• modern türkiye’nin şifresi /ittihat ve terakki’nin etnisite mühendisliği (1913-1918) adındaki yeni kitabı çıkmış olandır. hacimli olduğu kadar heyecanlı bir kitaptır da.

    http://www.iletisim.com.tr/…isim/book.aspx?bid=1405
  • mühendislik eğitiminden gelmesine rağmen aradaki farkı kapatmakla kalmayıp ecole des hautes etudes en sciences sociales'de doktora yapmış ve buradaki çalışmasını modern türkiye'nin şifresi adıyla kitaplaştırmıştır. berrak zihniyle, soğuk kanlı yaklaşımlarıyla, arşivlerin altını üstüne getirmesiyle, belgelere getirdiği sahih yorumlarıyla ve belgelere bakış açısıyla dikkatimizi çekmiştir.

    ittihat terakki'nin etnisite mühendisliği yaparak anadolu'yu türkleştirme faaliyetlerinin sebep olduğu katliamları, özellikle ermenilere yönelik organize katliamları, bunun arkasındaki milliyetçi ideolojiyi, harita ve vatan mühendisliğini, bu kanlı projenin saiklerini net ve bir şekilde anlatmıştır kitabında. bu önemli ve tehlikeli meseleyi, vicdanına ve yönteme sadık kalarak yazmıştır.

    19. ve 20. yüzyıl tarihimizin kanlı ve karanlık pasajları üzerine daha da yazması dileğiyle.
  • fuat dündar tarafından gönderilen cevap metni:

    "tarih ve toplum yeni yaklaşımlar • sayı 9 • güz 2009 • ss.227-246.
    aktar ve kırmızı’nın eleştirisi vesilesiyle: algılama ve ölçüyü tutturma sorunu
    fuat dündar

    kitap eleştirisi yazmak zor. yıllarını vererek bir eser ortaya koymuş ve eserinin her karışını çok iyi bilen bir yazarı eleştirmek, sadece bilginizin değil, algılama kapasitenizin, ölçme duyarlılığınızın kamuoyu önünde ölçülmesine vesile olur. tarih ve toplum’un geçen sayısında ayhan aktar ve abdülhamit kırmızı tarafından, modern türkiye’nin şifresi: ittihat ve terakki’nin etnisite mühendisliği adlı kitabıma yönelik bir eleştiri yazısı yayımlandı.1 esasen aktar’ın kaleminden çıktığı (bilgi düzeyi, üslup ve referansları itibarıyla), kırmızı’nın katkısının daha çok osmanlıca belge okuma ile sınırlı kaldığı anlaşılan bir eleştiri idi. daha çok üç konuya odaklanıyordu: türk-yunan mübadelesi, osmanlı devlet aygıtının mükemmel işlemediği hususu ve taner akçam’ın kitabına yönelttiğim eleştiri üzerinden ermeni tehciri. tevazu meselesi eleştirmenlerin çıkış noktası kitabımın önsözünde yer alan ve çalışmamın özgünlüğüne yönelik şu ifademe dayanmaktaydı:
    “çalışma yürütülürken ve analizler yapılırken gerekli olan tevazuyu, sonsözde, bu noktada ne yazık ki gösteremiyorum. bu çalışmada yayımlanan belgelerin ezici bir çoğunluğu ilk defa gün yüzüne çıkmıştır. özellikle haritalar, nüfus verileri ile kürtlere yönelik sosyolojik anketin genel geçer söylemleri alt-üst edecek önemde belgeler olduğuna inanıyorum. ancak bu çalışmayı özgün kılanın bulunan belgelerle sınırlı olmadığı, öne sürülen tezlerle de bu özgünlüğü hakettiğini düşünüyorum. temel tezim; istatistik, matematikin etnik sorunlarda temel rol oynadığı yönünde olmakla birlikte, ayrıca bu çalışmanın her bölümünde özgün tezler de
    ileri sürülmüştür: ermeni katliamının dereceli tırmanan tehcirin bir –kaçınılmaz değil ama– sonucu olduğu; 1922 yunanistan ile yapılan mübadele projesinin ittihatçı ama kadük kalan bir proje olduğu; kürtlerin asimilasyonunun gökalp’ın çerçevesini çizdiği günümüz türk milliyetçiliğinin kurucu bileşeni
    olduğu; ittihatçıların yahudilere ve filistin meselesine bakışında da tehcirin merkezi bir yer tuttuğu, osmanlı devletinin müslümanları (da) etnisitesine göre kayda geçirdiği; nüfus sayımlarının cemaatlerin devlete katılım oranını belirlemede önemli işlev gördüğü; türk resmi ideolojisinin bugün ermeni ve kürt meselesine bakışının savaş yıllarında oluşturulmuş propaganda menşeli bir söyleme dayandığı vs. vs.”
    bu ifadem eleştirmenlerin, yazı boyunca tutturdukları üslup ve adaplarını da belirlemiştir. şöyle diyor eleştirmenler:
    “akademik dünyada bir ruhban sınıfı yoktur, ama ‘hoca-talebe’ veya ‘usta çırak’ ilişkisine dayanan bir hiyerarşi geleneği vardır. bu geleneğin henüz bozulmamış bir özelliği de akademik çalışmalarda mütevazı, saygılı, okuyucuyu ezmeye çalışmayan bir üslup kullanmaktır” (aktar-kırmızı, s. 159).
    usta-çırak meselesine makalenin sonunda döneceğim. ancak tepkilerini çeken ifadem konusunda bir-iki noktayı vurgulamak isterim. abd’de hâkim akademi dünyasının geçer akçe rekabet kültürüyle tanıştığım günlerin etkisini taşıyan ve önsözde içinde “tevazu” geçen ilk cümlemin gereksizliğini görüyorum. o cümle ile, doktora tezimin orijinalliğine olan inancımı dile getirmiştim. eleştirmenlerin bu cümleye ve tevazu kelimesine dikkat çekmesi yanlış değil. ancak sorun, –neredeyse– tüm eleştirilerini bu ifademe yasladıkları ve en önemlisi de bu kısa ifadeyi de tam olarak algılayamamaları nedeniyle ortaya çıkıyor. arşiv ve literatür arasında eleştirmenler kitabımın giriş kısmının, yani problematiğin şekillendirildiği bölümün yetersiz olduğunu öne sürmektedirler. kitapta yer yer belirtilse ve genel formatından anlaşılsa da, çalışmama ilişkin bazı noktaları, okuyucunun neyi tartıştığımızı daha açık anlaması açısından burada bir kez daha vurgulamam gerektiği anlaşılıyor.
    çalışmamın temel amacı; arşiv belgelerine dayanarak, ittihat ve terakki cemiyeti’nin anadolu’nun türkleştirilmesi ve islamlaştırılması amacıyla 1913-1918 yılları arasında hayata geçirdiği nüfus politikasını kürt, ermeni, yahudi, rum, süryani/nasturi ve bulgar nüfusu özelinde gözler önüne
    sermekti. bir dönemi arşiv malzemesi üzerinden resmetmek istememin üç temel gerekçesi vardı. birincisi, belgelerin büyük bir kısmının bugüne dek açığa çıkarılmamış olmasıydı (özellikle dh.şfr ve dh.eum.klu). ikincisi, benim formasyonum ve tercihimle ilgiliydi. mühendislik eğitiminden gelmiş biri olarak, dönemi –aracısız– anlamaya çalışmıştım. bu hem benim için bir eğitim süreciydi ve hem de hata yapma riskimi azaltacaktı. üçüncüsü ise, türkiye’nin geniş bir kesiminin ve özellikle aydınlarının tarihin sorunlu meselelerinde oldukça hassas olmaları ve tarihsel yaşanmışlık karşısında bilgilenme ve kabullenme zorluğu içinde olmalarıydı. bu nedenle mümkün mertebe çok sayıda katalog tarayarak ve önemli belgeleri tesbit ederek, gerçekleri çıplaklığıyla “okumak”, “okutmak” ve onlardan bir sonuca varmak tercihimdi. çalışmamın, değerini kendi kalem kıvraklığımdan, teorik ve retorik gücümden ziyade, belgelerinin tuttuğu aynadan almasını
    istedim. bu gerekçelere, bir dördüncüsünü, üzerinde çalıştığım dönem ve konuyla ilgili literatürün epeyce bir kısmının objektiflikten uzak çalışmalar olduğu gerçeğini de ekleyebilirim. çoğu, soğuk savaş dönemi tezlerini içinde taşıyan, kamplara bölünmüş tarihçiliğin izlerini taşımaktaydı. arşiv
    çalışmasına öncelik ve ağırlık vermemin en önemli nedenlerinden biri, böyle bir literatürün olumsuz potansiyel etkisini en aza indirgemekti. kapsamlı bir arşiv çalışmasıyla tarihi örmeye, yeniden inşa etmeye çalışma yöntemimin, tüm eksiklerine rağmen, argümanlarımın temellerini daha sağlam
    kıldığına inanıyorum. arşiv çalışmasının ne kadar nankör olduğunu tarihçiler iyi bilir. taradığınız
    yüzlerce, binlerce arşiv malzemesinden sadece küçük bir oranı işinize yarar. üstelik istatistiği de kapsama alanına almışsanız işiniz bir kat daha zorlaşır. özellikle dh.eum.klu kataloğundan elde ettiğim ve ilk defa günyüzüne çıkan gizli nüfus sayım verilerini işlemek ve anlamlandırmak epeyce zamanımı aldı. bu yüzden, sınırlı bir zaman içinde bitirilmesi gereken doktora tezimde diğer akademik çalışmalara daha az zaman ayırabildim. çok zengin ve kaliteli eserlerin olduğu mevcut literatür konusunda bilinçli olarak seçici davrandım; bu eserlerin en önemlilerine ve doğrudan konuyla ilgili olanlarına atıfla yetindim. bu süreçte bazı çalışmaları gözden kaçırmış olduğum doğrudur; ancak kaçırdıklarım arasında en çok hayıflandığım eleştirmenlerimin ısrarla vurguladıkları “ustalar”ınkiler değil, yeni çalışmalar oldu; erol ülker,2 aslıhan gürbüz,3 howard eissenstat,4 louis fishman,5 ryan scott gingeras6 gibi. belirtmem gereken diğer bir nokta da, ele alınan konunun ve malzemelerinin çok geniş olması yüzünden birçok meseleyi çok kısa ve özlü biçimde anlatmak zorunda kalmamdır. daha fazlasını bir kitabın sınırlı hacminin kaldırması da çok zordu zaten. örneğin kitabımdaki ermeni bölümü, daha geniş bir tarihsel perspektiften doktora sonrası ele alınmıştır ve önümüzdeki günlerde yayımlanacaktır.7 bununla birlikte, mevcut literatür konusunda seçici davranırken, asıl kaynaklara gitme, onları okuma konusunda ısrarlı bir titizlik gösterilmiştir. örneğin, ziya gökalp milliyetçiliği ile ilgili yüzlerce teorik çalışma vardır. ama
    bunları tek tek okumaktansa, gökalp’in orijinal metinlerine gitme yöntemi tercih edildi. bu tarzın, çalışmamı yeterli kılmadığını biliyorum; ancak önemli bir eksiklik de yaratmadığını düşünüyorum.
    eleştirmenlerimin, kullandığım terminoloji konusunda yetersizliğimi ileri sürmelerinin, bu konuda tüketici bir literatür özetlemesine ve tartışmasına girmeyişimi eleştirmelerinin gerisinde, sanıyorum bu çalışma yöntemimi ısrarla anlamamaları geliyor. buna rağmen, “sosyal mühendislik”, “nüfus mühendisliği” gibi terimler konusunda kitabımın 27-40. sayfalarında ve yeri geldiğinde, birçok fırsatta literatür ile yüzleştiğimi de görmeleri gerekirdi. belki gerektiği kadar cümleleri uzatmadım ama, aşağıdaki örnekte de görecekleri gibi, yeterince kapsayıcı olduğunu düşünüyorum. kitabımın
    bir yerinde şunu yazmışım:
    “bugüne kadar literatür, nüfusun iktidar tarafından etno-politik amaçla sevk ve iskânını, nüfus savaşı (demographic warfare), sosyal mühendislik (social engineering) ve nüfus mühendisliği (demographic engineering) olarak tanımlamıştı. ancak bu tanımlardan ilki, bu çalışma savaşa katılmayan unsurları
    da içerdiği için; ikincisi bir bütün olarak tüm kamusal alanın iktidar tarafından nasıl ölçüldüğünü ifade ettiği için ve üçüncüsü de nüfusa ilişkin tüm istatistiksel müdahaleyi (doğum politikaları vs.) anlattığı için uygun değildi.
    hiçbiri, bu araştırmada ele alınan fenomeni tam ifade etmediğinden, etnisite mühendisliği teriminin daha uygun olacağı düşünüldü. mühendis, arapça kökeni ‘hendese’, yani ‘matematik’ten türeme. aynı zamanda engineer latince ingen’den türüyor, yani savaş aracı kökenine sahip. bu iki köken, ittihatçı operasyonu mükemmel şekilde özetlemektedir. her şeyden önce, ittihatçı operasyonun matematik bir operasyon olduğunu ve ittihatçıların sevk ve iskâna sadece türkleştirme aracı olarak değil, bir savaş aracı, bir savaş stratejisi
    olarak başvurduğunu anlatması bakımından tercih edilmiştir.”8
    eleştirmenler “bu konuda yazan tarihçilerin yazdıklarına referans vermekten kaçınıyor,” iddiasında bulunup, “nüfus mühendisliği” temelinde 1918-1923’e bakan biricik çalışmanın sahibi olan nesim şeker’in sadece bir makalesini örnek vermektedirler.9 oysa, nesim şeker’in asıl çalışması olan doktora tezini (ethnic conflicts in anatolia and the establishment of the turkish republic (1918-1923)) kullanmış ve ilgili yerde, daha 3 no.’lu dipnotta göstermiştim. ancak burada daha önemli bir okuyamama durumu söz konusu. çalışmamın terminoloji konusundaki katkısı ve orijinalliği yukarıdaki kavramsallaştırmalar değil, bilhassa vurgu yaptığım “etnisite mühendisliği” kavramıdır.
    eleştirmenlerimin, kitabımın alt başlığı olacak kadar ısrarla vurguladığım bu terim üzerinden konuştuğumu, ve bunun yukarıdaki “mühendislik”lerden farklı bir boyuta işaret ettiğini görmemek ve anlamamaktaki ısrarlarını izah etmek mümkün değil. benim etnisiteye vurgu yaptığım çalışmamın kavramsal çerçevesini “sosyal” ve “nüfus” mühendisliği terminolojisi üzerisinden eleştirmeleri sadece kendilerinin bu konulardaki temel zaafiyetine işaret etmiyor, çalışmamdaki
    etnik nüfus sayımları ve haritaların gerisindeki temel zihniyet ve politikaya dair dile getirdiğim bütün tespit ve argümanlarımı da görememelerine, okuyamamalarına yol açıyor. beni okumamışlar, bildiklerini okumuşlar. etnik milliyetçiliğin görünümleri eleştirmenler argümanlarımın orjinal olmadığina dair eleştirilerine, ziya gökalp ve türk milliyetçiliğine ilişkin tespit ve değerlendirmelerimle başlıyorlar.
    şöyle diyorlar: “2008 yılında çok önemli bir bulgu gibi bize sunmuş olduğu,
    ‘türk milliyetçiliğinin etnik bir milliyetçilik’ olduğu tespitinin başkaları
    tarafından kendisinden en az on yıl önce yazılmış olduğunu bilmesi gerekirdi
    diye düşünüyoruz.” (s. 160). eleştirmenlerim ne yazık ki yine argümanımı
    anlamamışlar. anlayamadıkları gibi, okuyucuya da eksik aktarmışlar. aşağıya eleştirmenlerin cümlelerimden alıntı yaparken okuyuculardan sakladıkları
    kısmı bilhassa vurgulayarak bu konuda söylediğimi aktarıyorum:
    “türk milliyetçiliğine ilişkin çalışmalarda da, daha çok gökalp metinlerine
    ve resmi devlet söylemine bakılarak, türk milliyetçiliğini sivil milliyetçilik
    olarak tanımlama eğilimi ağır basar. üzerinde yaşanan ortak vatanı esas alan
    sivil milliyetçilik ile ortak geçmişi esas alan etnik milliyetçilik arasında ilk
    gruba türk milliyetçiliği dahil edilmeye çalışılırken şifreli telgraflarla gerçekleşen
    boyut gözardı edilir. ancak bu çalışmanın temel dayanağı olan şifreli
    telgrafların gösterdiği gibi, ittihatçı türk milliyetçiliğinin operasyonel hali,
    derin devlet tahakkümündeki eylem hali, etnik bir kaygı/karakter taşımaktadır.”
    (s. 441)
    yani argümanım, aktar-kırmızı’nin aksettirdikleri gibi “türk milliyetçiliğinin
    etnik bir milliyetçilik olduğu değil” –ki zaten koca bir literatür bunu
    benden önce savunmuştu–, türk milliyetçiliğinin görünen halinin ve teorik
    metinlerinin “civic” milliyetçilik, gizli ve operasyonel tarafının ise etnik karakter
    taşıdığı yönündeydi. ayrıca şunu da eklemiş, “bugünkü türk milliyetçiliğinin
    devletin stratejik noktalarında veya kritik süreçlerde devreye sokulan
    bir etnisite boyutu” olduğunu öne sürmüştüm. yani, bugüne kadar iddia
    edildiği gibi kesintisiz ve devletin tüm aygıtlarına yayılmış bir türkleştirme
    değil, kriz zamanlarında ortaya çıkan ve devletin stratejik aygıtlarına
    hâkim bir milliyetçilik türünden bahsetmiştim. eleştirmenler bu argümanımı
    da görmezden gelmişler maalesef. civic/sivil tercümesi ve en önemlisi de
    türk milliyetçiliğinin askerî karakteri üzerine diyeceklerim bu makalenin
    hacmini aşacağı için, ileride bir başka makalede ele alınacaktır.
    milliyetçiliği eylem halinde okumak
    eleştirmenler, türk milliyetçiliğine ilişkin analizlerimin sadece milliyetçi
    ideologların teorik metinlerine ve resmî devlet söylemine değil, operasyon
    halindeki metinsel üretimlerine bakarak çözümlenmesi yönündeki saptamamı
    taha parla’nın korporatizm konusundaki değerlendirmesiyle benzeştiriyorlar.
    parla özetle “korporatizm, böyle bir dünya görüşü ya da ideolojinin
    sonucu olan ya da bununla uyum içinde bulunan bir fiili pratikler ve politikalar
    bütünüdür,” demiştir. bense şunu diyordum: “bir milliyetçiliğin sınırları
    son noktada, eyleme geçtiği ana odaklanmalı, icrası sırasındaki metinlere
    dikkat edilmelidir. bu çalışmanın hazırlanması aşamasında, ittihatçıların
    operasyon sırasındaki metinlerine, icraatlarına bakarak milliyetçiliklerinin
    sınırları anlaşılmaya çalışılmıştır”( s. 441). parla ile aynı şeyleri söylemediğimiz
    açıkken, eleştirmenlerin parla’nın korporatizm bahsinde söylediklerinin benim saptamamı benden çok önce dile getirdiği iddiasını anlamak
    mümkün değil.
    eleştirmenlerimin, “eğer, ziya gökalp üzerine kendisinden önce yazılanları
    daha dikkatli okumuş olsaydı” sözleriyle yönelttikleri suçlama aslında
    benim aktar’ın “cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulanan ‘türkleştirme’ politikaları”
    başlıklı makalesinde yer verdiği gökalp’in ekonominin millileştirilmesine
    yönelik görüşlerinin kısa değerlendirilmesine gönderme yapmamış
    olmamdan kaynaklanmaktadır. taha parla’nın korporatizmle ilgili çalışmasına
    gerektiği yerde atıfta bulunduğum kitabımda,10 aktar’ınki de dahil
    benzer kısa değerlendirme yazılarına atıfta bulunma gereği duymadım.
    üstelik, içeriği ile başlığı uyumsuz olan aktar’ın makalesi esasen ekonominin
    millileştirilmesi gibi tezimle alakalı olmayan bir boyutu ele alan bir makaleydi.
    öyle bile olsa, eleştirmenlerimin aktar’ın gökalp’e ilişkin özet tespitlerinin
    gökalp’le ilgili literatürde (taha parla, françois georgeon, hamit
    bozarslan, ziyaeddin fahri) ne gibi orijinalliğinin olduğunu ve benim çalışmam
    açısından değinilmemesinin ne gibi eksiklik yarattığını belirtmeleri gerekirdi.
    iktisadi alanla sınırlı içeriğini başlığa uygun oluşturması halinde, yani
    genel olarak “türkleştirme”yi ele alması durumunda ise aktar, mecburi
    iskân yasası’na bir cümle dahi olsa yer vermeli, gökalp milliyetçiliğine değinirken
    kürt faktörünü işlemeli, cumhuriyet dönemi türkleştirmesinin en
    önemli muhatabı olan kürtlere yönelik nüfus politikasından bahsetmeliydi.
    bu yüzden aktar’ın makalesine, geliştirdiğim argümanlara katkıda bulunacak
    yeni bilgi veya boyut taşımadığı için tezimde ve kitabımda atıfta bulunulmamıştır.
    “prova” mı “kadük kalmış bir proje” mi?
    eleştirmenlerin, gökalp ve türk milliyetçiliğine yönelik tavırlarının bir benzeri
    “1922 yunanistan ile yapılan mübadele projesinin ittihatçı ama kadük
    kalan bir proje olduğu” yönündeki, yine kitabımın önsözündeki ifademi temel
    aldıklarında ortaya çıkıyor. eleştirmenler bu cümlemden yola çıkarak,
    kitabımda yeralan rum bölümünün orijinal olmadığını ileri sürmekte ve
    aktar’ın mübadele ile ilgili makalesinde bu düşüncenin daha önce savunulduğunu
    ima etmektedirler.11 haklı oldukları bir noktayı hemen belirteyim: brüksel’deki toplantının “hayali” olması. evet, eleştirmenlerin izahatlarından
    toplantının yapılmamış olduğu ortaya çıkıyor; bunu benim fark etmem
    gerekirdi. ancak şurası gerçek ki, söz konusu toplantı yapılmamış olsa da,
    osmanlı ve yunan taraflarını bir araya getiren diplomatik girişimlerin yarıda
    kesildiğine dair herkes tamamen mutabık. bu küçük bilgilendirme hatası,
    sonucu etkileyen bir yanlışa yol açmıyor. yazarlar diğer yandan, 1923 yerine
    1922 yazmamdan kaynaklı bir tashih hatası üzerinden gereksiz uzunlukta
    bilgilerini sergilemeyi tercih etmişler.
    eleştirmenler müteakiben, “1914’te “kadük kalan” ama 1923-24 yılında
    gerçekleştirilen mübadelenin kapsam ve uygulama bakımından birbirinden
    ne kadar farklı olduğunu maalesef değerlendirememiş” olduğumu söylüyorlar.
    oysa rumlarla ilgili bölümü okuyup, sadece önsözümdeki ifadeye
    takılmış olmasalardı, benim çalışmamın odağının 1913-1918 döneminde
    rumlara yönelik nüfus politikasını gözler önüne sermek olduğunu görürlerdi.
    1914’te rumların kovulması ile, 1923 mübadelesi’ni kıyaslama gibi
    bir niyetim hiç olmadı. ayrıca, kendilerinin yaptığı kıyaslama da kanaatimce
    yanlıştır. eleştirmenler bu iki dönem ve uygulama arasındaki farklılıktan
    birini şöyle izah ediyorlar: “[1914 mübadelesi] mecburi değil, ‘insanların
    tercihine bırakılmış’ bir mübadeleydi.” (aktar-kırmızı, s. 164). maalesef
    yanlışlar. eğer kitabımı biraz özenle okumuş olsalardı, 1914’te bir mübadelenin
    yapılmadığını, itc’nin en büyük isteğinin zorunlu mübadele olduğunu
    ve bu yönde giriştikleri tüm çabaların sonuçsuz kaldığını, yani kadük
    kalan bir proje olduğunu görürlerdi. iki ülke arasında kurulan ortak
    komisyonun en önemli tartışma konusu, mübadelenin karakteri üzerine olmuştu;
    yunanlılar “gönüllü”, ittihatçılar ise “zorunlu” mübadeleden yana
    idiler. birinci dünya savaşı’nın koşulları nedeniyle, ittihatçılar zorunlu mübadeleden
    vazgeçmek zorunda kaldı ve komisyonun yetki alanı 13 ocak
    1915’te “sadece malların mübadelesi işleri ile sınırlı” tutuldu.12 bu konuda
    eleştirmenlerin neredeyse tek referansı galip kemali’nin anılarıdır; bilgilerini
    bu osmanlı temsilcisinin anılarına dayandırmakta ve her dediğini olduğu
    gibi kabul etmektedirler. oysa çalışmamda farklı ve çeşitli kaynakların
    sunduğu perspektif sayesinde olayların daha farklı geliştiği göstermiştim.
    eleştirmenlerin kitabımda çok önemli bir eksiklik olarak gördükleri aktar’ın
    makalesine bu noktada bir göz atmak kaçınılmaz oluyor.13 söz konusu makale
    1923 mübadelesi bahsinde temel bir eser değildir. aktar bu çalışmasında, 1914’te rumların kovulmasını bir prova olarak görmektedir. benim “kadük”
    dediğime “prova” demiştir. bu ikisinin aynı anlama gelmediği yeterince açık
    değil mi? aktar, rumların itc tarafından kasıtlı şiddet politikasıyla kovulduğunu
    belirtmeyip, karşılıklı bir mübadele tasavvur etmektedir. bunun da gerekçesini
    yunan hükümetinin adalardaki rumca konuşan nüfusun çoğunluk
    olmasını sağlamaya dönük teşvikiyle açıklamaktadır. oysa bu tamamen yanlış
    bir iddiadır. bir, rumlar göçmemiş itc tarafından kovulmuşlardır. iki, adalardaki
    rumca konuşan nüfus zaten ezici bir çoğunlukta idi.14 rum göçünün
    yunan hükümeti tarafından teşviki yönündeki aktar’ın iddiası, çalışmamda da
    belirttiğim gibi, ittihatçı bir iddiaydı. meclis’teki tartışmada bu iddiayı rum
    mebusu da yalanlamıştır. aktar, rumların kovulmayıp göçtüklerine dair iddiasını
    desteklemek için şöyle diyor: çeşme kaymakamının ilçeye “gelişinden
    sonra rum nüfus arasında hareketlilik gözlemlenir ve rumlar ... göçetmeye
    başlar.” oysa yeni kaymakam rumların göçmesine yol açan olayların doğrudan
    sorumlusudur. aktar’ın iddiasının aksine, kendiliğinden bir göç söz konusu
    olmadığı gibi, kaymakam da pasif bir konumda değildir. çalışmamda görüleceği
    gibi 150-200 bin rum’un 1914’te kovulmasında rol alanlardan, olayların
    organizatörlerinden biri de rum bölgelerine atanan vali ve kaymakamlardır.15
    “kümülatif radikalleşme”den “dereceli tırmanan tehcir”e
    okuyucuların bildiği üzere, kitabımın ele aldığı konulardan biri de ermeni
    nüfusa yönelik nüfus ve iskân politikalarıdır. eleştirmenlerim bu konuda yine
    önsözde dile getirdiğim ve ilgili kısımda ayrıntısıyla ortaya koymaya çalıştığım
    “ermeni katliamının dereceli tırmanan tehcirin bir –kaçınılmaz değil
    ama– sonucu olduğu” şeklindeki argümanımı, bloxham’ın şu yöndeki bulgusuyla
    çakıştırıyorlar: “[ermeni soykırımı], bölgesel düzeyde alınan bir dizi
    sınırlı tedbirin, süreç içinde kümülatif olarak radikalleşen bir uygulamaya
    dönüşmesinden ortaya çıktı.” bu iki ifade arasındaki farkı göremedikleri için
    benim bloxham’dan fikir aşırdığımı düşünüyorlar. başta ben bölgesel nedenleri
    değil, merkezin tehcir politikasındaki radikalleşmeyi ele alıyorum. yani,
    tehcirin dereceli tırmandığını söylüyorum, olayların değil. bu konuda bloxham
    dahil akçam, raymond kevorkian, vahakn dadrian, yusuf halaçoğlu,
    esat uras, kamuran gürün vs. gibi diğer eleştirmenlerden farklılaştığım temel
    nokta, tehcirin önce lokal ve komitacıları hedefleyen bir karakterden başlayarak dört aşamadan geçip neredeyse tüm anadolu’yu ve tüm ermeni nüfusunu
    kapsadığıdır. bu noktada tehcirin kendisinin, dereceli artığını ve her
    aşamasının önceden alınmış bir karara dayanmadığını öne sürmüştüm:
    “tehcir için dört önemli tarih verilebilir: ilki 24 nisan 1915 olup çöllere ilk
    sürme kararı; ikincisi 9 mayıs tarihli, van, bitlis ve erzurum’un kısmi olarak
    boşaltılması kararı; üçüncüsü 23 mayıs 1915, kıyı ve rus sınır bölgelerindeki
    6 vilayetin boşaltılması kararı ve sonuncusu da 21 haziran tarihli emir olup
    artık lokal ve bazı vilayetlerle sınırlı olmaktan çıkıp, çoluk çocuk, zengin fakir,
    ‘istisnasız tüm ermenilerin’ sürülmesi kararıdır” (s. 275-276).
    ayrıca, bugüne kadarki çalışmalar 24 nisan 1915’ten sonraki tehcire yeknesak
    bir süreç olarak baktıkları gibi bu “kümülatif artış”ın alt periyotlarına
    yeterince dikkat etmemişlerdir. şöyle diyordum:
    “ermeni olayları, üç önemli aşama geçirmiştir; polisiye takip, kitlesel tehcir
    ve katliam. ilk aşama, politik takibat aşaması olup, bahaeddin şakir’in 1914
    yazı’nda erzurum’da ermeni komitacıları ile görüşmesinin ve bir ‘anlaşma’
    sağlanamaması ardından başlatılabilir. [...] ikinci aşama kitlesel tehcir aşaması
    olup, cemal paşa’nın idaresindeki adana-halep bölgesinde tetiklenir.
    süveyş seferinden yenik dönen komutan, çareyi bölgesindeki gayri türk ve
    gayrimüslim nüfus gruplarına yönelmekte bulur. düşman ilerlemesini engellemenin
    tek yolu, nüfusun etnik kompozisyonuna müdahale etmektir. [...]
    [üçüncü aşama] sınır vilayeti van’da, ermeni nüfusun en yoğun olduğu vilayette,
    cevdet bey’in aşırı taleplerine yönelik başlayan lokal direniş, bu korku
    ile birlikte isyan halini alır” (s. 345-347).
    şurasını da hemen belirteyim ki, bu alanın en önemli akademisyenlerinden
    biri olan, en kaliteli çalışmalardan birini üreten ve ne yazık ki kitabımda
    kullanma fırsatı bulamadığıma üzüldüğüm donald bloxham’un hakkını,
    daha sonra gerektiğinde, vermekten geri durmadım.16
    “kesin çözüm”/final solution ve
    türk aydınlarındaki panik-atak sendromu
    “‘kesin çözüm’ nedir?” başlığı altında eleştirmenler, sadece kitabımın ermeni
    bölümü ile yetinmemiş; taner akçam’ın ermeni meselesi hallolunmuştur
    adlı kitabına yönelik kritiğimi de eleştiri konusu yapmışlar.17 akçam’ın çalışmasındaki
    problemli yanların en önemlilerinden birine dikkat çektiğim
    kısa eleştiri yazımın, benim kitabıma yönelik bir eleştirinin malzemesi yapılması
    ilginç. bu yazının muhatabı akçam’dı ve cevabının da akçam tarafından
    verilmesi beklenir. diğer yandan eleştirmenler, kitabımdan sadece birkaç
    ay önce piyasaya çıkmış akçam’ın kitabıyla, argümanlarıyla neden hesaplaşmadığımı
    sorguluyorlar. bilmeleri gerekir ki, bu eleştirinin muhatabı
    ben değil, akçam’dır. nisan 2005’te akçam’ın da bulunduğu bir konferansta
    sunduğum tebliğ, 2008’de basılan kitabımın bir özeti niteliğindeydi. akçam
    bu tebliğim için yaz kursunda öğrencilerine okutma izni istemiş, ama garip
    bir tavırla 2008’de çıkan kitabında hiçbir şekilde bahsetmemiştir.18
    toplumsal tarih’in haziran 2008 sayısında yayımlanan makalemde, asıl
    olarak akçam’ın kitabında yeralan “% 5-10 uygulamasının önemli bir sonucu”
    alt başlığında savunulan görüşleri eleştirmiştim. akçam çalışmasında,
    “bir milyonun üzerindeki ermeni’nin, 1.680.721 müslüman’ın % 10’u haline”
    sokulması için itc tarafından katledildiklerini öne sürmekteydi. bir başka
    deyişle, o güne kadar ermenilerin sürüldükleri bölgedeki kayıplarını, literatürdeki
    en yüksek rakam olan 700 bin civarından bir kalemde 1.000.000’a
    yükseltmişti. akçam’ın bu iddiasının üç nedene dayalı olarak doğru olamayacağını
    ileri sürmüştüm: istatistik, fotoğraf ve harita.
    eleştirmenler şöyle diyor:
    “dündar, genelkurmay’ın yayınladığı belgelerde birkaç fotoğraf ve harita
    gördüğünü ve böylece ‘ermeni mıntıkaları’ meselesine yaklaşımının değiştiğini
    söylüyor. peki, fuat dündar’ın tezinde kurgulamış olduğu model bu kadar
    kolay mı yıkılıyor?” (aktar-kırmızı, s. 174)
    çarpıtıyorlar. bir, genelkurmay yayınında sadece harita vardı, ve kuşkularım
    yıllar öncesine uzanan, istatistik ve fotoğraflar sayesinde edindiğim
    kuşkulardı. iki, harita ile benim ermeni mıntıkaları meselesine yaklaşımım
    değişmedi, daha da netleşmiş oldu. üç, bu da benim tezimdeki modele
    ters değildi. eleştirmenler, ne benim kitabımın ermeni bölümünü ve
    ne de akçam’a yönelik eleştirimi dikkatli okumuşlar. dahası, argümanlarımın
    bir kısmını da okuyuculardan saklayarak akçam’ın bir milyona yakın
    ermeni’nin % 10 prensibi için katledildiği yönündeki uçuk iddiasını savunmaya
    kalkışmışlardır. makalemde % 10 oranının sürgün bölgesindeki katliamların
    bir nedeni olmadığına yönelik kuşkularımın nasıl geliştiğini şöyle
    açıklıyordum:
    “eğer ittihatçılar politikalarını hayata geçirirken istatistiklerden yararlanmışlardır
    diyorsam, çünkü çalışmamda bu tezi geliştiriyorum, o halde bu durumda nasıl olmuş da % 10 mantığına göre en fazla 100 bin ermeniyi barındıracak
    bölgeye 500 bine yakın ermeni’nin sevk ve ulaşmasına göz yumulmuştur?
    [...] kuşku doğuran bir başka malzeme de, ermenilerin çadırlarda
    yaşadığına dair fotoğrafların olmasıydı. şifreli telgraflarda ermenilerin
    müslüman köylerine % 10 oranında dağıtılmaları emrediliyor idiyse, toplama
    kamplarına benzeyen fotoğraflar da neyin nesiydi? [...] tüm çabalarıma rağmen
    bu [ermeni] mıntıkaların kapsamına giren yerleri net olarak tespit edemedim.
    [...] genelkurmay’ın ermeni meselesine dair bir süredir yayınladığı
    ‘arşiv belgeleriyle ermeni faaliyetleri’ serisinin 7. cildinde söz konusu ermeni
    mıntıkalarını –kısmen de olsa– gösteren bir haritaya rastladım.”
    özetle, güneye, çölümsü bölgelere varan ermeniler’in sayısının bir milyonun
    üzerinde olduğunu iddia eden akçam’ın aksine bu rakamın maksimum
    500,000 olduğunu belirtiyor; ve bunların –maksimum– 100,000’inin müslüman
    köylerine % 2,5 ve 10 oranlarında dağıtıldığını; geri kalanların da ermeni
    mıntıkaları denen bir çeşit toplama kamplarından oluşmuş bölgeye gönderildiğini
    savunmuştum. akçam’ın 1,000,000 ermeni itc tarafından katledildi
    iddiasının spekülatif, gerçeklerden uzak bir iddia olduğunu, hem rakamlarla
    hem de mevcut fotoğraflar ve gün yüzüne yeni çıkan harita ile ileri
    sürmüştüm. eleştirmenler, argümanlarımla yüzleşeceklerine akçam’ı neden
    eleştirdigimi sorgulamaktalar ve bununla da yetinmeyip alay etmeye kalkışmaktadırlar:
    “sanki orhan pamuk’un yeni hayat romanının ilk cümlesini
    hatırlatan bir durum var karşımızda: ‘bir gün bir fotoğraf/harita gördüm ve
    bütün hayatım değişti!’ ” (aktar-kırmızı, s. 174)
    peki kendileri o fotoğraf ve haritalara baktıklarında ne düşünüyor? madem
    akçam’ın savunduğu gibi %10’u aşanlar katledildiyse, o çadır kamplar
    (özellikle armin t. wegner fotoğrafları) ve o harita neyin nesiydi? (fotoğraf
    ve harita için akçam’ın kitabını eleştirdiğim makaleye bakınız). o fotoğraf
    ve haritaları gördüklerinde “hayatınız” değil elbette, ama düşüncelerinizin
    değişmesi gerekirdi. yok değişmiyorsa, ya konuyu bilmiyorsunuzdur ya da
    çok sabit fikirlisinizdir. fotoğrafın ve haritanın gücüne dair bu alanda yazılmış
    koca bir literatürü burada eleştirmenlere uzun uzun sayabilirdim, ama
    bu işi kendilerine bırakıyorum. sırf bir literatür taramasından, makale ve kitap
    başlıklarından bile bir şey öğreneceklerdir.
    eleştirmenler, bir yandan konu ile ilgili literatürü okumadığımı iddia
    ederken, diğer yandan literatüre ilişkin yaptığım kısa değerlendirmemi de
    yanlış buluyorlar. her kısa genelleme eksiklikler içerir. bunun farkındayım.
    ama geniş bir literatür eleştirisi yapmak çalışmamın hacmini zorlayacak, genel
    formatını bozacaktı. çalışmamda her bölüm sınırlı tutuldu. belki yüzlerce
    başlık içeren bir çalışmada, gereksiz olan başlıkların tespit edilmesi ve ardından da bunların yerine yeterince işlenmeyen bölümlerin belirtilmesi daha
    anlamlı olurdu. ayrıca eleştirmenlerin, akçam dahil literatürü okumadığımı
    “sadece ismini an”dığımı iddia edip (s. 168), ardından “fuat dündar’ın
    taner akçam’ın kitabını okuduğunu biliyoruz,” (s. 170) diyerek kendileri
    ile çeliştiklerini de belirtmek gerekir.
    eleştirmenlerimin algılama kapasiteleri ve yüzeyselliklerinden kaynaklanan
    bir sorun da, kitabımın ermeni meselesine ayrılan kısmını değerlendirirken
    ortaya çıkmaktadır. bölüm başlığının “kesin çözüm” ibaresini
    içermesinin, “final solution/nihai çözüm” terimini ve bu yüzden
    “holokost’u anımsat”tığını ve bunun da metnin içeriği ile “çeliştiği”ni iddia
    etmektedirler.
    bir, “kesin çözüm” benim holokost’u çağrıştırmak için kullandığım bir
    başlık değil. kitabımın 309. sayfasında belirttiğim gibi talat paşa’nın 13
    temmuz 1915 tarihli halep ve maraş emval-i metruke komisyon başkanlarına
    çektiği şifreli telgrafta kullandığı ifadeden alıntıdır. söz konusu şifrede
    şu ifade geçmektedir: “ermeni meselesinin suret-i katiyyede hal’i keyfiyeti”.
    iki, her iktidarın “kesin çözüm”ü birbirinden farklıdır. ve bunun
    holokost’u çağrıştırması benden değil, eleştirmenlerdeki panik atak sendromundan
    kaynaklanmaktadır. bir kısım türk aydını ile ermeni meselesini
    konuştuğunuzda en büyük korkuları, nazilerle paralellik kurulmasıdır.
    bu korkunun aktar-kırmızı ikilisine de sirayet ettiği anlaşılıyor; bu bölümü
    de iyi okumadıkları için “kesin çözüm”den benim kastetmediğim bir anlam
    çıkarmışlar. üç, şayet talat paşa “suret-i katiyyede” ifadesini kullanmasaydı
    ben de o ifadeyi başlığa koymazdım. eleştirmenler, “başlıkta ‘kesin çözüm’
    terimi kullanıldığı zaman osmanlı ermenilerinin imha edilmek amacıyla
    suriye çöllerine sürüldüğü izlenimi ortaya çık”tığını iddia etmektedirler.
    halbuki başlığın oldukça kısa olmasına rağmen meramımı anlatacak kadar
    da açık olduğunu düşünüyorum: “‘kesin çözüm’ için çöle sürmek”. imha
    edilmek amacıyla değil, anadolu ve “6 vilayetteki” ermeni sorununu çözmek
    için ermenilerin çöle sürüldüğünü ima ediyordum. metin içinde de bu
    sürgün kararının ermenilerin bir kısmının kaybına yol açacağının da ittihatçıların
    bilincinde olduğunu belirtiyor ve bölümü şöyle bitiriyordum:
    “bir paragrafla özetlemek gerekirse, ittihatçı hükümetin amacı ‘ermeniler
    arasında komitacılık ruhunu ezmek’; ermeniliğe ait tüm kişisel ve kurumsal
    temsiliyetleri yok etmek; geri kalan masum ermeni nüfusunu ıslah etmek
    için ‘ıslah edilmemiş’ çöl bölgelerine sürerek ‘faideli bir unsur’ haline getirmektir.
    bu sırada gayrinizami güçlerin gerçekleştirdiği ‘imha siyasetini’ gerektiği
    anda durdurmaktır” (s. 349).

    osmanlı bürokrasisinin mükemmeliğini sorgulamak

    eleştirmenlerin bir diğer temelsiz, çalışmam ve argümanlarımla alakasız
    eleştirisi de, benim “mükemmel işleyen bir [osmanlı] bürokrasinin varolduğunu
    zannet”mem imiş. bu eleştiri daha önce mehmet beşikçi tarafından
    dile getirilmişti. saygılı ve düzeyliydi. aktar-kırmızı ikilisinin örnek alması
    gereken bir üslupla eleştirisini dile getiren beşikçi’nin dikkat çektiği ve kendisini
    haklı bulduğum bir diğer nokta, çalışmamın giriş bölümünün eklektik
    olduğu yönündeydi. bürokrasiye yönelik eleştirisini cevaplamak ise bugüne
    kısmetmiş.19
    dönelim aktar-kırmızı’nın ifadelerine: “dündar, talat paşa’nın dahiliye
    nezareti bürokrasisinin kılcal damarlarına hâkim olmak ve onları istediği
    yönde harekete geçirmek için gösterdiği çabadan ‘hesap adamı talat paşa’
    görüntüsü çıkartmakta ve tezinin esas gövdesini bu varsayım üzerine inşa
    etmektedir.” ardından “osmanlı bürokrasisinin dündar’ın çizdiği ‘mükemmel’
    görüntünün çok dışında bir noktada olduğunu düşünüyoruz,” demektedirler.
    hemen belirteyim ki, çalışmamda ne osmanlı bürokrasisinin –etnik meseledeki
    titizlikleri dışında– mükemmel işlediğini iddia ediyorum ne de osmanlı
    bürokrasisinin mükemmel olmadığını ispata giriştikleri dört sayfalık
    –gereksiz– eleştirilerinin muhatabı benim. kaldı ki ben, yeri geldiğinde rahmi
    bey ve cemal paşa gibi, talat paşa ile, yani merkezle ihtilafa düşen yetkililere
    de çalışmamda geniş yer verdim. talat paşa’nın hesap adamı olduğunu
    söylerken, etnik meselelerdeki hassasiyetini ve tehcir süreci boyunca rakamlar
    konusundaki titiz takibatını kastediyordum – ki kitabımdaki etnik haritalar,
    nüfus listeleri sevk ve iskân rakamları vs. bunu yeterince açık ortaya
    koymaktadır. bu meseleleri çözmede, “etnisite mühendisligi” olarak tanımladığım
    sevk ve iskân uygulmalarının titizlikle hayata geçirildiğini bilgi, belge,
    harita ve istatistik verileri ile gösteriyordum. eğer bu argümanım çürütülmek
    isteniyorsa, talat paşa’nın hangi sürgün, iskân emrinin hayata geçirilmediği,
    hangi vali ve mutasarrıfların merkezden gelen emirleri uygulamadığının
    göz önüne serilmesi gerekirdi. kitabımda da belirttiğim bir noktayı
    eleştirmenlere soru olarak yöneltiyorum: talat paşa defteri bunun en önemli
    kanıtı değil midir? osmanlı bürokrasisinin mükemmel çalışmadığına dair
    eleştirmenlerimin bulabildikleri bir örnekten, hapishane tuvaletleri meselesinden,
    talat paşa’nın hesap adamı olmadığı sonucuna varmalarının ise ciddiye
    alınacak bir tarafı yok maalesef.
    iddialarını desteklemek için eleştirmenlerin, bazı vali ve mutasarrıfların
    merkezden gelen emre karşı çıktıklarını bir neden olarak göstermeleri gerekirdi.
    doğrudur, bazı vali ve mutasarrıflar merkezden gelen emirlere yer yer
    itiraz ediyorlardı, ama bu konuda da dikkatli olmak gerektiğini düşünüyorum.
    daha da somutlaştırmak için bir örnek vereyim. eleştirmenlerden aktar,
    türk milliyetçiliği, gayrimüslimler ve ekonomik dönüşüm,20 adlı kitabını
    “tehcir kararına farklı şekilde direnen” vali ve mutassarıflara adamış ve kitabının
    bir bölümünü de merkezin emrine direnen osmanlı bürokratlarına
    ayırmıştır. bunlardan biri de kastamonu valisi idi. aktar, akçam’ın bir eserine
    atıfta bulunarak “kastamonu valisi reşit paşa emre direnenler arasında
    yer alır” demişti.21 bu iddiaya, kastamonu valisinin ermenileri tehcirden koruduğu
    iddiasına, temkinli yaklaşmak gerekiyor. şifreli telgraflara bakılırsa
    merkez yani dahiliye nazırı talat paşa, kastamonu’dan tehciri dayatmamış
    aksine durdurmaya çalışmıştır. talat paşa’dan kastamonu’ya çekilen üç ayrı
    şifrede şu ifadeler geçer: “vilâyet dâhilindeki ermeniler kalacakdır”,22 “ermenilerin
    şimdilik ihrâcına lüzûm yokdur”,23 ve “oradaki bir avuç ermeni
    de vilâyetin âsâyişini ihlâl edemez. [...] şimdiki hâlde oradaki ermeniler
    kaldırılmayacakdır”.24 ilginç olan nokta, bu telgraflardan ilk ikisi yeni kastamonu
    valisi atıf bey’in göreve başlamasından önceki bir tarihe (1918 ekim
    ayı ortaları) denk düşmektedir. ama en önemlisi, istanbul’un kitlesel tehciri
    dayatmadığı bu üç şifreli telgrafla ortaya çıkmaktadır. bu nedenle kastamonu
    örneği de dahil, merkezin emirlerine karşı çıkan kişilerin ciddi bir şekilde
    araştırılması gerekir, ancak bundan sonra osmanlı bürokrasisinin mükemmel
    işlemediğine dair tartışmalar sağlıklı bir biçimde yürütülebilir.
    “gizli” nüfus sayımı meselesi
    eleştirmenler, dahiliye nazırı’nın 27 temmuz 1915 tarihli emrine cevaben
    gelen nüfus verilerini, gizli nüfus sayımı olarak değil, birer “istihbarat çalışması”
    olarak değerlendirmek gerektiğini öne sürüyorlar. burada da kestirme
    ve kolaycı bir izah söz konusu. bir, her nüfus sayımı zaten bir istihbarat
    çalışmasıdır. devletin yetkili kıldığı kişiler sayımı yapar, soru formları tek nüshadır, çoğaltılmaz; devletin geçici olarak görevlendirdiği ve güvendiği
    kişilere teslim edilir ve sayım sonrası yetkili olmayan kişiler bu orijinal
    verilere ulaşamaz. iki, bizim anladığımız anlamda polisiye istihbarat, kitabımda
    erdek polisiye takibati örneğinde de belirttiğim gibi isim, kapı numaraları
    vs. gibi kişisel bilgileri içeren sayım faaliyetleri için kullanıldı. üç,
    alıntı yaptıkları nüfus sayımı tanımı kıstas alınırsa hiç bir osmanlı sayımının,
    nüfus sayımı olarak değerlendirilmemesi gerekir. dört, bahsi geçen anlamda
    ideal bir nüfus sayımı olmadığı durumlarda biz, nüfusun genel özelliklerini
    veren –toplanma ve hesaplanma– biçimi ne olursa olsun, elde edilen
    verilere sayım demek durumunda kalıyoruz; her zaman tatminkâr olmasa
    da. şayet 1914’te kabul ettiğimiz anlamda bir sayım yapılmış olsaydı,
    biz o sayıma nüfus sayımı derdik ve talat paşa’nın gizli emirle edindiği
    verilere başka bir ad verme lüksüne sahip olurduk. ancak, o dönemde nüfusun
    karakterini veren başka hiçbir faaliyet güdülmemiştir. zaten bu yüzden,
    kemal karpat tarafından yayımlanan 1914 nüfus verileri de –ki çalışmamda
    bunun talat paşa tarafından toplanan veriler olduğu iddiasında bulunuyorum–,
    neredeyse tüm akademisyenler tarafından 1914 nüfus sayımı
    olarak adlandırılmaktadır.25
    eleştirmenler yabancısı oldukları bir konuda temkinli olmak yerine, iddialı
    sözler sarf ediyorlar:
    “ikinci hata da, siyasal iktidarın topladığı verilerde ‘müslümanları bir blok altında’
    toplamış olmasının yeni bir bulgu olarak sunulmasıdır. bütün devletler
    sayımlarda ayrıntılı bilgi toplarlar, fakat genel kategoriler içinde yayınlarlar.
    bizce, şaşılacak bir şey yoktur” (aktar-kırmızı, s. 180).
    oysa kitabımda şöyle diyordum:
    “ilk kez gün yüzüne çıkarılan ittihatçıların 1915’te gerçekleştirdikleri gizli
    nüfus sayımı verilerinin bize gösterdiği gibi [...] osmanlı tüm dinsel ve etnik
    farklılıkları sicile kaydetmektedir. ama yayın aşamasında müslümanları bir
    blok altında toplamaktadır” (dündar, s. 33-34).
    böylece, aralarında kemal karpat ve justin mccarthy’nin de bulunduğu
    “akademik dünyada yerleşmiş tez” olan osmanlı’nın müslümanları etnik
    kimliklerine göre saymadığı iddiasının yanlış olduğunu göstermiştim ve bu
    aktar-kırmızı’nın yine anlamamakta ısrar ettikleri yeni bir bulguydu. literatüre
    önemli bir katkıydı. ya da bunun farkındaydılar, ve şu cümleyi bunun
    için kaleme alma gereği duymuş olmalılar: “bunda şaşılacak bir şey yoktur”.
    çelişkileri bir yana, osmanlı’nın müslümanları etnik kimliklerine göre de sayması ve kaydetmesine şaşmamaları, konunun, literatürdeki geçer akçe
    iddiaları temelinden sarsıcı niteliğini görmezden gelmelerini haklı çıkarmıyor
    ne yazık ki.
    eleştirmenler, bir yanlış daha yapıyor ve bir başka yazarın mesnetsiz, ciddiyetten
    uzak, satır arası imalarına itibar edip şöyle diyorlar: “mehmet hacısalihoğlu,
    2009’da yayımlanan makalesinde fuat dündar’ın kitabını eleştirmekte
    ve müslüman nüfusun alt kategorileri esas alınarak bilgi toplandığına
    dair dündar’ın sunduğu arşiv belgelerini inandırıcı bulma”maktadır (aktar-
    kırmızı, s. 181). kitabımdaki “müteessir>mütessir” yazılımındaki basit imla
    yanlışlığını dahi gözden kaçırmayan eleştirmenler, müslümanların etnik
    gruplara ayrıldıklarını gösteren dokuz istatistik cetvelini görmemişler. ilk
    kez gün yüzüne çıkan arşiv malzemesinin ve onlara dayalı olarak hazırlanan
    tabloların bizatihi birşeyleri anlattığı basit gerçeğini görmek, gerçekten
    bu kadar mı zor? belli ki burada başka bir zihinsel iklim ve problemli bir tutumla
    karşı karşıyayız. bu tür konuları işler ve kaleme alırken türk aydınlarının
    belli hassasiyetlerinin, korkularının elbette farkındaydım. ama bunca
    kanıt ve malzemenin dahi yeterli gelmeyeceğini düşünmüyordum. bu nedenle
    hacısalihoğlu’na cevaben kaleme aldığım yazımdan bir parçayı buraya
    alıyorum:
    “istanbul’daki başbakanlık osmanlı arşivi’ndeki (boa) klu dosyasındaki
    belgelere dayanarak hazırladığım, talat paşa’nın 20 temmuz 1915 tarihli gizli
    emri doğrultusunda mevcut nüfus kayıt defterlerinden hareketle hazırlanıp
    kendisine gönderilen istatistik nüfus cetvellerinden derlediğim on beş tablonun
    dokuzunda müslüman nüfus ayrı gruplar halinde sunulmuştur: kazak
    (tablo 4: konya merkez, akşehir, ılgın, seydişehir ve ereğli nüfusu, s.155);
    türk, kürt, yörük, çerkez, (tablo 5: cihanbeyli nüfusu, s.156), türk, gürcü,
    kürt, laz, tatar, çerkez (tablo 8: sivas-havza nüfusu, s.159); türk, gürcü
    (tablo 10: giresun nüfusu, s. 160); dürzi (tablo 11: suriye kaza nüfusları,
    s. 164); kazak (tablo 13: balıkesir, bandırma, erdek, gönen, sındırgı, balya,
    edremit, burhaniye ve ayvalık nüfusu, s. 166); türk (tablo 14: erdek ve
    bağlı kazaların türk ve rum nüfusu, s. 167); türk, boşnak, tatar (tablo 15:
    afyon merkez ve çivril nüfusu, s. 167); türk, kürt, çerkez (tablo 16: maraş
    merkez, pazarcık ve göksun nüfusu, s. 168).”26
    bütün eleştirilerini benim yorumlarıma yorum yapmak üzerine kurmuş
    görünen eleştirmenlerin, kitabımda sunduğum bunca yeni malzemeyi kendilerinin
    nasıl değerlendirdiklerini, yorumladıklarını bilmek isterdim.
    “belge okuma“ meselesi
    eleştirmenler bir belgeyi “doğru oku”madığımı iddia etmişlerdir. söz konusu
    belge, talat paşa’dan urfa mutasarrıflığı’na çekilen ve “ermeni muhacirlerinden
    iskânı kâbil olmayacak mikdârının [abç] zor ve musul’a sevkleri”ni
    emreden bir belgedir. ben bu belgeyi, ittihatçıların urfa’yı da içine alan güney
    bölgeleri için belirlenen % 2, % 5, % 10 standartlarında iskânın gerçekleştiği
    ve bu oranları aşmamak için bölgedeki vali ve mutasarrıfların ermenileri
    yeniden tehcire tabi tuttuklarını iddia ettiğim bölümde kullanmıştım.
    söz konusu belgede yüzdelik prensibi zikredilmemiş de olsa, öncesi ve sonrasına
    ait birçok şifreli telgrafta ermenilerin iskânında yüzdelik prensibinin
    temel alındığı kitapta yeterince ve açıkça gösterilmişti. ayrıca, talat paşa’nın
    defterindeki veriler ile karpat’ın yayımladığı 1914 osmanlı nüfus verileri
    karşılaştırılırsa bu açıkça görülür. yani, o belgede yüzde oranı belirtilmese
    dahi, belgeyi “okudum” ve “iskanı kabil olmayacak mikdarı” ifadesini yüzde
    nisbetini aşanlar diye değerlendirdim. bu “okuma” yanlış değildir.
    yanlış olması için, eleştirmenlerin belgedeki “ermeni muhâcirlerinden
    iskânı kâbil olmayacak mikdârının” ifadesinin “%5-10 sınırını aşan miktarının”
    anlamına gelmediğini göstermeleri gerekir. bir başka deyişle; urfa dahil
    sürgün bölgelerinde ermenilerin yüzde hesabına göre değil, başka prensiplere
    göre (mesela mevcut hanelerin miktarına vs. göre) iskan edildiklerini
    ispatlamaları gerekir, ki bu da benim temel argümanlarımdan birinin yanlışlanması
    anlamına gelecektir. bu durumda da elbette “yüzdelik prensibe göre
    iskân politikası” yönündeki görüşümü gözden geçirir ve gereken düzeltmeyi
    yaparım.
    bilmedikleri bir mesele konusunda benim belge çarpıttığım sonucuna ulaşan
    yazarlar, kendi bilgisizliklerinden hız alıp, “dündar’ın kullandığı belgelerin
    orijinallerini arşivden isteyip, doğru okunup okunmadığını kontrol etmek
    işine girişmedik. yapabilirdik, ama şu aşamada bu işe vakit harcamayı
    düşünmedik,” (aktar-kırmızı, s. 184) noktasına varmışlardır. bu cümlenin
    gereğini yapmaları gerekmektedir. yani kitabımda atıfta bulunduğum belgelerin
    benim iddialarımı destekleyecek belgeler olmadığını, onları tamamen
    yanlış okuduğumu, yorumladığımı göstermeleri gerekiyor.
    eleştirmenlerin kitabımda haklı olarak işaret ettikleri tashih hataları elbette
    ki düzeltilecektir. tashihleri yayınevine iletildi, bir sonraki baskıda dikkate
    alınacaktır. bunlar için kendilerine teşekkür ederim. ancak eleştirmenler,
    1.500’e yakın dipnotumdan tashih gerektiren bir-iki örnekten yola çıkarak
    dipnotu yazmayı bile bilmediğim; beş bin cümleden buldukları birkaç cümle
    düşüklüğünden türkçemin bozuk olduğu; yüz küsur bin kelimeden buldukları 20-30 yazım hatasından hareketle, osmanlıca bilmediğim ve dil hatalarımın
    vahim olduğu sonucuna varıyorlar. bu orantısızlık da eleştirmenlerin
    ölçü ve idrak sorununa işaret ediyor her şeyden önce.
    usta-çırak akademyası üzerine birkaç söz
    şerif mardin, “19. yüzyılda düşünce akımları ve osmanlı devleti” adlı makalesinde,
    matbaanın gelişiyle osmanlı’da bilgi ilişkisinin nasıl değiştiğine de
    kısaca değinir. matbaa öncesi dönemde yazma kitapların, şahıstan şahsa geçen
    bir bilgi süreci ve bilgi hiyerarşisi yarattığını, bu hiyerarşinin matbu kitaplar
    ile sarsıldığını belirtir. eski düzende, yazma bir kitaba sahip olmak belirli
    bir ekonomik, düşünsel ve toplumsal konuma sahip olmakla ilişkiliydi.
    sıradan insanların bir kitabın içerdiği bilgiye ulaşması için, kitaba sahip olan
    kişiyle ilişkiye geçmeleri gerekiyordu. ancak matbuat ile hem kitapların binlerce
    örneği çok kısa sürede basılabiliyor hem de kitap bir meta haline gelmiş
    oluyordu. sonuç olarak mardin, matbaanın gelişiyle batı’da olduğu gibi
    osmanlı kültüründeki peder-evlat, hoca-talebe, pir-mürid gibi hiyerarşik bilgi
    ilişkisinin zayıflamaya başladığını, “gerçeğin” artık bir “hoca”nın irfanından
    değil, soyut kuramların kendisinden çıkarılmaya başlandığını belirtir.27
    mardin’in geçmiş dönemlerle kıyasladığı bu ilişki türünün türkiye akademyasının
    bir kesimine halen egemen olduğu anlaşılıyor. üstelik internet
    çağı ile, sanal kitaplar ile yeni bir döneme girildiği günlerde aktar ve
    kırmızı’nın usta-çırak söylemini bir kez daha öne çıkarmaları ilginçtir. modern
    öncesi dönemlere hâkim bir zihniyetin izlerini taşıyan böyle bir görüşü
    savunan eleştirmenlerin, akademinin, özellikle de sosyal bilimlerin hâlâ “hiyerarşik”
    bir usta-çırak ilişkisi üzerinden yürüdüğünü düşünmeleri büyük
    bir talihsizliktir. ustalardan her halükârda ve çeşitli açılardan birşeyler öğrenmenin
    (ki bu doğaldır) bizleri otomatik olarak hiyerarşik bir usta-çırak
    ilişkisine götürdüğü iddiasının epeyce problemli bir bilim anlayışına işaret
    ettiğini vurgulamak sanırım gereksiz. bilimsel faaliyeti de bir çeşit ilişkiler
    ağı içinden yürüten zihniyetle, akademik dünyayı “usta-çırak” ikileminden
    gören bakış açısının birleştiği bir noktada olduğumuzu düşünme eğilimindeyim.
    dünyada ve türkiye’de, “sosyal bilimler”in sosyalliğine önem veren
    bir grup ortaya çıkmış gibi. yapılan çalışmalarda bilimi değil, sosyal-politik
    ilişkileri hesaplayarak yazan bir tutumdan söz ediyorum.
    bitirirken, kitabımın ele aldığı konularda türkiye’de akademik tartışmaların
    somut bilgiler temelinde yeni başladığını belirtmek isterim. bu nedenle
    aktar-kırmızı’nın eleştiri yazısının, bu tartışmaya anlamlı bir katkı sunabilmesi
    için kendilerini üç noktada yükümlü kıldığını düşünüyorum. bir, kitabımda
    kullanılan arşiv malzemesinin sistematik kontrolünü yapmaları, varsa
    hatalarımı ve tahrifatlarımı tümüyle ortaya koyarak, bu hataların hangi
    temel argümanlarımı ne yönde sarstığını göstermeleri gerekiyor. iki, yazılarında
    garip bir refleksle ve hiçbir karşılaştırmalı analize ve tartışmaya girmeden
    savunur gözüktükleri akçam’ın yaklaşımlarını, özellikle “1 milyona yakın
    ermeni %10 prensibi için katledildi” argümanına yönelik eleştirilerimle,
    sunduğum istatistik bilgi, fotoğraf ve harita argümanlarım hakkında ne düşündüklerini
    belirtmeleri gerekiyor. üç, kitabımın önsözündeki argümanlarımdan
    geriye, “çürütemedikleri” daha bir dizi argüman kaldığını hatırlatırım;
    bunları da ele almaları, argümanlarımın orijinal olmadığı yönündeki iddialarını
    tüketmeleri gerekiyor.
    1 “bon pour l’orient”: fuat dündar’ın kitabını deşifre ederken...”, tarih ve toplum yeni yaklaşımlar,
    8 (bahar 2009), s. 157-186.
    2 “contextualising ‘turkification’: nation-building in the late ottoman empire, 1908–18”, nations
    and nationalism, 11/4 (2005), s. 613-636.
    3 “hamidian policy in eastern anatolia, 1878-1890”, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, bilkent üniversitesi,
    2008.
    4 “the limits of ımagination: debating the nation and constructing the state in early turkish nationalism,”
    yayımlanmamış doktora tezi, university of california los angeles, 2007
    5 “palestine revisited : reassessing the jewish and arab national movements (1908-1914),” yayımlanmamış
    doktora tezi, chicago-ıllinois, 2007.
    6 ımperial killing fields : revolution, ethnicity and ıslam in western anatolia 1913-1938, “yayımlanmamış
    doktora tezi,” toronto üniversitesi, 2006.
    7 “crime of numbers: the role of statistics in the armenian ıssue,” the state university of new jersey,
    baskıda.
    8 bu konuyu daha geniş tartıştığım makale ejts’nin bir sonraki sayısında yayımlanacaktır; “why
    ethnic engineering: the role of mathematics in the unionist turcification policy”. dosyanın ilk sayısında,
    türkiye’de sosyal/nüfus/etnisite mühendisliği çalışmaları konusunda alexandre toumarkine
    ve nikos sigalas genel değerlendirmesi için bkz. european journal of turkish studies, thematic ıssue
    no. 7 - demographic engineering. http://www.ejts.org/document2933.html.
    9 nesim şeker, “demographic engineering in the late ottoman empire and the armenians”, ınternational
    journal of middle eastern studies, 43/3, 2007, s. 461-474.
    10 ayhan aktar, “cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulanan ‘türkleştirme’ politikaları,” varlık vergisi ve
    ‘türkleştirme’ politikaları, iletişim yayınları, istanbul, 2000, s. 132-134.
    11 ayhan aktar, “nüfusun homojenleştirilmesi ve ekonominin türkleştirilmesi sürecinde bir aşama:
    türk-yunan nüfus mübadelesi, 1923-1924”, varlık vergisi ve ‘türkleştirme’ politikaları iletişim, istanbul,
    2000 s. 17-69.
    12 bkz. dündar, s. 180, ve 210-219.
    13 ayhan aktar, “nüfusun homojenleştirilmesi ve ekonominin türkleştirilmesi sürecinde bir aşama:
    türk-yunan nüfus mübadelesi, 1923-1924”, varlık vergisi ve ‘türkleştirme’ politikaları, iletişim
    yayınları, istanbul, 2000, s. 17-69.
    14 kemal karpat, osmanlı nüfusu (1830-1914) demografik ve sosyal özellikler, çev. bahar tırnakçı,
    tarih vakfı, istanbul, 2003.
    15 ayhan aktar, “cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulanan ‘türkleştirme’ politikaları,” varlık vergisi ve
    ‘türkleştirme’ politikaları, iletişim yayınları, istanbul, 2000, s. 26-32.
    16 bakınız françois georgeon’la gerçekleştirdiğimiz ropörtaj “génocide arménien: le scénario”,
    l’histoire, 341 (nisan 2009), s. 8-21.
    17 “taner akçam’ın son kitabı vesilesiyle ‘%10 katliam’ sorunu-’ermeni meselesi hallolunmuş’ mudur?”,
    toplumsal tarih, 174, 2008, s. 79-83.
    18 “the settlement policy of the cup (1913-18)”, 4th workshop for armenian/turkish scholarship
    (wats), salzburg, avusturya, nisan 15-17, 2005.
    19 mehmet beşikçi, “fuat dündar modern türkiye’nin şifresi: ittihat ve terakki’nin etnisite mühendisliği
    (1913-1918)”, virgül, 122, eylül 2008, s. 32-35.
    20 “osmanlı meclisi ermeni meselesini tartışıyor: kasım-aralık 1918”, türk milliyetçiliği, gayrimüslimler
    ve ekonomik dönüşüm, istanbul, ıletişim, 2006.
    21 aktar, s. 91. alıntı yapılan kaynak: taner akçam, insan hakları ve ermeni sorunu, ankara: imge
    yayınları, 1999, s. 275.
    22 şfr, 55.349.1/9/1915.
    23 şfr 57.82.23/10/1915.
    24 şfr, 56/208, 28/9/1915.
    25 karpat, a.g.e.
    26 geniş detay için bakınız, “hacısalihoğlu’na cevap itc döneminde nüfus cetvellerinde etnik kimlikler”,
    toplumsal tarih, 185, 2009, s. 94-97.
    27 şerif mardin, türk modernleşmesi, bütün eserleri 9, iletişim, istanbul, 1999, s. 81-100."
  • osmanlı'nın göç politikalarıyla ilgili bir söyleşi vermiştir.
  • kendisinin kullandığı kaynakları kullanım ve aktarımında ciddi kusurları olduğu söyeniyor .
    https://belleten.gov.tr/tam-metin/112/tur

    "fuat dündar’ın kaynak aktarımında ne yazık ki çok ciddi problemler olduğu görülmüştür. örneğin meclis-i mebusan zabıt ceridesi’nden aslına sadık kalınmadan yapılan aktarımlar hem emanuelidi efendinin hem de talat paşa’nın söylemedikleriyle yargılanmalarına yol açmıştır. celal bayar’ın oldukça güncel anıları dahi yazar tarafından yanlış alıntılanmıştır.
    buna mukabil, diğer ülkelerin arşivlerinden elde edilen malzemeler büyük oranda osmanlı arşivindeki şifreli telgraflarla desteklenmeye çalışılmıştır. fakat arşivde bulunan ve kitapta kullanılan malzemelerden çok farklı bilgiler ihtiva eden belgeler görülmediği için konsolos raporlarına dayalı tek taraflı analizler yapılmıştır.
    ortaya koyduğumuz tüm bu sorunlar tarihçilik anlamında bilimsel bir çalışma olan doktora tezinde olmaması gereken ciddi sorunlardır. ayrıca fuat dündar’ın olaylara yaklaşımını ve arşiv malzemelerini ne şekilde kullandığını gösteren tüm bu sorunlar, kitapta ele alınan unsurlarla alakalı ifade edilen görüşlerin geçerliliği ve bu görüşlerin arşiv belgelerine ne şekilde dayandırıldığı konusunda ciddi şüpheler uyandıracak niteliktedir.

    belirtmek gerekir ki, fuat dündar düşüncesine uygun bilgi ve belgeleri diğer ülkelerin arşivlerinden temin edebilir. nitekim kitapta bolca kullanılan konsolos raporları bunun göstergesidir. ancak büyük bir değer atfettiğini ifade ettiği osmanlı arşiv belgelerini titiz, dikkatli ve belgelerin orijinal metinlerine sadık kalarak değerlendirmemiştir.
hesabın var mı? giriş yap