• niyazi berkes'in yazdığı hatıra kitabı.
    iletişim yayınları tarafından yayınlanmış ve ruşen sezer tarafından yayına hazırlanmıştır. türkiye'de akademi, siyaset ilişkileri üzerine nafis bir hatırat var karşmızda. hatta kitap ileri sayfalarda hatıratı aşıp birtakım analizlere de girişiyor; ki böylece iyi yapıyor. dtcf tasfiyesi, peyami safa ve hüseyin nihal atsız gibi isimlerin portre denemeleri gibi hoş ayrıntılarla birlikte daha nice güzel sayfa bu kitabın içinde saklı. berkes'in yarı mizahi üslubu da cabası.
    kimi sayfalarında insan ağlamaklı oluyor. halkevi öğrencileri olarak golf pantolonlarıyla köy ziyaretine gittikleri pasajlar muhteşem. entelektüel tarihimizden bir anekdot.
    niyazi berkes'in hafızası hiç bir şeyi affetmiyor.
  • (bkz: turgut berkes)
  • yakın tarihi merak edenlerin kesinlikle okuması gereken müthiş kitap. tarih marih lafları geçince kimse aldanıp da sıkıcı sanmasın kitabı bu arada, su gibi gider, yer yer kahkahalar attırır aynı zamanda.
  • kanımca türk yazınındaki en muhteşem otobiyografidir. niyazi berkes hayatını değil, bir dönem ülkenin nasıl mahvedildiğini anlatır. köy enstitüleri ile ilgili olarak kitaptan bir pasaj için (bkz: #32197447)
  • niyazi berkes'in hatirati.

    peyami safa ve nihal atsiz'a gicik olmustur. birine ''hitlerin adini duyunca bayilan adam'' digerine de ''gelene gecene turk degilsin deyip dayak yiyen herif'' diye dalga gecip durmustur.

    cumhuriyet donemi aydinlarinin zavalligini ortaya koyar. bir yandan koylerden baslayacak kalkinma derken obur taraftan koyluye sumugunu bile atmayacak kadar toplumundan uzak kalmis bir aydin kitlesi vardir. berkes olani biteni hayretle seyreder. cahil diye asagilanan koylulerin anlattiklarinin buyusune kapilir. ''seni bakan yapmalilardi'' der cok etkilendigi bir koyluye. ileriki donemde ankara koyleri uzerine bir arastirma olarak yayinlar buradaki ve/veya sonraki gozmlemlerini.

    universiteden atilma surecini detaylica anlatir. amerika hatiralari ve istanbul'daki egitim gunleri daha zevlidir. ikinci dunya savasi donemi usandiracak kadar ayrintiyla doludur. belki o donemi merak edenler icin degerlidir.

    muzaffer serif, behice boran, pertev naili boratav, sabahattin ali, necip fazil kisakurek ve daha bircok renkli sima gecer hatiralarda...
  • niyazi berkes, zahide gökberk'e yazdığı 23 temmuz 1981 tarihli mektubunda, anılarını neden yayınlamadığını açıklıyor.

    "önemli biri olsaydım, oturur "hatırat"ımı yazardım. fahir'in [iz] size sözünü ettiği gerçek bu olsa gerek. çünkü daha kanada'da iken çocukluğum, ankara'daki izlenimlerim, amerika'ya gittiğim zamanki bazı sahneleri vakit buldukça yazmıştım. birkaç yerini ona okumuştum. o zamandan beri, "çok ilginç, yayınlamalısın" der durur. anlaşılan size de söylemiş. yazsam bitirsem ne olacak? kim okuyacak? ne işe yarayacak? tek yararlılığı beni meşgul edecek bir çeşit hobi olabilmesi. bazı kişiler kelebek koleksiyonu yapar, fotoğraf albümü düzenler, başkalarına da gösterir. işte onun gibi bir şey. fakat bir hayat üzerine böyle bir şey yapmak yürek, duygu ve düşün güçlükleri ve dayanıklığı ister."

    ruşen sezer, 1997'de derlediği anıların ikinci baskısında aşağıdaki notu düşüyor:

    "niyazi berkes'in kitaplarının hiçbiri bu kadar kısa bir süre sonra ikinci basımını görmemiştir. kitabın basında gördüğü ilgi berkes'in "kimi alakadar eder? niyazi'nin üniversiteden nasıl ve neden atıldığının öyküsü" sözleriyle belirttiği tereddütün yersizliğini gösteriyor. basında atilla ilhan, beşir ayvazoğlu ve murat bardakçı çeşitli yönlerden kitabın önemini belirten eleştiriler yazdılar. kitabın bu ikinci baskısıyla unutulan yıllar unutulmuş olmaktan biraz daha kurtulacaktır. berkes, ölümünden sonra, bizi belleğimize kavuşturuyor. çok isterdim bunu bilmesini..."
  • köyde en çok ahbap oldugum kişi olan memet çavuş ömrüm boyu unutamayacağım bir
    insandı. "bir kahramandı" diyecektim, ama
    "romantizm yapıyorsun" demenizden çekinerek öyle demedim. onu tanıdıkça, kendi yaşam öyküsünü bana anlattıkça kendimin ve bir çoğunuzun ne denli küçük insanlar olduğumuzu anlıyordum.

    memet çavuş sıradan bir çiftçi değildi. gençliğinde oda çiftçiymiş. askerliğinden sonra köyde her işe eli yatan, her derde koşan kişi olmuştu. bütün köyü, oturduğumuz yüksekçe bir sırtın üstünden bana gösterir, çok şey anlatırken
    kendi yaşamını da -adeta benim zorumla- anlatıyordu. o, ev yapmaktan tutunuz manda
    nallamaya kadar her şeyi bilen ve yapan adamdı. sadece iş becerebilen kişi de değil. her şeyin üstünde "sağduyu" dediğimiz şeyin canlı bir örneğ
    iydi. köy yaşamı ile birçok şeyleri bilmeyişim yüzünden beni haklı olarak aşağı da görmüyordu.

    benden hiçbir şeyi gizlemiyordu. 1. dünya savaşı'nda ingilizlere esir düşmüştü. esirlik günlerinde ilk tutulduğu mısır'dan birmanya'ya dek gördüğü ülkeleri kör kör dolaşmamıştı.
    bu ülkeler üzerine neler anlatıyordu! o zamanki
    bilgisizliğim, tecrübesizliğim ile ben bunları neden o zaman not etmedim diye hâla yakınırım.
    o köyden ayrıldıktan sonra memet çavuş'un birçok okumuşlarımızdan, kimi politikacılarımızdan, kimi bakanlarımızdan daha üstün bir kişi olduğuna inanıyordum. belki yersiz sayacaksınız,
    köylünün bizden daha güzel insanlar olduğuna da ilk kez o paçavralar içindeki kadın ve
    erkeklerden farkettim. onları güneş yanığından, çul-çaputtan ayırın, bir "ırk" olarak ne denli güzel insanlar olduğu gözlerinizin önüne
    gelir belki.
    ve
    'kentierimizdeki koca göbekli, yağlı enseli, kara suratlı, kötü bakışlı kişilerimizi düşünün bir de!

    niyazi berkes - unutulan yıllar
  • orta anadolu köylerinin "köy odası" denen bir yeri
    bulunur. orayı bize ayırmışlardı.
    eşyalarımızı oraya taşıdık. köyü dolaşmaya çıktık.

    bizi gören köylü ayağa kalkarak hallerinden özür diliyorlardı: "kusura bakmayın efendi, bizim halimiz böyle" diyerek özür diliyorlar. oraya niçin geldiğimizi anlamamış olduklarından çok çekingendiler.
    başımıza belki bir iş çıkar korkusuyla konuşmamaya çalışıyorlardı. ömürlerinde ilk kez bu kadar şehirlinin köylerine kadar gelerek kalmaya bile kalktıklarını görerek "bakalım bu işten ne çıkacak" diye endişe ediyorlardı.

    elimizden geldiği kadar cesaret vermeye çalıştık. "köyünüzün şöhretini duyduk, biraz dinlenelim diyerek geldik" diyorsak da bu lafları yuttuklarını sanmıyorum. beraberimdeki gençlere "inceleme yapmaya geldik" dememelerini sıkı sıkı tenbihetmiştim.

    kadınlar erkeklerden daha dertli, cesaretli ve kuşkusuzdurlar. bir kapı eşiğinde çok yaşlı bir kadın oturuyordu. üstü başı yama içinde. bu yaşlı ninenin elinde bir borazan ağızlığı. ona baka baka ağıtlar okuyordu. çanakkale savaşında şehit düşen borazancı oğlunun ağızlığını sağ kalan askerler ona getirmişler. o günden beri o nine (tarlaya çalışmaya gidereyecek yaşta olduğundan) oğlundan kalan ağızlığa baka baka ağıt söylüyordu.
    yetiştirdiği evladından elinde bir o boru ağızlığı kalmıştı. titrek, hafif sesiyle 17 -18 yıldır yaktığı ağıtları okuyordu. gözlerimden boşanacak yaşları saklamak için gençlerin arkasına saklandım. o seste bütün türk
    halkının iniltisi yansıyordu.

    niyazi berkes - unutulan yıllar
    -----------------------------------
    niyazi berkes, yıllar sonra bu öyküyü bana anlatırken tam
    karşımda oturduğu için gözyaşlarını saklayacak yer bulamadı.
    (editör)
  • asıl büyük olay gece yarısından sonra idi. gazi ilk iki yere gittikten sonra halkevi'ne de geldi.

    yanında moskova'dan özel olarak gelen iki sovyet mareşali vardı.
    biri, bir süre sonra sovyetler birliği'nin cumhurbaşkanı olan marşal voroşilof, diğeri o
    zaman sovyet ordusunun pala bıyıklan ile ilgi çeken kamutanı mareşal budyeni.

    o zaman batı avrupa devletlerinin hiçbirinin ankara'da elçilik binası yoktu. mustafa kemal'in kurduğu
    cumhuriyetin yaşayacağına inanmadıkları için istanbul'daki elçilik binalarının yerine
    ankara'da yeni elçilik binası masrafına gerek görmemişlerdi. o yüzden ankara'da biri küçük ve mütevazı bir afganistan elçilik binası, diğeri yeni bir yapı stlinde yapılmış olan sovyetler
    birliği binası vardı.

    o zamanlar o devletledostluk o derecedeydi ki, onuncu yıl günü kentin istasyonundan samanpazarı'na kadar giden ana caddesi boyunca elektrik direklerinin üstüne küçük türk ve sovyet bayrakları asılmıştı.

    gazi'nin bu iki yabancı devlet mareşali ile gelişi halkı şiddetli bir heyecan içine düşürdü.
    halk, onu görmek için birbirini eziyordu. bir ara onun bunalır gibi eli ile üstüne doğru gelen halka biraz nefes almasına olanak vermeleri için işaret ettiğini gördüm. fakat o da heyecanlıydı.

    halkın arasında bir ara o da yabancı mareşalleri kollarından çekerek ortaya çıktı. boşaltı
    lan meydanda onlarla bir ara kazaska, bir ara
    zeybek havaları ile oynadıklarını görenler çıldıracak gibi olmuşlardı. hepimiz kalabalık ve heyecandan boğulacak gibiydik. yaşamımda
    unutamayacağım bir geceydi.

    yabancı devletler ancak bu 10. yıl kutlama programından sonra yavaş yavaş
    cumhuriyet türkiye'sine ısınmaya başlamışlardı

    yanılınıyorsam büyük devletlerden ikinci olarak almanya büyük elçilik
    binasını yaptırmıştı. ötekinden pek uzak olmayan bir yerdeydi.

    niyazi berkes - unutulan yıllar
  • fındıklı kahvelerine benzer bir yerdi. duvarlarda acem basması mustafa kemal paşa, fevzi paşa, hamidiye zırhlısı gibi resimler.
    ben içeri girer girmez hepsi ayağa kalktı. bana bir koltuk hazır-lamışlardı. hepsi birer birer "merhaba, hoş geldin, efendi" sözleri ile selamladılar. bunca insanla birer birer merhabalaşmak oldukça za-man aldı. kendimi halktan üstün bir kişi gibi görmeye alışık ol-madığımdan bu kadar insan karşısında çok sıkıldım. yıllar son-ra anadolu'da politikacıların dolaşmalarını gördüğüm zaman an-ladım ki "halk", "efendi"lere karşı hep böyle davranır. halk, adeta "efendi, gel beni aşağı götür, canının istediği gibi at, tut, sana ina-nalım" der gibidir.

    niyaz berkes -unutulan yıllar
hesabın var mı? giriş yap