*

  • aydınlanma olarak tesmiye edilen entelektüel hareket genellikle 18. yy ile ilişkilendirilmesine karşın, kökenleri itibariyle daha da gerilere gider. ancak, bu kökenleri ortaya koymadan önce kavramın tanımlanmasına fena halde bir gereklilik olduğu barizdir. aydınlanma kendi kendini isimlendiren nadir tarihsel hareketlerden biridir. bir nevi yeni doğan hayırsız ve nobran veledin dile gelip “bana bu ismi koyacaksınız ey densizler. yoksa büyüdügümde birilerinin ismimi azgına sakız edip benimle makara yapmasına sebep olursunuz” demesi gibi. o derece komik ve o derece de aleladenin fevkinde. özellikle londra’da ve paris’te yazıp çizen bir kısım düşün erbabı kendilerinin diğer vatandaşlardan daha aydınlanmış olduğuna inanıyormuş o dönemlerde. aydınlanmış/nurlanmış bu nur topu gibi nadide ve paha biçilmez ekalliyet bu nedenle de aydınlanmamış müphem kemiyeti/kesreti aydınlatmaya ve onlara otantik bir şahsiyet bahşetmeye adamıştı kendini. böyük adamın böyük idealleri. homo faber’in intikamı. aydınlık karanlık ikilemi de her yerde be arkadaş. dikotomik de. zihinlerde çarçabuk kendine bir alan temin edebiliyor. düşünün bir kere, bir tanım yapacaksınız ya da tanımı kendinde saklı bir isim koyacaksınız bir gerçekliğe ama zihni ona tutundurmak mümkün olmasın. olacak iş değil. böyle kolay şeyler bulmak lazım. söyledin mi muhatapların patadak anlayacak “ohooo, anladım ben lan bunu” dicek içinden ve çabucak anlayan zekasından memnun daha da bi güçlendirecek o şeyi. her neyse onu. gri anlatmayın a canlar. gri karışık oluyor. palete siyah rengi koyacan da sonra beyaz rengi boca edeceksin. ya da tam tersi bir vetire. hem griden griye de fark var. onun ölçeğini mikyasını öyle ayarlayacaksın, kesin olduğu kadar keskin bir mizanla düzenleyeceksin ki istenen, şimdilerde standardize edilmiş sayısı belirli bir griye ulaşacaksın. alabildiğine zor ve meşakkatli iş. kim kısacık ömrünü böyle şeylerle uğraşıp har vurup harman savurarak yitirmek ister ki? kimse!! divanelerden başka. napcan demek ki? böyle vereceksin. reçete gibi illlaç gibi.

    aydınlanmış bu zevat ve avaneleri insan aklının vurdumduymazlığa, hurafeye, buyurganlığa karşı savaşmasının elzem olduğu inancına bel bağlamışken daha iyi bir dünya inşa etme çabalarına da hız vermiştir. en temel/birincil hedefler ise din ve ırsi aristokrasinin toplum nazarındaki egemenliğidir. niye bu ikisi birden? aristokratların okumuş yazmışı dini tedrisat alırmış vaktiyle. bunların okumaya meyyal olanları kiliselerde latince neyim öğrenirmiş. dinle aristokrasi arasında şota ve arçil kardeşler gibi yakın bir dirsek temas, spektaküler bir paslaşma kabiliyeti ve aslını nüshasından ayırmaya imkan vermekten uzak bir benzerlik varmış. dönemin başat ideolojisi din. yine dönemin egemen unsuru aristokrasi. o dönemde de biliniyordu ki egemenin tahakkümüne zemin hazırlayan bir ideolojisi vardı. ideolojisi ve otantik varlığıyla onlar mutantan bir edayla insanların zihinlerinden kazınmadıkça, kalplerinden kangren yapma kalibresine sahip adi ve kokuşmuş bir organ misali sökülüp atılmadıkça yeni ve onlarca ferahnak başlangıçlar yapılamazdı. aydınlanmayı ve takip eden tüm düşünsel faaliyetleri sadece akademik düzeydeki farklı düşünce ekollerinin çatışması ve sonrakinin öncekini ilga etmesi, ona galebe çalması olarak almak resmi perspektiften vareste görmek ve esasında görememekle malul olmak anlamına gelir. o nedenle dönemin iktisadi, sosyal ve siyasal yaşamının da özellikle bilinmesi zorunluluk kesbetmektedir. yükselen yeni nesilin doğum sancıları gözden kaçırılmamalı. onların gün doğumundaki canlı ve giderek de altın siniye doğru ıraksayan kızıl halelerle sarıp sarmalanan küçük ve canlı gemileri hakkı ve hakikatiyle derk edilmeli. beri yandan çok da uzak olmayan öte yandan muarız olduklarının da güneş kızıllığında batmaya yüz tutmuş takalarının derme çatmalığı, yürek sızlatan hali serencamları da insaf sahibi her müdakkik tarafından adesenin göbeğine göbeğine yerleştirilmelidir. yoksa olmaz. boşa kürek çeker insan. iki kelime öğrenir onu satar orada burada. kahvedekilerin ınının ınınınlamasından daha ilginç ve gönül çelen bir kullanım değerinden mahrum olur sözleri. yalnızlık sözleri. sonra kendisi de rahatsız olur. içini dolduramadığı, ete kemiğe büründürmediği meşum sloganları için. beyhudelikleri kendine sermaye edindiği için. sohbet havasında yazıyorum ey kariler. her zaman yaptığımın aksine. böyle daha iyi şimdilik. karşımdaymışsınız gibi. her an müdahale edecekmişsiniz gibi. her an sigaya çekilecekmişim gibi.

    bu hareketin 18.yy’da nasıl bu kadar etkili olduğunu anlayabilmek için tarihte geçmişe doğru bir seyahate çıkmak kaçınılmaz bir zorunluluk. herhangi bir başlangıç noktası seçmek kabil olsa da, gelin 13.yy’da thomas aquinas (akuinalı thomas) tarafından yeniden canlandırılan aristotelyen mantıkla başlayalım isterseniz. thomas’ın uğurlu elleri altında, antik yunan feylesofu aristo tarafından va’z edilen mantıksal prosedürler hristiyanlık dogmalarının savunulmasında istimal edilmiştir. yaklaşık iki yüz yıl boyunca ardılı öteki düşünürler de bu amaca muvafık hareket ederek tüm inançsal vecheleri mantıksal ilkelerle payandaladılar. bu düşünürler kimileyin “schoolmen” (mektepli adamlar, daha formel olaraksa skolastikler.. parantez içi bir parantez daha açasım var. bu skolastikteki lastik kesimi de çok ayıptır be arkadaş. vaktiyle lise çağlarındayken nedense skolastik diyince aklımın bir yerine lastik mefhumu semantik ve pejoratif içeriğiyle gelip ilişip dururdu. lastik gibi değersiz adamlar diyordum. lastiğin olumlu anlamına da rastlamamıştım daha doğrusu o zamana değin. galiba esas neden de buydu.) olarak ağza sakız edilmiş bahtı kara kişilerdir. voltaire biraz daha insaflı ve nezaketli hareket ederek bu adamları doktorlar olarak telaffuz eder. geniş zaman kipi. vaktiyle voltaire’in naçiz bedeninde husule gelmiş halen de telaffuz edilen bir düşün ikliminden bahsediyoruz zira.

    talihsizlik bu olsa gerek ya; katolik kilisesi, müreccah bulduğu kullanım alanlarıyla sınırlayamadı bu mantıksal araçları. her şeyden önce bu mantıksal avadanlıklar pagan bir kültürün kol gezdiği ve koruyup kolladığı bir zihinsel haritanın kadim memleketi yunan’ın payitahtı olan atina’da geliştirilmişlerdi. diyalektiğin yasası icabı (sevgili hocam baskın hoca’nın kulağı çınlasın. bu diyalektik dediğin bir çeşit tanrı mı hocacığım? kendi yasaları var. yasalar vaz ediyor. demek ki güçlü. kendi meşrebince müeyyide uygulayabiliyor. kendine mukabele edenleri tedip ve tazir edebiliyor. öyle olması gerektir di mi hocam? neyse.. sen dememiş miydin hocam kafalar bulanmadan önce durulmaz diye. evet. dogru ama eksik. her bulanmayı neden bir durulma takip etsin ki? bir çeşit business cycles degil ki bunlar. önce recession sonra take off. ara ara stagnation. neyse ki neyse..) böyle bir şeycikler olacağı belliydi. kime göre belli? olaylar bittikten ve vasıl olacağı menzile varanda kelam tüketmekten ve kalem oynatmaktan maada yapacağı başka ve faideli hareke(a)t tarzına sahip ol-a-mayanlar için. yani tarihi en değerli organının (!) kıvrımlarına benzer biçimde yontanlar için. tarihten kendi derme çatma, salaş barakaları için umarsızca ve de umutefşan bir inatla talaş devşirenler için.

    14. ve 15. yy’da ıtalya ve fransa’da humanistler namıyla maruf bir grup düşünür apansız ve aniden başağın topraktan bitmesi gibi bitiverdi. çağdaş/çağcıl/muasır/güncel/updated politik münazara ve münakaşalarda olanın aksine aydınlanma mefhumu o demlerde henüz din aleyhtarı çağrışımlara gebe değildi. bu humanistlerin hepsi katoliklik rituellerine sıkıca sarılmış kurtuluşu da ondan uman kişilerden başkaları değildir. bu adamlar inançlı kişilerdi ve onlara göre tanrıya yönelik sahih ve muvafık tapınma tarzı onun yaratmasına yönelik beğeniyi/medh-ü senayı da içermeliydi. ve özellikle bu şahane yaratımın özgün ve anlamlı bir nişanesi olan insanlık gözbebeğinin en önüne konulmalıydı. ınsan ırkını ve kapasitesini takdis etmek suretiyle kasavet saçan ve ilk günaha göndermede bulunup insanları itirafa ve her şeye gücü yeten kadir-i mutlakın önünde kibirlerinden vazgeçmeye çağıran keşişlerden daha münasip ibadet ettikleri fikrinde ısrarlıydılar bu nevzuhurlar. esasında, bu zevat içinde insanların tanrısal yönüne vurgu yapan bazıları, tanrının insanları yalnız ve ancak suretinden yaratmadığı ve fakat onlara yaratıcı gücünden bazı gölgeleri (zıllullah) ihsan ettiğine kat’i iman ediyordu. michelangelo’nun meşhur freski “the creation of adam” tam da böyle bir eserdir. birbirine değmeye ramak kalmış, biri yerden göklere diğeri ise göklerden yere yönelmiş iki el. insanın içindeki tanrısal usareye göndermede bulunur. ona ruhundan ruhuna benzeyen öz üfüren tanrının. ressam, mimar, müzisyen ve akademisyen entelektüel güçlerini seferber ederek semavi amaçları tekemmül ettirmeye çalışıyordu ekmel biçimde. bilimin kendi başına bir kilisesi henüz yoktu. yersel faaliyetlerin kendilerine ait bir deniz feneri daha ortalıklarda görünmüyordu. şizofreni yoktu daha. bölünmüşlük, parçalanmışlık yani kompartmanizm mevzu bahis degildi daha. herkesin amacı tanrısallığa adanmıştı. o zamanlar teke bağlanarak kesret karşısında özgürlüğün tadını hala çıkarabiliyordu insanlar.

    rönesans döneminde kasavet ve hurafe [zira bu dönemde ortaçağ boyunca hiç olmadığı kadar büyücülük denemeleri (nükleer silah denemeleriyle alakası var mı abi? sanmam.) artmıştı] unsurları insani kapasitesinin kutsallıkla halelendirilmesiyle mecz olunmasına karşın yine de insana ilişkin bu iyimser düşünsel duruş avrupalılara güçlü bir miras bahşetti. rönesans hümanistlerinin esas ereği antik yunan ve roma’nın yaratıcılığını, ruh genişliğini, gururunu yeniden canlandırmak suretiyle onların başarılarını tekrarlamak ve ötesine erişmekten ibaretti. avrupalılar geleneğin değişimi artırmak için kullanılabileceği ve kullanılması gerektiği inancını geliştirdiler. antikitenin avadanlık çantasındaki enstrumanlarını temizlemek ve bilemek suretiyle kendi zamanlarını yeniden şekillendirebildiler böylelikle. onların üzerindeki ölü toprağını önce kuvvetli bir biçimde üfürüp daha sonra halı silkeler gibi silkelediler. zira katran gibi yapışmıştı tozlar her bir yana japon bir zamk kuvvetinde. enteresan bir açılım. zamansal geriye dönüşle ileriyi yakalamaya cehdettiler bir anlamda. esasen bu bile aydınlanma düşüncesindeki tuhaf ironiyi göz önüne koymak için birebirdir. daha ileri bir yaşam formu için geriye dönüp azığını oralardan devşirmek. ilericilik gericilik dikotomisinin aslı astarı olmayan temelsiz bir sanrıdan ibaret olduğu gerçeği rönesansın bu başlangıç dönemlerinde dahi bir anlamda ayan beyan belirmişti. objektif anlamda ilerici gerici dikotomisi yoktur. insana dair müspet inancın bir icabı olarak ilericilik moduna geçenler sırf kelimenin büyüsüyle kitlelere kendini kabul ettirmeye koyulmuşlardı. ilericilik muasırlığa, idrak edilen zamana vurguyu kalın hatlarla yaparak nesnel tutamak noktasıyla kendine münhasır ve erişilmez bir alan temin etmeye çabaladı. ilericilik gericilik maniheizmi bugün de özellikle modernleşmeye geç kalan toplumlarda halen ahval-i adiyeden bir nitelik arz eder. shayegan, “yaralı bilinç: geleneksel toplumlarda kültürel şizofreni” kitabıyla bu konuda hatırı sayılır açıklıkta tespitler ortaya koyar. hakikaten de bu öyle bir yaradır ki kapanmak bilmediği gibi derdine derman olabilecek merhemleri de şımarık bir bızdık edasında pervasızca istiskal eder. zira, modernleşmeye gözünü budaktan sakınmayan her an harekete alesta bir avcı gibi temerküz eden, kısaca batılılaşmanın (westernatisiton) verili bir andaki enstantanesine angaje olan geleneksel toplumlar, bu enstantaneye ulaşma hedefiyle kalkışlarken ne yazık ki batı son durağına vasıl olmuş bir tren katarı gibi sabit bir tarzda durmadığı için, tarihsel olarak zaman ahtapot gibi olan biteni yutmaya devam ettiği için yalnız ve ancak cazibe hanımın gündüz düşleri gibi güpegündüz düş görmeyi söküp atılamayan bir inatla sürdürmekte ve batılılaşmaya bitmek bilmeyen sonsuz bir vetire, fizibilitesi gayri kabil bir proje gibi saplanıp kalmaktadırlar. çaresiz bir hal. komik ve saçma. ne var ki trajik de.

    atraksiyonlu ve karizmatik ismiyle galileo galilei, iskolastikçilerin istimal ettiği aynı mantıktan istifade ederek –gözlem gücüyle de olayı perçinleyerek- 1632’de dünyanın kendi ekseni etrafında hareketsiz bir güneş altında döndüğüne dair koperniken meşhur nosyonu ileri sürmüştü. kilise ve özellikle kutsal engizisyon (holy ınquisition) incilin vazıh bir surette izah ettiğinden dem vurarak güneşin gökyüzünde (durağan olmaktan ziyade süreğen) hareket ettiğinden bahisle itiraz etti bu fikre ve galileo’nun öğretilerine kaba bir çentik atarak mimledi onları. üstüne üstlük de garibanı yazdıklarını geri alması konusunda icbar etti ve zırvalarını daha ileri gitmemek adına kökünden kazımayı seçti. kilisenin yengisi kat’i bir biçimde tezahur etmesine karşın yine de astarı yüzünden pahalıya mal olan cinstendi. zira galileo’yu suskunluğa sürgün etti etmesine de bilimin ilerlemesini sekteye uğratamadı. bu tür kontrol dışı gelişmeler papa’nın ve engizisyon’un erişim alanının çook uzaklarındaki protesten kuzey avrupa’da zuhur ediyordu.

    ancak 16.yy’da galileo’nun zamanından önce, çeşit çeşit ve cins cins hümanist kahraman, tehlikeli ve netameli sorular sorabilme cüretkarlığını da gösteriyordu. protestanlık etkisine maruz kalmış fransız keşiş ve fizikçi françois rabelais isyankarlığının da mahmuzlamasıyla gargantua and pantagruel adlı kitabıyla kilise’nin sorgulanamaz yetkesine meydan okudu. kitap bir çok dini öğretiyi saçma olduğu gerekçesiyle makara kukara yapan sıra dışı bir eserdi. yıllar önce böylesine önemli bir kitabı feyizlenmek ve çokça faidelenmek amacıyla edinmiştim. kitap cem yayınları’ndandı yanlış hatırlamıyorsam eğer. kitabın muhteviyatı osuruk, dışkı ve bilumum benzer değerli gülmece unsurlarıyla tezyin edilmişti. bu mudur yani deyip okuduktan sonra fırlatmıştım bir kenara. gülmecenin tarihi üzerine eğilmiştim bir aralık. o zaman anlamıştım bu osurukların, dışkının kıymeti harbiyesini. zira esas amaç göksel olanın, sorgulanamaz olanın, yersellikten vareste semavi olanın gülmece vasıtasıyla aleladeleştirilmesi idi. üzerindeki tüm transandantal öğelerin bir bir silinmesi idi. sonradan anladım. zira insan içinden çıkılamazmış gibi duran, zorlayıcı, ceviz kabuğu misali çetin bir sorunla karşılaştığı vakit ona hafiften tebessüm edip sonra da tebessümün dozunu kahkahaya doğru aşama aşama götürürse, yani bel altına doğru yaklaştırırsa (osuruk ve dışkıyla kutsarsa) ona hükmedebileceği zannına ulaşabilir, sonra da yavaş yavaş onunla başa çıkabileceğine kanaat getirir. gülmecenin bu tür isyankar tınılar eşliğinde oluşan hayırhah neticeleri varmış. vardır. onun içinmiş rabelais’in bu şaheseri (!).

    michel de montaigne, daha sessiz ve ılımlı fakat eninde sonunda daha yıkıcı bir uslupla denemelerinde tekrar tekrar tek bir soru sordu: “what do i know?” ne biliyorum. ne bilirim? bildiğim ne? bununla kast ettiği ise şuydu hazretin: bizden başkalarına mutlak gerçeklikten ziyade kültürel alışkanlıklara dayanan inakları empoze etme hakkına sahip değiliz. brezilya gibi uzak yerlerdeki hristiyan olmayan kültürlerin keşfinden de güçlü biçimde etkilenerek zatı şahaneleri böylelikle ahlaki yargıların bir dereceye kadar indi olabileceğini öne sürüyordu. sanki asya’da brezilyalıların yalnızca ziyan olmasın diye ölü insan eti tüketen yamyamlar olduğunda ısrarlı olan avrupalılar, ahlaki açıdan kendilerini onaylamayanlara baskı ve işkence uygulayan avrupalılardan daha zelil bir derekedeydi ona göre.

    daha yeni keşfedilmiş (!) (avrupa merkezci bakış, dikkat buyurun) insanlara yönelik yetersiz/sınırlı bir anlayışa dayansa da kültürel göreceliğe dönük bu sapma günümüze kadar avrupa düşüncesi üzerindeki derin etkisini sürdüre geldi. esasında bu görecelilik aydınlanmanın temel unsurlarından biridir. öncekilerin, emsalsiz özgürlük arayışlarına cevap bulmak adına antik avadanlıklardan faydalanması gibi aydınlanma düşünürleri de özgürlüklerini edinmek için diğer kültürlerin örneklerinden yardım aldılar. bahse konu özgürlük ise yalnızca kendi felsefelerine yeniden şekil vermek için olmayıp kendi toplumlarını yeniden şekillendirmeye de yönelikti. artık anlaşıldı ki avrupalıların düşünme ve yaşama kalıpları dünyanın her tarafında kaçınılmaz değildi. insaniliğin olası çok fazla varoluş biçimi mevcuttu. şüphesiz ki yenileri keşfedilmeliydi. avrupalıların niyeti sadece yeni yaşam biçimlerini ve düşünsel dünyaları keşfetmek değildi. aydınlanmanın bu boş lakırdılarının aksine avrupalılar dünyanın geri kalanındaki zenginlikleri kendi ülkelerine yönlendirdiler. hem yer altı hem yer üstü zenginliklerini (insanları, köleleri yani). söz konusu olan beyaz adamın yüküydü. the white man’s burden. beyaz adam insanlığın kadim selameti için bu yükü seve seve omuzlayacaktı. özgürlük götürecekti onlara er ya da geç. bugün de götürdüğü gibi. ne var ki avrupalı kelimelerin büyüsüyle kendisine yönelebilecek olası reaksiyonları da nötralize edebileceğini düşünüyordu. anlaması zor biraz. hem diğerlerinden zeki ve erişilmez olduğunu dillendir hem de böyle salakça formüllerle insanları kandırdığını san. olacak iş değil. işin tuhaf tarafı ise aydınlanma ideallerinin sorgulanmasına kapı aralayan eleştirel düşünceyi anlamlandıramayan andavallıların varlığı. defalarca anlattım, yine anlatıyorum böyle salak şeyler yok. tarihin bir miladı asla olmadı ve olmayacak. milat olarak bugün telaffuz ettiğimiz şey ise fiktiftir. eh tabi, napsın biçare ve bigane insan inanacak. bu salak ön kabulünü, inancını bilimsel zırvalarla süsleyip servis edecek. bir deve kuşu gibi inanacak bu bönlüklere, safderunluklara. inandıracak. inanç bilim ikileminde bilimin tarafını seçerek bir anlamda objektif olarak haklılığını teyid edecek. ettiğini sanacak. heheheheheheheh.. bir hiç olduğunu kabul etmek zor geliyor insana zira. ama öyle… devam edelim aydınlanmaya. montaigne’e.

    montaigne’in aydınlanmaya bir diğer katkısı meşhur “ne biliyorum” sorusunun farklı bir vechesinden ileri gelmektedir. eğer değerlerimizin tanrısal kaynaklı olduğu konusunda emin olamazsak, öyleyse diğerlerine onları empoze etme hakkımız yoktur. engizitörlerin, papaların ve benzer biçimde kralların özel bir dini ya da felsefi inanca zorlama yetkileri yoktur. way be lisedeyken okuduğum ve pek de ehemmiyet vermeden öylesine okuduğum, bitirmek için zorlandığım montaigne’nin denemeleri nelere kadirmiş. ne kitapmış yahu! eğer değerlerimizin tanrısal olmadığı konusunda emin olmayabilirsek ibaresine mukabil olarak tamam da ya peki emin olursak ne olacak sorusunu sormak istiyorum hazrete. mefhumu muhalifinden demek ki değerlerimizi başkasına dayatabiliriz sonucu çıkar. cıks olmaz. sanmıyorum montaigne’in bunu demek istediğini. emin olmanın objektif bir kriterini istemeli değil mi? eminsin de neye göre. eğer tanrısal bir kanıt mümkün değilse o zaman hiçbir kanıt da mümkün olmaz. ee pekala, düzen intizam nasıl sağlanacak? neye göre insanlar belli düşüncelerle yönlendirilecek? nietzsche’nin dediği gibi tanrı yoksa her şey serbesttir. niye? zira en üst denektaşı yok. hangi nispi hakikate ve akıl yürütmeye dair beni yapmak istediğimden vazgeçireceksin ki? sorarım sana (vuruculuk dozunu ve naifliği artırmak için birebir). insanlık, yaratıcılık bunlar boş mefhumlar. bunlarla gelme. bu noktada aydınlanmacıların içine düştükleri açmaz sonradan jakobenizmle kendine cevap bulabildi. jakobenizm, karşıtı olduğu dinin tüm menfi uygulamalarını anımsatır biçimde engizisyonvari eylemleriyle aydınlanmayı tüm dünya sathına yaymaya cehdetti. tarihsel olarak dar anlamdaki jakobenizm değil bahsini ettiğim, daha geniş anlamdaki jakobenizm. avrupa merkezcilik. çevre-merkez gibi. oryantalizm gibi.

    bu husus tarihin muhteşem paradokslarından birini oluşturur. zira radikal şüphe, bilimsellik olarak tesmiye edilen yeni bir kesinlik biçimi için gerekliydi de. iyi bilim adamı tüm hipotezleri test etmeye, geleneksel düşünceye meydan okumaya, gerçekliğe (truth) yakın olmaya gönülden bağlı birisiydi. eğer nihai gerçeklik, dinsel düşünürlerin iddia ettiği anlamda, bilim adamları tarafından erişilemez ise böylesi daha iyiydi. bilimin gücünün, her daim sınırlarından haberdar olmasından, bilginin biteviye gelişmesinden, sürekli değişimin etkisine maruz kalmasından, asla mutlağa kapılmamasından ileri geldiği fikri yaygınlık kazanmaya başladı. zira bilgi kanıta ve akla/sorgulamaya bağlıydı. onun düşmanı ancak keyfi bir otorite olabilirdi. bilindiği gibi bilim de özellikle pozitivizm’le tüm alternatif metodolojik yaklaşımları etrafından uzaklaştırarak mutlağın yeni adresi haline geldi daha sonraları. auguste comte bu yeni dinin bir peygamberi olarak selamlandı sonraları. hatta bu yolda mütevazi bir katkı kabilinden bilimsel kiliseler bile inşa edildi. brezilya bayrağı hakkındaki bir yazımda daha evvel buna değinmiştim. bilimin mutlaklaşmasının, yeni bir iktidar alanı olarak belirmesinin analizini sonradan michel foucault, thomas kuhn, feyerabend gibi yazarlar tafsilatlı olarak yaptılar. özellikle türkçe’de yayınlanmış michel foucault’un ders özetleri bu meyanda önemli ve mücmel izahatlar ihtiva eder.

    17. yy’da rené descartes adıyla meşhur bir adam ortaya çıktı. skolastiklerin yaptığı gibi aklı, inancını payandalamak için kullanmaya girişti. fakat daha önce uygulandığından daha bir ihtimamla yaptı bu işi. boş bir tahta levhayla girişti bu işe tabiri caizse. minimum düzeydeki bilgiyle. varlığına dair bilgiyle. cogito ergo sum. bundan yola çıkarak descartes, hristiyanlığın top yekün savunmasına dair yol yordamını yeniden ele aldı. kendinden başlayarak, evrene ve evrenden de tanrıya ulaştı böylelikle. ne var ki descartes gibi bir dahiyi devirerek kendilerine makam ve mevki edinmeyi düşlediler. hani öyledir ya sözlükte de bazı gerizekalılar ortaya çıkıp en iyi yazarlara laf sokarak sanal alemin herhangi bir mekanında sanal biçimde yükseleceklerini sanırlar ya sessiz ve nick altı girileriyle sesli çoğunluğun nazarında. hatta daha da edepsizleşerek ve pespayeleşerek sözüm ona ayarcılığına dair kendi namını içeren başlıklar bile açarlar. o tür başlıklar bile rezaletinin ve kokuşmuşluğunun nişanesidir ama farkında değilmiş rolünü keser o yüzsüzler. neyse bu vesileyle de sözlüğün kanayan bir yarasına tuz basmış olduk. devam ediyoruz. descartes’in fikrini çürütenler onun başlangıç noktası olan benlik kavramını bile nasipsiz bırakmadılar. kısmetine düşen payını da ulaştırdılar ona. ne var ki descartes bir gezegendir diğerleri ise aciz birer peyk. onun zamanından 20.yy’ın başlarına kadar felsefe tarihi kısmen de daha hünerli mantığın her seferinde daha azı ispatladığı bir hikayedir ta ki ludwig wittgenstein’a kadar. zira wittgenstein, felsefenin en temel umdelerini yıkmakta başarıya ulaşmıştı. batı’nın felsefe ve bilim gibi alanlardaki ilerleyişi bitmek bilmeyen bir rövanşlar silsilesini hatırlatır.
    fakat bu öykü başka bir yazının konusudur. burada bizler, mantığın hakikate doğru ilerlemeyi temin eden muhkem bir cadde-i kübra gibi göründüğü süreçteki erken aşamalarla alaka içindeyiz. emin olun ki mantık tek başına her tür absürd fikri savunmak için istimal edilibiliyordu. aydınlanma düşünürleri bu nedenle mantığın, septisizmin ve özgürlüğün lehine; aklı selimden, gözlemden ve kendi teyid edilmiş önyargılarından oluşan akıl denen şeyle birleştirilmesi gerektiği fikrinde ısrar ettiler. akıl olmasa mantıksal zırvalarla mantığın kıymeti, aklıliğin kıymeti iyiden iyiye azalıyordu zira.

    şu ana değin inaktan ve bağnazlıktan yola çıkan düşüncenin incecik ve küçük katrelerine yoğunlaştık. 17. asra (iktidardakilerin farklı düşünenlere karşı yürüttüğü) karalama ve sindirme kampanyası, din savaşları ve emperyal fetih dalgaları gibi olgular damgasını vurdu. kanın ve gözyaşının hükümran olduğu bir yüzyıldı bu. protestanlar ve katolikler birbirini şeytanın takipçisi olmakla suçlarken insanlar yanlış kiliselere intisap ettiği, yada hiçbir kiliseye intisap etmediği için hapsediliyordu. kurtuluş yoktu. bitaraf olanla olmayan birdi bertaraf olma hususunda. adamlar eşitlikten taviz vermiyorlardı. tüm yayınlar, broşür olsun ya da akademik yayın olsun hiç fark etmez, sıklıkla el ele veren kilise ve devletin ön sansürüne tabiydi. özellikle batı yarıküresinin geniş ve büyük tarımsal işletmelerinde kölelik geniş biçimde uygulanıyordu. tüm bu vahşetlerin hepsi ise sıklıkla dini argümanlarla savunuluyordu. herhangi bir orta çağ kralından daha muzzam güçlerle hareket eden monarkların despotizmi “kralların tanrısal hakkı” doktrini tarafından destekleniyordu. kitab-ı mukaddes’ten alıntılar yaparak, onları bir tramplen tahtası olarak kullanarak devrime karşı tanrının nasıl tiksindiğini göstermeye çalıştılar krallar. kargaşa çıkaranların sözcüleri ya da tanrı hakkında küfredenler kendilerini bir anda demir parmaklıkların arkasında buluverdi. hatta idam da edildi bazıları. kilise ve devletin ikiz otoritesine meydan okumaya çabalayan teşekküllerin hemen tamamı yasaklandı. marx ve takipçilerinin afyon olarak niteledikleri din işte bu dindir. zulme alet olan zalimi meşrulaştıran, mazlumu ise zühd bir halde boyun eğmeye çağıran din olmayan din. ezilenleri sessizce tevekküle mahkum eden ve egemenlerin keyiflerine göre eğip büktükleri din. olaya bu açıdan bakıldığı vakit marx’ı yadırgamak mümkün değil. ne var ki tarihsel bağlarından koparıp sözü çürütülemez bir postulat haline getirmek akıl almaz, izan kabul etmez tam bir ahmaklıktır. sonradan nietzsche’nin “tanrı öldü” dediği de yine bu zulme perdedar ve sponsor olan bu dinin tanrısına dair kat’i bir tespit kabilinden açıklamadır. daha evvelki bir yazımda dinin nasıl çarpıtılıp işlevsel bir araç haline getirilişine, iktidarın kontrolü altındaki serencamına değinmiştim. devrimden memnun devrimci en büyük muhafazakar haline gelmişti yine. demek ki bir şeyler hakkında konuşurken konteksi anlamak ve anlamlandırmak kaçınılmaz bir zorunluluk. ezbere konuşmamak ve boş lafazanlıklar üretip önce kendimizi ve sonra da kendimizden başkalarını kandırmamak için böyle yapmak zorundayız. bu konuda bu kadarcık açıklama ile iktifa ederek devam edelim isterseniz. orta çağdakiyle rekabet edecek düzeyde dogma ve tahammülsüzlük gırlaydı bu dönemde. ne var ki modern devletin ortaya çıkışı tiranlığı daha etkin ve daha güçlü kılmıştı. modern devletlerin hemen hemen hepsi en azami biçimde merkeziyetçi ve otoriter devletlerdi. hatırlanacağı üzere bu devletler feodalizmin dağınık ve parçalanmış yapısına bir tepki sonucu oluşmuştu. modern siyasetin machiavelli’nin prens kitabıyla teorik alt yapısının sağlam ve çığır açıcı bir zemin edindiğinden bahsedilir. bilindiği üzere il principe adlı eserinde machiavelli siyaseten kaskatı bir tahakkümün reçetelerini sunar. eserden machiavelli’nin aristo’nun siyaset konusundaki soğuk ve insanilikten vareste duruşunu tevarüs ettiği izlenimi edinilir. tabi ki var olan tohumun neşvü nema bulmasını sağlamış ve ona semeredar yeni yönler eklemişti o da. değil mi ki machiavelli de italyan şehir devletlerinin biteviye çatışmasının, sürekli bozulup yeniden oluşturulan güç dengelerinin oluşturduğu acımasız ve amansız bir çağın çocuğuydu. statejliğini bu siyasi ve toplumsal iklime borçludur elbette.

    çok sayıda avrupalı’nın er ya da geç mutlak gerçeklik adına yürütülen böylesi savaşlardan ve baskıdan bitkin düşeceği açıktı. buna ilaveten, protestanlık ve katolik kendi kilise düzenlerini üreterek yek diğerine silahlarını yöneltmişti. her biri de kendisinin münhasıran sırat-ı müstakimde olduğu iddiasını dillendiriyordu. böyle bir ortamda insanların her iki inanca burun kıvırmaları gayet de doğaldı. sonraları insanlar bu nedenlerle luther ya da calvin’in kesinliğinden çok montaigne’in septisizmine prim vermeye başladılar.
    bu arada, avrupa’da diğer etkin güçler işbaşındaydı: bu entelektüel trendlerle derin biçimde karşılıklı etkişim halinde olan ekonomik güçler.

    ortaçağın son dönemlerinde, köylüler kırsal tarım arazilerinden daha fazla özgürlük ve zenginlik bulmak amacıyla kentlere göç etti. bok vardı sanki kentlerde. rönesans boyunca ticaret ve iletişim gelişirken, şehirlerde ikamet eden sokaktaki insan bazı şeylerin alışılan biçimde gelişmeyeceğini anlamıştı artık. yeni haklar bildirgesi kaleme alınabildi. yeni hükümetler şekillendi. yeni yasalar geçti. yeni işler ortaya çıktı. her bir krallık gelenekten gelen destek iddiasıyla iktidarını istikrara kavuşturmak için müessesesini çarçabuk değiştirse de, değişime yönelik baskı artmaya devam etti. yetinmek yoktu. geriye dönüş de... zira et yemeye alışmış it ot yiyemezdi. yalnızca, avrupa’yı etkileyen yabancı kültürel kalıplarla bağlantılar kurulmuyordu. ayrıca asya ve kuzey/güney amerika’dan zenginlikleri avrupa’ya taşıyan yeni bir tüccar sınıfı da ortaya çıkmıştı. bu tüccar sınıfı, gücü toprak sahipliğine dayanan eski aristokrasinin yerini peyderpey almaya başlamıştı. bu tüccarların üzerinde yaşamak istedikleri dünyaya dair farklı bir tahayyülleri vardı. nitekim, hemen her alanda sanatta, hükümette, ekonomide değişimin en önemli müsebbibi oldu bunlar.

    geleneksel aristokların tevarüs edilmiş zenginliğinden farklı olarak tabiatıyla kazandıklarının bireysel becerilerinin ve çok çalışmalarının neticesi olduğu konusunda kani idiler bu tüccarlar. miras değil lan bu şerefsiz, alın teri diyorlardı aristokrasiye. aristokrasi mirasyedi konumunda eziklik içinde naçar debelenip dururken burjuvazi kendi çaba ve hüneriyle elde ettiği zenginlikle mutantan ve muhteris nutuklar çekerek zafer sarhoşluğunun keyfini sürüyordu. bireysellik, rönesans döneminde sanatkarlar, alelhusus görsel sanatkarlar tarafından en çok altı çizilen şeyken, şimdi artık en merkezi değer halini almıştı. bireysel çabayla dünyayı dönüştürme kabiliyeti, günümüze kadar süren avrupai bir dogma haline geldi.

    ne var ki tüccar sınıfının avrupa’yı yeniden şekillendirmede karşılaştığı belli başlı engeller rasyonalist filozoflarınkiyle aynıydı: mutlakçı krallar ve dogmatik kilise. mücadele karmaşık ve çok yönlüydü. fakat genel eğilim açıktı: bireyselcilik, özgürlük ve değişim avrupai merkezi değerler olarak toplum, otorite ve gelenekle yer değiştirmişti. din, zayıflasa da ve sıklıkla bilinen anlamından daha farklı bir hale dönüştürülse de varlığını devam ettirdi. monarşi, 18.yy’ın ortalarından başlayarak sonraki yüzyıllarda soluk bir gölge misali giderek önemini yitirdi.

    yukarda bahsi geçenler 18. asır aydınlanmasının kısa bir arka planıydı. avrupalılar değişiyordu, fakat avrupa kurumları bu değişime ayak uyduramıyordu. dünyanın farklı yerlerinde hristiyan olmayan ve asla olamamış o kadar insan yaşarken; kendi sınırları dışında yaşayan herkesi lanetleyen kilise hakikatin tek kaynağı olduğu yönündeki ısrarını sürdürüyordu. oysa bu insanlar avrupa’ya esin kaynağı olan muhteşem uygarlıkları inşa etmişti.

    en önemlisi, burjuvazi olarak ifade bulan orta sınıflar, topluma değer adına hiçbir şey katmayan inanılmaz derecede pahalı aristokrasiye sponsor olmak üzere vergi ödediğini acı biçimde fark etti. üstüne üstlük bu yararsız aristokrasi, esasen ulusal zenginliği üretenlerle gücünü paylaşma konusunda gönülsüz davranıyordu. burjuvazi fransa’da ataları gibi yaşayan ve ataları gibi düşünen yoksul kitleler arasında ittifaklar kurmaya hazırdı. bu yoksul kitle de her geçen yıl versay’da yaşayan birkaç bin aylağı finanse etmek üzere yüksek ve daha yüksek vergiler ödediğinin farkındaydı. dolayısıyla bu ittifak kaçınılmaz gibiydi.

    ilginç bir biçimde, aylak aristokratların arasında fransız aydınlanma filozoflarının ilk ve en şevkli takipçileri de vardı. kilise ve devletin birbiriyle gerçek anlamda bir ittifak yapmaktan çok çoğu kez beraber hareket etmesi gerçeğine karşın her ikisi de birbirlerinin keskin farklılıklarından bigane değildiler. hatta krallar bazen kilisenin otoritesini sarsacakmış gibi duran argümanlar tarafından cezbedilebildiler. aristokratların kendi pozisyonlarının sallantılı haline son derece bigane kalmaları gerçeği onları aşırı bir güven halkasına hapsetmişti. üstüne üstlük de yeni fikirlerle kısmi ve naif biçimde ilgiliydiler de. zira yeni fikirler yeni olmasından başka heyecan vericiydi. hulasa, aristokrasi kendisine karşı gelişen havanın içindeki kükürtü koklayamadı. soluduğu bu hava ise sonunu getirdi.

    voltaire bu aristokrat çevrelere kolaylıkla girdi çıktı. onların masalarında akşam yemeklerine iltihak etti. namlı bir metres edindi. monarklarla uzun mektup trafiği yaşadı. voltaire diktaya ve dogmalara muhalifti muhalif olmasına da ancak gözden düşmüş atina budalalığının ve dolayısıyla demokrasinin yeniden keşfedilmesi fikrini benimsemiyordu. bu nedenle voltaire sokaktaki sıradan insana ilişkin azla yok arası bir inanca sahipti. kısacası sıradan insana pek itibar etmiyordu. eğitimli ve sofistike insanlara güveniyordu. aklın devreye girmesiyle ihtişamlı biçimde gelişecek dünyayı bu insanlar inşa edecekti ona göre.

    tüm aydınlanma düşünürleri voltaire’e benzemiyordu pek tabi ki. voltaire’in başta gelen muarızı jean-jacques rousseau idi. küçükken ona biz cıncık ruso diyorduk. rousseau aristokratlara değişme yönündeki en büyük engel olmalarından değil de onların geleneğin temiz, nazik değerlerine ihanet ettiklerine inandığından ötürü güven duymuyordu. aman ne gam! külahıma anlat diyorum rousseau’ya. ona buna değerleri alet etmezseniz çatlarsınız zaten. rousseau voltaire’in can damarı olan tiyatroya karşıydı. voltaire’in sırnaştığı, dirsek temas halinde olduğu aristokrasi’den uzak durdu. demokratik devrim gibi tehlikeli fikirleri ileri sürme cüretkarlığını gösterdi bir vakitler. voltaire eşitliğin imkansızlığını ileri sürerken, rousseau ise eşitsizliğin doğaya aykırılığından başka toplumsal anlamda kabule şayan hükümetin de eşitle mümkün olacağı fikrinde ısrarcıydı. voltaire kendi espritüelliğinin büyüsüne kapılmışken, rousseau kendiyle çelişki halindeyken bile zorlukla kendi doğruluğunda, hakikatşinaslığında ısrarcı olurdu. voltaire aklın üstünlüğüne vurgu yaparken, rousseau heyecanların ve romantizmin altını çiziyordu. ve yine voltaire durmadan bir elin parmaklarını geçmeyen en temel aydınlanma nosyonlarını yinelerken, rousseau her yönden orijinal fikirler üretiyordu: eğitim, aile, hükümet, sanat ya da ilgisini çeken başka her neyse onda.

    kişisel farklılıklarından dolayı, ikisi de kabul etmeyi seçtiklerinden daha fazla değeri paylaştı. her ikisi de mutlak monarşiyi tehlikeli ve kötü olarak görüyordu ve ortodoks hristiyanlığa (ortodoks kilisesi ile alakası yok bu ortodoksun) karşıydılar. rousseau çoğu zaman daha inançlı görünmek için mücadele etmesine karşın, en az voltaire kadar da şüpheciydi. her ikisini paylaştığı minimalist inanç deizm idi. deizm nihai olarak avrupa’daki dini anlayışı dönüşüme uğrattı ve toplumun diğer yönleri üzerinde de son derece güçlü etkilere sahipti.

    not: devam edilse fena olmaz.
hesabın var mı? giriş yap