümmetinin ömrünü, kıyametin kopacağı zamanı çıkarmaya kalkışmaları da bu türden bir olaydır. bunlar ya heva ve heveslerinden başka bir şeyde hak ve hakikat tanımazlar, ya da din deyince herhangi bir hakikatle ilgisi olmayan bir oyuncak anlarlar. din meselesinin kayıtsız şartsız hakka uymak demek olduğunu bilmek istemezler. bu konuda muhkem olan isbat yoluna yanaşmazlar ve onlarla amel etmekten hoşlanmazlar da durmadan zihinleri şüphelere ve vehimlere sürüklemek için yalnızca hayal ürünü olan şeylerde, rumuz ve sembollerde, muamma ve müteşabihatta boş ve havaî şeyler ararlar; müteşabihatı, şüpheye basamak yapmak için muhkemata üstün tutarlar. yine bunun gibi, birtakım mülhidler de vardır ki, dinin hiç anlaşılmaz ve anlaşılınca hükmü kalmaz gizli ve sır dolu bir özü olduğu iddiasıyla bütün muhkematı müteşabihata irca etmeye çalışırlar. her şeyi kuşkulu hale getirmek, hep garip ve acaip şeylerden bahsetmek, en belli gerçekleri bile birer efsane gibi göstermek isterler ki, bunlar bilinen yolda yürümektan hoşlanmazlar. diğer bir kısımları da kendi bilgileri herşeyi çözmeye yetermiş gibi, kâinat düzeninde, geçmişte ve şimdiki halde veya sonsuza dek sürecek olan gelecekte sanki hiç bilinmedik birşey yokmuş gibi, müteşabihatın hakikatını kökünden red ve inkâr eder; anlamadığı, anlayamayacağı bir hakikat işitirse, ona hurafe, efsane, esatir deyip geçerler ki, bunların hepsi kalbin kaypaklığından, çarpıklığından ve haddini bilmezlikten ileri gelir. bunlara karşılık ilimde rüsuh sahibi (uzman) olanlar, eğilmez, eğrilikten hoşlanmaz, ilim yolunda sağlam, bildiğini ve bilmediğini seçebilen, bildikleri sayesinde bilmediklerinin önemini mümkün mertebe çözebilen ilim erbabı da şöyle der: biz bu kitaba inandık, muhkemi ve müteşabihi ile hepsi rabbimiz katındandır. hepsi haktır ve gerçektir. hakikaten böyle temiz akıl, güzel dikkat ve kavrayış sahiplerinden başkası da hakkiyle düşünemez, kendi zihnindekini bile iyice seçip net olarak düşünemez, muhkematı esas olarak hafî, müşkil, mücmel gibi te'vili mümkün olan müteşabihatı bile doğru dürüst te'vil edemez. bu konuda te'vil ve ictihat başkalarının değil, muhkematın mertebeleri ile müteşabihatın mertebelerini seçebilen, te'vili caiz olup olmayanları ayırabilen, fitneden, kendisini ve herkesi baştan çıkarmaktan sakınan, haddini bilen, ilâhî bilgiye havale edilmesi gerekenleri o'na havale eden, kâmil iman sahibi, ilim yolunda kuvvetli, temiz ve ince akıllı, doğru düşünmesini bilen ve seven, hasılı hikmete mazhar olmuş rasih âlimlerin hakkı vardır, bu işe ancak öyleleri yetkilidir. bunlar muhkem ve müteşabih hepsinin hakikatına iman ederler ve önünü sonunu hesaba katarak iyi düşünürler.

    http://www.biriz.biz/…ran/aliimran/03aliimran.htm#7
  • ozellikle su kismiyla dusundurendir: "kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu (kişisel arzularına göre) te'vil etmek için ondaki müteşâbihlerin peşine düşerler."
  • kitap insandır. nefsiyle bir insan, kendi kitabının esasını, dünyadaki âdemiyetliğinin temelini teşkil eder. nefs olmadan insan'dan söz edilemez.

    kitabın muhkemliği nefsine dönüktür, apaçıktır.

    örneğin;

    bahçeler,
    yaşıt kızlar,
    üzümler,
    dolu dolu kadehler...

    bunlar hiç bir açıklamaya gerek kalmadan nefse dönüktür. bahçe, yaşıt kızlar, üzüm, kadeh denince nefs bunu anlar. inananda, inanmayanda herkes anlar.

    nefs gözü dünyada bunları ister. ev, mal-mülk sahipliği, geniş araziler, taze taze meyveler, aynı şuur denkliğinde erişmiş arada zıtlığın olmadığı birbirlerine hiç muhalefet etmeyen her arzusuna emrine amade eş, derdi, sıkıntıyı, gamı, kederi düşüncelerden perdeleyen, uzaklaştıran bir şarap, içki, uyuşturucu. nefsince düşünene, onla bilene başka bir işaretle seslenilmez, örnek verilmez.

    müteşabih ise kalbe dönüktür. nefsini anlayıp kalbine olan eğri bakışını düzelttikten sonra hakk'ın lutfedeceği kandiller; irfan, marifet, kemal erişimidir. kalbin nefse hakimiyet icra etmeye başladı mı nefs iştiyakıda zamanla hakk'a yönelir. nefs gözüne bahçe olarak görünen, kalbin doğrulmasıyla tek noktada sonsuz genişliğe kavuşur. onun için metrekare hesabı bitmeye başlar. kalp ölçüleri devreye girer. bu ölçülere uydukça şuurdaki dengesine kavuşur. kalbi onun sadık eşi olur. şişeyi kadehi anlar, havuzundan içer. dünya zevkleri, insanların boğuştuğu zorlu denklemler kolaylaşır, kör düğümler çözülür.

    sen bahçe, kadın, kadeh deyince nefsi hazlarının, duygularının seni çektikleri yere gitme. nefsinde bunlar birer şablon. asıl kalbindeki noktaya sığdırılmış olan manaya eriş. orada bahçeler, kadehler, üzümler bitmeyen manalarıyla tecessüm etsin.
  • yüzyıllardır müslüman aleminin görmemek için her şeyi yaptığını, ayetin içindeki çok kritik terimleri tahrif ettiğini düşündüğüm ayet. aslında düşünmüyorum, net şekilde görüyorum. gözü ve basireti olan herkes islam aleminin halinde bu durumu görebilir.

    (al-i imran 3/7): “bu kitabı sana indiren odur. ayetlerinin bir kısmı muhkemdir;[1*] onlar kitabın[2*] ana ayetleridir. diğerleri müteşâbihtir[3*] (muhkemlerle benzeşirler). kalplerinde kayma olanlar, fitne[4*] çıkarma amacıyla istedikleri tevili[5*] kurup kitaptan, (kurgularıyla) benzeşen şeye[6*] uyarlar. oysa kitabın tevilini sadece allah bilir. bu ilmi[7*] kavramış olanlar şöyle derler: “biz bu ilme inandık, onun tamamı rabbimiz katındandır.” bu zikre[8*] sağlam duruşlu olanlardan[9*] başkası ulaşamaz.”

    numaralandırmalara dikkat ederek okumanızı tavsiye ediyorum;

    [1*] muhkem ayet, bir konuda hüküm içeren ayettir. o hüküm, başka ayetlerle ayrıntılı olarak açıklanır;

    (hud 11/1-2): “elif! lâm! râ![*] bu (kur’an); daima doğru hükümler veren ve her şeyin iç yüzünü bilen allah’ın bizzat kendisi tarafından, ayetleri hem muhkem /hüküm bildirir hale getirilmiş hem de ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır.

    (hud 11/2): “(açıklamayı allah’ın yapmış olması) allah’tan başkasına kulluk etmemeniz içindir. (de ki:) ben de onun tarafından size gönderilen uyarıcı ve müjdeciyim.”

    [2*] (kitab) kelimesinin kök anlamı, bir şeyi bir şeye eklemektir (mekayîs). arapçada kelimeleri ekleyerek yazılan her türlü yazıya kitap denir (müfredat). kur’an-ı kerim, muhkemler yani kısa ve özlü hükümler içeren ayetlerden ve onların benzeri olup onları açıklayan müteşâbih ayetlerden oluşur. bir ayet şöyledir;

    (zümer 39/23): “allah sözlerin en güzelini, birbirine benzer, ikişerli (âyetler şeklinde düzenlenmiş) bir kitap olarak indirmiştir. (bu düzenleme) rablerinden korkanların tüylerini ürpertir. sonra vücutlarını ve kalplerini allah’ın zikrine (verdiği bilgiye) karşı yumuşatır. işte bu, allah'ın yoludur. o, görevini yapan kullarını bu yola sokar. allah’ın sapık saydığını kimse doğru yolda göremez.”

    mesânî, “ikişerliler” anlamına gelir. kur'ân’ın, bildiğimiz bir kitap halinde inmediği açıktır. bu ve benzeri ayetler onun, kendinden kitaplar oluşturulacak şekilde indiğini, her bir kitabın, bir muhkem bir de müteşâbih olmak üzere en az iki ve ikinin katları olan ayetlerden oluştuğunu, doğru hükme yani hikmete bu şekilde ulaşılabileceğini gösterir.”

    [3*] müteşâbih, benzeşen demektir. birbirine benzeyen iki şeyden her birine müteşâbih denir. bu kelime, sekiz ayette geçer: bakara 2/25, bakara 2/70, bakara 2/118; al-i imran 3/7, zümer 39/23, en’âm 6/99, en'âm 6/141 ve ra’d 13/16. âyetlerdir.

    [4*] fitne”, altını içindeki yabancı maddelerden ayırmak için ateşe sokmaktır (müfredat). kur’an’da bu kelime imtihan (a’râf 7/155), aldatma (a’râf 7/27), cehennem azabı (zariyât 51/10-14) ve savaş (bakara 2/216) anlamlarında kullanılmıştır.

    [5*] (te'vîl) , (evl) kökünden türetilmiştir; bir şeyi istenen hedefe çevirme anlamına gelir (müfredât). allah’ın ayetler arasında kurduğu bağlantıyı gösterir.

    [6*] bu ilim, ayetleri ayetlerle açıklama ilmidir ve islam adına yapılan tüm yanlışlar bu ilmi görmezden gelerek yapılan yorumların, alimlerin düşüncelerini dinin kuralı olarak görmenin dini ne hale getirdiğini çok iyi düşünüp görmek gerekir;

    (araf 7/52): “şurası bir gerçek ki, biz onlara, inanan ve güvenen bir topluluğa rehber ve ikram olması için bir ilme göre ayrıntılı olarak açıkladığımız bir kitap getirdik.”

    [7*] ayetin açılımı şöyledir: “kitaptan kendi eğrilikleriyle /kurgularıyla benzeşene uyarlar.”

    necrân’dan bir hıristiyan heyet nebimize gelmiş, “ya muhammed! sen, isa’nın allah’ın kelimesi ve ondan bir ruh olduğu kanaatindesin değil mi?” demişti. o, “evet” deyince “ bu bize yeter” demişlerdi. onlar, kendi eğrilikleriyle benzeşir gördükleri şu ayete dayanıyorlardı: “isa… allah’ın meryem’e ulaştırdığı sözü ve kendinden bir ruhtur.” (nisa 4/171) ayetin başında görmek istemedikleri şu ifade vardır: “meryem oğlu isa mesih, yalnızca allah’ın elçisidir.” allah’ın kitabına uyma yerine onu kendilerine uyduranlar hep böyle yaparlar. (taberî, al-i imran 3/7. ayetin tefsiri)

    [8*] zikir, bağlantılarıyla birlikte düşünülüp öğrenilen doğru bilgi, o bilgiyi kullanıma hazır tutmak, akla veya dile getirmektir (müfredât). doğru bilginin kaynağı allah’ın ayetleridir. bunlar, yaratılan ayetler ve indirilen ayetler olmak üzere iki türlüdür. her birinden elde edilen doğru bilgi zikirdir. insanı, sadece bu bilgi tatmin eder;

    (rad 13/28): “ona yönelenler, inanıp güvenen ve kalpleri allah'ın zikri /kitabı ile tatmin olanlardır. bilin ki kalpler, sadece allah'ın zikri ile tatmin olur.”

    [9*] “sağlam duruş” anlamı verilen “elbâb” tekili olan ‘lubb’ kelimesi, mastar olarak kullanıldığında, bir yerde sürekli durma, durduğu yerden ayrılmama, saf olma ve kaliteli olma anlamlarına gelir.
    isim olarak kullanıldığında da her şeyin katkısız olanı anlamını ifade eder. bu anlamlardan yola çıkılarak sağlam ve güçlü akla "lub" denir (mekayıs, muhtaru's-sıhah, umdetu'l-huffaz, tacû'l-arûs). "kalp ile birleşen akıl" anlamına geldiğini söyleyenler de vardır (kitabu'l-ayn, lisanu'l-arap, tacu'l-arûs) bu kelime kuran’da, 16 yerde “ul’ul elbab= lub sahipleri şeklinde kullanılır.

    (fussilet 41/3): “bu bir kitaptır ki ayetleri, bilenler topluluğu için arapça kur’ânlar (kümeler) halinde ayrıntılı olarak açıklanmıştır.

    bir konuda muhkem (açıkça hüküm veren) bir ayet, o ayete benzeyen ama aynı olmayan müteşabih (benzeyen) ayet, ve onlara da benzeyen herbiri için en az iki olmak üzere müteşabih alt ayetler. bu ayetler kümesi, bilenler topluluğu tarafından uygun akademik ve ilmi çalışmalarla bir araya getirildiği takdirde bir konuda doğru hükme yani hikmete varabilmek mümkün olmaktadır. kur’anı kerim sonsuz sayıda alt kur’an’lardan oluşan ve her şeyi açıklayan kitap’tır.
hesabın var mı? giriş yap