5 entry daha
  • mümin gibi değil insan gibi yaşama hakkına sahip olmak isteyen ve insan gibi yaşamanın ön koşulu olarak dinin devlet denetiminde olmaması gerektiğine inanan (din ve devlet kavramının hiç bir biçimde ve platformda alakasının olmadığı-karıştırılmadığı-birbirini etkilemediği) farklılıkların, ayrımcılık yapmak gayesi gütmeden, hoşgörünün egemen olduğu renkli bir dünyada, eşit koşullarda bir arada yaşayabilmek adına yok sayılmaması gerektiğini düşünen ve farklı toplulukların (farklı inanç sahiplerinin) homojenleştirilmeye çalışılmadan da bir arada yaşayabilecek olgunluğa sahip olduğuna inanan ve bu gerçeğin göz ardı edilmemesini isteyenlerdir...

    t.c. ankara üniversitesi/sosyal bilimler enstitüsü/gazetecilik anabilim dali/etnik azinliklar, kültürel entegrasyon ve medyada temsil: nusayri topluluğu örneği/ yüksek lisans tezi/esin demirbaş/ankara, 2003-2004

    bu konuyla alakalı olduğunu düşündüğümden yukarıda belirtmiş olduğum tezdeki örnek topluluğun dahil olduğu üst şemsiye bağlamında yapılan bir takım tespit ve 4'üncü kuvvet medyanın gücünü de kısmen ortaya koyan bu çalışmadan alıntılar yapmak istiyorum (ne yazık ki din ve siyaset türkiye'de iç içe geçmiş durumda ve medya da bunu her daim besliyor gerek direkt gerek yan anlamlarla, alt metinlerle) :

    <<<
    türkiye’de 1980 askeri darbesini izleyen genel toplumsal ve siyasal değişimlerden alevilik de derin biçimde etkilenmiştir. bu şartlarda 80’li yılların ortalarından itibaren kimlik tesis edici bir ölçü olarak cemaat giderek daha fazla anlam kazanmıştır. çoğunluk toplumu karşısında ayırt edici ve sınır çizici bir vasıta olarak din ve dinden türetilen toplumsal ve kültürel değerler yeniden merkezi bir rol üstlenmişlerdir. dinsel geleneklerin yeniden formülleştirilmesi ve grup tarihinin yeniden yorumlanması -geleneğin icadına varıncaya dek- merkezi örgütsel görev haline gelmiştir. bu sürece, alevilerin yüzyıllarca uyguladıkları gizleme tavrını bırakarak öne çıkmaları eşlik etmektedir. aleviler modern tarihlerinde ilk defa kamu alanına çıkıp ve damgalanmış kimliklerini açıkça sahiplenmişlerdir. o zamana dek hiçbir zaman kollektif çıkarlarını, devlete karşı bu denli açık biçimde ifade etmemiş ve sünni çoğunlukla eşit haklara sahip olmayı talep etmemişlerdir (bkz: kehl-bodrogi 1992).
    dinsel kimlik kalıplarına geri dönülmesi ve mezhep ile kimlik sorunlarının siyasallaşması, alevilik içinde köklerinden kopma olarak algılanan bir kimlik ve anlam bunalımının ifadeleridir. sosyalizm ve enternasyonalizm gibi yeni, laik “dinlere” yönelik umutlarla ilgili yaşanan hayal kırıklıklarının da bunda özel bir rolü olduğunu savunan bodrogi yaptığı mülakatlar sonucu şu tespiti yapmaktadır: “geriye baktıklarında birçokları, mezhep sorununun -ve böylelikle aleviliğin toplumdaki tabi konumunun- sınıf çelişkisi gibi global sorunlar lehine ihmal edilmiş olmasını hata olarak görüyorlar. 70’li yılların sonundaki olaylardan, toplum geneline oranla olağanüstü çok sayıda alevinin etkilendiği tecrübeler bu durumda önemli rol oynamıştır” (kehl-bodrogi “tarih”56).
    faroz ahmad da birçoklarının hissettiği kimlik boşluğunun eski dinsel kimlik kalıplarına geri dönüşle doldurulduğunu ve toplumun çoğunluğu içinde dinsel dünya tasarımlarının yükselişi ile birlikte değerlendirilecek bir görüngü olduğunu savunmaktadır (bkz: ahmad 1988). ahmad’a göre bu gelişme, marjinal grupların siyasi merkez karşısındaki kimlik tanımlarına dair canfield’in tezini doğruluyor gibi görünmektedir: “kimlik kategorileri şartlara göre değişir. önemli siyasi kategorilerin dinsel olduğu yerde, marjinal topluluklar heretik (sapkın mezhep veya dinsel akideye aykırı olan) olur” (aktaran kehl-bodrogi “tarih” 58).

    devletin 1980’li yılların başından beri izlediği alevilerin asimilasyonunu başka bir deyişle sünnileştirilmesini hedefleyen din politikası aleviliğin yeniden inşa sürecinde ek bir hızlandırıcı etken olmuştur. 80’lerin başında bütün öğretim basamaklarında din dersi zorunlu kılınmış ve bu derste islamın sünni hanefi mezhebi öğretilmiştir. 80’li yılların ortalarından itibaren de sadece alevilerin oturmakta olduğu bazı bölgelere bölge sakinlerinin direnişine rağmen camiler yapılmıştır (“alevilik yeniden inşa olunurken” 38).
    bu süreçte artan özümleme çabası aleviler tarafından özkimliğe dönük bir tehdit olarak algılanmış, gençliğin sünnileşmesi ihtimalinden duyulan korku, alevileri geleneklerin ve bilginin nakledilmesindeki kopukluğun giderilmesinin yol ve imkanlarını aramaya sevk etmiştir. özümleme tehlikesine, “mitler, ritüelller ve inşa edilen gelenek yoluyla özel cemaati simgesel olarak yeniden yaratarak (cohn 37) karşı durulmuştur (aktaran kehl-bodrogi “tarih” 57).
    bu durumda büyük ölçüde laik olan yeni alevi seçkinlerinin mensupları -ki bunların çoğu din alimi değildir- “yol gösterici” ve bilgi nakledici görevini üstlenmişlerdir. alevilikteki güncel gelişmeleri, yakın ve ortadoğu’daki etnik-dinsel hareketlerde yaygın olan, “kendisini öncelikle görece geniş yeni orta sınıf seçkinlerinin önderlik iddiasında... ifade eden... “laiklik modelini” izlemişlerdir (thomas scheffler’dan aktaran kehl-bodrogi“tarih” 57).

    aleviliğin son on yılda olumsal bir inşa faaliyeti içinde olduğunu belirtmiştik. bunun en önemli nedeni alevilerin artık bir tehdit unsuru olarak algılanmamasıdır. ayrıca aleviler de bu olumsal inşa faaliyetinde etkindir. 1990’larla birlikte türkiye’de islami hareketin gelişmesine paralel olarak aleviler kendilerini çevrilmiş hissedip egemen söyleme entegre olmayı gelecekleri açısından daha güvenli bulmuşlardır. çünkü aleviler milli mücadele’den sonra osmanlı yönetiminin ortadan kalkmasıyla ortaya çıkan yeni rejimin kendilerini yaşadıkları sıkıntılı hayattan kurtarabileceğini ümit etmiş ve bunun öncüsü olarak da atatürk’ü görmüşlerdir. bu süreç aleviler için o zaman başlamıştır. ancak bugün daha belirgin bir biçimde aleviler kendilerini çoğunlukla rejime entegre edebilmek için atatürkçülüğü uygun bir araç olarak görmektedirler. osmanlı yönetimi zamanında ve cumhuriyet’in ilk yıllarında bir çok kesim tarafından dışlanan aleviler bugün hem islamcılar, hem milliyetçiler, hem de atatürkçüler tarafından sahipleniliyormuş gibi görünmektedir. ancak bu sahiplenilmenin perspektifi malumdur: pkk ve kürt meselesi gündeme gelince 1960’lı yıllardan beri böyle bir unsur olarak görülen alevilerin böyle olmadığı görülünce alevilerin haklarını destekleyen bir söyleme doğru kayılmıştır. devlet bu süreçte atatürk devrimlerini alevilerin sahiplenmesine ve pkk olayına soğuk baktıklarını görerek alevileri dışlamaktan vazgeçmiştir. özellikle 1993’ten sonra siyasal iktidarlar türkiye’deki gelişen islami hareketlere karşı aleviliği laikliğin sigortası olarak göstermeye başlamıştır. siyasi iktidarlar bunu yaparken alevi-sünni zıtlığı yerine artık alevi olsun sünni olsun laik, demokrat çağdaş kesime karşı muhafazakar şeriatçı kesim zıtlığını yarattılar ve medyada da bu söylem temsil bulmaya başladı. ancak yine de tüm haberlerin herşeye rağmen aleviliği sünniliğe, sünniliği de aleviliğe karşı savunan, birbirleriyle kıyaslayan ve ne olup ne olmadığı üzerine yorumlar yapan ya da yaptıran yapılar üzerine kurulduğunu görüyoruz. şayet bu iki mezhep birbirlerini ötekileştirmiyorsa, dışlamıyor ya da entegre etmeye ya da birbirine entegre olmaya zorunlu hissetmiyorsa neden hep birinden söz etmek ötekinden de sözetmek halini alıyor? tabi böyle bir söylemin temsili kesinlikle sözkonusu değildir. burada da bu cümleler farklılığın yazıldığı ve söylendiği andan itibaren anlamlı olup aynı dil dizgesi içinde nasıl kurulduğunun altını çizmek bağlamında sarfedilmiştir. hartog’un belirttiği üzere “anlatı, başkasını tercüme ederken aynı anda iki terimden fazlasını üstlenmez. başkalık retoriği ikili olmak eğilimindedir. anlatıdaki başkası (ikisinin de başkasını) ifade eder”. örneğin incelediğimiz haberlerin nesnesi alevi ve sünniler için başka olan (olumsuz anlamda) aşırı islamı temsil eden şeriatçılardır. en azından haber, genellikle, bizi bu söyleme götürecek şekilde kurulur.
    alevilerde 1990’lı yıllarda kendini gösteren ve basında da temsil bulan değişimlerden biri cem vakfı başkanı izzettin doğan tarafından dillendirilmiştir ya da öyle bir şey yoksa da izzettin doğan entegre olmuş iyi bir alevi olarak tüm alevileri temsilen şöyle bir çağrı yapmaktadır: “artık sağ partilere de oy verebilmeliyiz” (14. 08. 1998, yeniyüzyıl). nisan 1999 seçiminin yakın olduğu bir dönemde bu çağrıyı yapan doğan, sol kesimin alevileri koruyamadığını ve “alevilerin sol partilere oy vermesinin yanlış bir siyaset” olduğunu söylemektedir. doğan’a göre “sünni değilseniz bu ülkede general, vali, emniyet müsteşarı olamıyorsunuz. aleviler hala devlet görevinde bulunamıyorsa bu işte bir terslik var demektir. bundan böyle aleviler, sosyal demokrat partilerin yanında atatürkçü cumhuriyeti savunan liberal demokrat merkez sağ partilere de oy verebilmelidir”.
    bu sözleri dile getiren doğan başkanlığını yaptığı cem vakfı için devletten yardım almıştır ve bu vakıf devletten yardım alan ilk alevi örgütüdür. bu durum türkiye’de yaşayan birçok alevinin tepkisini almıştır. doğan ayrıca rp’nin de seçim işbirliğini kabul etmiştir. ancak bu işbirliği basın yoluyla kamuoyuna yansıyınca yine basının ve bazı kalemlerin manipülasyonuyla alevilerin çoğundan tepki almıştır ya da birkaç tepki genele mal edilmiştir. görüldüğü üzere alevilik basında genellikle sözünü ettiğimiz kendini “alevi temsilcisi” ilan edenlerin beyanlarıyla temsil edilmektedir. bunların söylemleri bir kısım alevinin bakış açısını temsil ederken bir kısmını ise yok saymaktadır.

    aleviler bunların dışında medyada hep olağanüstü bir olaydan sonra gündeme gelmektedir. istanbul-gaziosmanpaşa’daki olaylar sonrasında olduğu gibi ya da bir sunucunun (güner ümit) televizyondaki gafına duyulan tepkilerde yaşandığı gibi veya onarılmak istenen cem evine refahlı belediye zorluk çıkardığı zaman ve bilinen benzerlerinde olduğu üzere. böyle olağanüstü olaylarla gündeme geldiği için de, alevilik konusu genellikle olduğundan başka şeylerle temsil edilmektedir. daha doğrusu belki de sadece olduğu/olmak zorunda olduğu şeylerden biriyle temsil edilmektedir. başka bir deyişle toplumsal bağlama ilişkin olarak olmayı tercih ettiği şeylerden biriyle temsil edilmektedir. bu da şeriat karşıtı modern ve laik bir imajdır.
    1998 yılında hacı bektaş’ı anma törenleri öncesinde hacı bektaş ilçesinin chp’li belediye başkanı: “kimse buraya oy hesabıyla gelmesin” (18. 08. 1998, zaman, hürriyet, cumhuriyet) derken mensubu olduğu partinin de alevileri oy hesabıyla sahiplendiğini bilerek: “türkiye’de politikacılar, bir çok şeyle beraber dini kimliğe de sadece oy hesabıyla bakarlar. solun oy deposu olarak görüldükleri için, aleviler, sağ partiler tarafından yıllarca ihmal edildiler; alevilerin soldan çözüldüğü işaretleri alındığından beri ise sağ partiler de, sembolik davranışlarda bulunuyorlar alevilere karşı...” demektedir. ancak devletin üst düzeyi ve politikacılar daha sonra da olduğu gibi o yıl da hacı bektaş’a gidip törenlere katımışlardır. böylece şeriatçı islama karşı aleviliği kalkan olarak gören ve son dönemlerde aleviliği yücelten söylemleriyle dikkat çeken siyasi erkan aleviliği siyasallaştırmanın propagandasını yapmaktadır. hacı bektaş şenlikleri sonrasında göze çarpan köşeyazısı ve haberlerin büyük kısmında, sanki kendilerinin buna hiç katkısı olmamış gibi, aleviliğe bakışın devletin üst kademelerinde değişmesinin eleştirisi söz konusudur. örneğin radikal gazetesi’nin 07. 09. 1998 tarihli sayısında “devletin yeni resmi dini: alevilik” başlıklı köşeyazısı dikkat çekicidir. hasan bülent kahraman “aleviliğin devletin ‘resmi mezhebi’ hatta dini haline getirilmeye çalışıldığını” iddia etmektedir. ona göre alevi kesim de sessizliği tercih ederek devletin bu eğilimine gizli bir destek vermektedir. aslında kahraman’ın bu tespiti çok da yanlış sayılmaz ancak bu girişim siyasaldır. daha önce sözü edilen nedenlerden dolayı böyle bir izlenim doğmaktadır. bütün bu süreç cumhuriyet tarihindeki çelişkili ve zıtlaşmalı din-devlet ilişkisinde yeni bir aşamaya gelindiğinin kanıtıdır. cumhuriyet kurulduğundan bu yana laiklik adı altında sunulan ve aslında devletin dini denetlemesi olarak ortaya çıkan yaklaşım bu yapıyı kurabilmek için kullandığı diyanet işleri başkanlığı’ndan alevi kesimini dışlamıştır. tümüyle sünniliğe dönük resmi anlayış uzun bir süre alevilerin tepkisiyle karşılaşmış ancak, daha ziyade, 1980’lerden sonra dillendirilmiştir. bu kesim de artık devlette temsil edilmek istediğini söylemeye başlamıştır. bu süreç içinde islami köktenciliğin gelişmesi ve bunun sünnilikle içiçe geçmesi sonucu alevilik siyaset ve bürokrasi seçkinleriyle askeriye arasında ortak bir uzlaşma zemini olmuştur. buna paralel olarak alevilerin de bu dönemde yeni bir siyasal arayış içine girdiği kuşkusuzdur. devletin olanaklarından dışlanmış bir kesim olarak hemen her siyasal kanatla ittifak arayışı içinde bulundukları 1991 ve 1995 seçimlerinde görülmüştür. kimlik taleplerinin ve tanımlarının öne çıktığı bir dönemde böyle bir arayış da çok anormal değildir. türkiye’de 1960 ile 1980 yılları arasında, 20 yıl keskin ideolojik çatışmalar olmuş ve bu dönemde aleviler içlerinde öyle olanlar olsun ya da olmasın “dinsiz-komünistler” olarak algılanmışlardır. oniki eylül 1980 sonrasında türkiye’deki gelişmeler 1990’dan itibaren de sovyetler birliği’nin çöküşüyle birlikte dünyadaki değişmeler aleviler açısından yeni bir dönemin başlamasına neden oldu ve bu dönemde alevilik yeniden tanımlanmaya, başka bir deyişle, yeniden inşa edilmeye başladı. bu inşa faaliyeti halen sürmekte olup, aleviler toplumda tutunacak ipuçları aramaktadır. bu nedenlerle de her fert farklı bir grup aidiyetini kabul edip orada yer alabilmektedir. ancak cem vakfı başkanı izzettin doğan’ın rp ile işbirliği yapma girişiminde olduğu üzere fertlere, belli bir gruba özgü seçimler, medyada alevi cemaatinin geneline aitmiş gibi sunulabiliyor. buna başka bir örnek de 6 eylül 1998’de ankara’da selim sırrı tarcan spor salonu’nda yapılan mhp küçük kurultayına katılan alevilerdir. türkiye gazetesi yazarı yavuz bülent bakiler bu konuda “mhp küçük kurultayı’nda beni en çok duygulandıran mhp’li aleviler oldu. yirmi beş- otuz kişilik bir grup halinde bana geldiler. türkiye gazetesi’nde alevilikle ilgili yazılarımı büyük bir dikkatle okuduklarını söylediler.... o sohpetten duyduğum huzuru ifade etmek mümkün değil. türkiye’de binbir türlü yanlışlar ve zorluklar yanında; binbir türlü doğrular ve güzellikler de var. ben o doğruların ve güzelliklerin çoğunu, küçük kurultay’da mhp’li alevilerden dinledim: ‘sizin de belirttiğiniz gibi türkiye’de alevi-sünni gerginliği cehaletten doğuyor! aleviler, aleviliği sünniler de, yeteri kadar, sünniliği bilmiyorlar. daha doğrusu türkiye’de müslümanlar, yeteri kadar müslümanlıktan haberdar değiller. mesela alevilik adına konuşanlardan biz de derin bir üzüntü duyuyoruz. adamlar hem aleviyiz hem de sünni eğitime, sünni anlayışa karşıyız! diye ağızlarını açıyorlar, şaşırıp kalıyoruz. biz türküz. hz. ali’yi türkler şehit etmedi. hz. hasan’ı türkler zehirlemedi, kerbela’da hz. hüseyin’i türkler parçalamadı. hz. ali ve ehlibeytine yapılan zulmü sünni türklerden hiçbiri tasvip etmedi. hal böyleyken bir alevi, neden sünni kardeşine yezid diye nefretle baksın? mhp, alevi meselesine siyasi açıdan bakmıyor, alevileri ateist veya marksist yapmak istemiyor. bu bakımdan mhp saflarında huzurla çalışıyoruz. alevi ama türk ve müslüman olarak devletimize, milletimize hizmet ediyoruz’ mhp’li alevilerden dinlediğim bu sözler içimi ve dışımı aydınlattı”(12. 09. 1998, türkiye) demektedir.
    türkiye’de birbirinin ötekisi olarak görülegelmiş ve, son zamanlardaki tüm çabalara rağmen, görülmeye devam etmemesi bir ütopya gibi görünen alevilik ve sünnilik konusunda korkulagelen önemli bir sorun da aralarında daha önce olduğu gibi söylemsel düzeyi aşan çatışmalar çıkmasıdır ki, bunun en yakın zamanda milliyet gazetesi’nin 11. 04. 2001 tarihli sayısındaki bir haberde dillendiğini görüyoruz: haber adalet bakanlığı’nın ve diyanet işleri başkanlığı’nın ceza evlerinde tutukluların “ıslah edilmesi ve topluma kazandırılması” için buldukları çözümle ilgilidir. bu konuda baskın oran’ın uyarısına dikkat çekilmektedir. oran, “buna benzer bir projeyi adalet bakanı iken rp’li sevket kazan gündeme getirmiştir. hevesi kursağında kalan adalet bakanlığı müsteşarı ihsan ersaş’a göre kur’an dersleri, isteyen tutuklu ve hükümlülere verilecektir. diyanet işleri başkanı m. nuri yılmaz ise daha bonkör: alevi tutuklular ve hükümlüler de isterlerse derslere katılabilecekler. böyle bir uygulamaya ancak ‘sakın ha!’ denir. dışarıda allah’a kitab’a söven kabadayının bile 5 vakit namaza durduğu cezaevlerinde ‘kur’an dersine gitmiyorum’ diyeni ne yaparlar biliyor musunuz? fırtınadan önce korkunç bir sessizlik yaşanan cezaevlerini yeniden mi ateşlemek istiyorsunuz? alevi sünni çatışması çıkar diye korkmuyor musunuz?” uyarısında bulunmaktadır.
    oysa daha önceleri türk basınının başlıca gazetelerinde 1995 yılının mart ayında meydana gelen gaziosmanpaşa ve ümraniye olaylarının bir alevi-sünni çatışması olmadığı, bu olayların meydana gelmesinde tetikliyenlerin “türkiye üzerinde emelleri olan iki saldırgan komşu” (21. 03. 1995, türkiye, milliyet, hürriyet) olduğu yönünde söylemler yer almaktadır. bu iki “saldırgan komşu” da yunanistan ve suriye’dir. basın akredite kaynaklardan aldığı bilgiler doğrultusunda pkk ve bu iki ülke arasında güçlü bir bağlantı bulunduğunu ve türkiye’de çesitli bölücü eylemlerin sahneye konmasında bunların önemli bir etkisi olduğunu dile getirmektedir. oysa yine aynı basın 17 ağustos 1999 depremi sonrasında yunanistan’ı “ötekileştiren” söylemini kırarak bir dostluk söylemi kurmuştur: türk-yunan dostluğu kastedilerek “özlenen tablo” (27. 08. 1999, hürriyet), “büyük acıya kardeş ağıtlar” (05. 09. 1999, hürriyet), “sana da geçmiş olsun komşu” (08. 09. 1999, milliyet) başlıkları tüm türk basınında manşet haberler olmuştur. yani türk basını dönemin koşulları, türkiye’nin çıkarları ve akredite kaynaklara göre söylemini belirlemekte ve aynı özneyi tekrar takrar farklı bir şekilde inşa edebilmektedir. örneğin gaziosmanpaşa olayları sırasında cumhurbaşkanı demirel’in “alevi-sünni çatışması yok, yasadışı kişilerin devlete başkaldırısı var” sözleri 21.03. 1995 tarihli bir çok gazetede ilk sayfadan verilen bir haberdir. oysa bu, olanın olduğundan başka bir biçimde ifade edilmesinden başka bir şey değildir. neyazık ki kenar mahallelerde yaşayan alevi ve sünni halkın yoksul ve kendini dışlanmış hisseden kesimleri tarihten gelen bir mezhep kavgasının peşindedir. bu durum da aslında gündeme gelme, gündemde oma arzusunun bir ürünüdür. dışlanmışlıklarına tepkisel olarak birbirlerini dışlamak ve ötekileştirmek isteyen bu kesim bu kavgayla temsil bulacağını, ilgi göreceğini düşünmektedir ki kısmen öyle de olmaktadır. yani medyada bu kavgayla değil, daha ziyade, belki de akıllarınan bile geçirmedikleri başka bir kavgayla temsil bulmaktadırlar: cumhurbaşkanı demirel “hadise karakola karşı yapılan bir harekettir. yani kendilerini alevi diye sunan yasadışı kişilerin devlete başkaldırısıdır bu. bu olayların arkasında karanlık güçler var” (21. 03. 1995, türkiye). bu “karanlık güçler” söylemi yoruma açıktır ama yorum da bağlama göre yapılır. yani basına göre bu karanlık güçler suriye veya yunanistan’ın tetiklediği pkk yandaşları veya rp’li belediyelerin -yani şeriat isteyenlerin- istekleri doğrultusunda hareket eden polistir. yani şeriatçı güçlerdir. örneğin milliyet gazetesi muhabiri gaziosmanpaşa olayları sonrasında izzettin doğan’a şöyle bir soru yöneltir: “son olayların rp’li belediyelerin içinde adacık gibi kalmış mahallelerde çıkması; polisin ayrım yaptığı endişesinin arttığı bir sırada olması sizce tesadüf mü?” (22. 03. 1995, milliyet). bu soru rp’lilerin alevileri kullanmak istedikleri için bu hareketleri tahrik etmiş olduğu kanısını taşımaktadır.
    bu konu bağlamında incelediğimiz dönemi şöyle yorumlamak makuldür: alevilik kapalı toplum yapısından açık topluma geçiş sürecinin sancılarını yaşarken bu sorun ve sancılar üzerine politikalar inşa edilmiş/edilmekte diğer yandan da aleviler kendi geleneklerini yeniden yorumlayarak “demokratik kimlik” anlayışıyla dinsel yönlerini bastırmış (bu anlamda kapalı olmaya devam etmiş) ve böylece toplumda kabul görecek olgun bir kimlik üretmişlerdir. yani alevilik doğuştandır, sonradan alevi olmak diye bir şey yoktur. ancak demokrat olmak mümkündür. alevilerin kamu alanında kaynaşma arzusu ve dönemsel olarak değişen koşullar alevi kimliğinin yeniden yorumlanmasının önemsenecek nedenleridir. basın da bu anlamda onların bu arzusuna ve devletin egemen söylemlerine hizmet eden yayınlar yapmıştır. örneklemeye çalıştığımız haberler zannediyorum bu savı destekler niteliktedir.

    b.1.b. alevilik konulu haberlerin makro yapısal özellikleri

    tematik yapılar: van dijk, tematik yapı terimi ile haber metninin konularının ya da temalarının hiyerarşik düzenlemesini kasteder (aktaran keskin 103). her haber metni belli temaların hiyerarşik örgütlenmesinden oluşur. bu hiyerarşik örgütlenme içinde önemlilik atfeden temalar önden, detaylar ise sonradan verilir. hangi olayın, diğerlerine göre daha önemli görülüp ilk sayfaya, oradan da manşet ya da sürmanşete taşındığı, başlıkta olayın hangi önemli boyutunun önplana çıkartıldığı gibi noktalar bu hiyerarşik yapıyı belirler. bazı belirli temaların metinsel yapı içinde öne geçmesi, bir açıdan habere konu olan olayların anlamlandırılmasında egemenliğini kurması, okuyucunun bilişsel yapısı üzerinde de etkili olur.
    bu anlamda elimizdeki haber metinlerine baktığımızda bunların söylemlerinin; tekrar eden, kıyaslayan, başka bir şeyin yerine koyan, adlandıran bir özellik taşıdığı ve bu söylemlerin birbirleriyle çatışan fikirleri de barındırdığı görülmektedir. bu metinler çoğunlukla görmek ve göstermek arzusundadır. elimizdeki materyal şimdi de bu doğrultuda sınıflanmaya çalışılacaktır:
    tekrar eden söylemler ve “klişe temsil”
    - “her alevi doğuştan atatürkçüdür” (22. 01. 1996, cumhuriyet): bu haber başlığı son dönemlerde sıkça tekrar eden bir temanın ürünüdür. öne çıkan bu başlık yukarıda söz edilen koşullar göz önüne alınarak okunduğunda bu tür söylemlerin amacının ne olduğu açıktır. ayrıca bu haberin içeriğine baktığımızda, detaylarının bazı imaları da taşıdığı görülmektedir.
    cem vakfı kadınlar kolu’nun düzenlediği bir davetten söz eden haberde öne çıkarılan cem vakfı kadınlar kolu başkanı şengül tükek’in konuşmasının bir bölümünde dile getirdiği alevilerin atatürkçü olduğu fikridir. bu düzanlama yaslanan yananlamlar ise haberin temsil iddiasında bulunduğu topluluğun tamamını yansıtmamaktadır. daha doğrusu haber göze batmayan imalarla gizlenen anlamları barındırmaktadır. düzanlamsal olarak “aleviler moderndir” diye okunabilecek “davetli kadınların hemen hepsi bu yılın modası açık kahverengi ağırlıklı kürkler giymişti” cümlesi bir anlamda hepsinin tek-tip giyindiği olarak da okunabilir ki haberin son cümlesi bu okumayı pekiştirir niteliktedir. hatta bu son cümle aleviler en az davetlileri kadar şık ve onları taklit eden benzer bir gövde gösterisi içindeydi imasını da taşımaktadır: “marka giysiler içinde, kulakları, boyunları, kollarında mücevherler parlayan alevi ve alevi olmayan kadınların katıldıkları çay partisi semah ekibinin gösterisiyle son buldu”.
    elbette bu haber tekrar ettiği temaya yaslanan farklı okumalara da tabi tutulabilir. bu okuma daha önce incelenen haberler ve onların nasıl bir temsil ekonomisi içinde gerçekleştirildiği düşünülerek bu şekilde yorumlanmıştır.
    - “aleviler bölücülere prim vermez” (13. 02. 1996, türkiye): belli aralıklarla tekrar eden bu söylem düzanlamsal olarak alevilerin bölücülük yapmadıklarını, yapmayacaklarını ve yapanları da desteklemeyecekleri fikrini içerir. oysa burada öne çıkan anlam, yananlamsal düzeyde kalsa da bundan duyulan kuşkudur. bazı alevilerin pkk, dhkpc ve benzer terör gruplarıyla ilişkileri bireysel bazda katılımlar dolayısıyla bazılarınca tüm cemaate mal edilmeye çalışılmıştır. bu gruplara sadece çeşitli etnik kökene bağlı alevi gençler değil, sünni gençler de katılmışlardır. ancak sünni gençlerin katılımı topluluk düzeyinde aynı “tehdit” algılamasını ve “kuşku”yu oluşturmaz. bu da etnik ve mezhepsel farkların söylem düzeyinde nasıl ortaya çıktığının göstergesidir. bu barthes’ın “toplumsal mit” kavramıyla açıklanabilir: “mit kendi işleyişini gizler ve anlamlarını doğalmış gibi sunar” (fiske 170). örneğin hiçbir zaman “sünniler bölücülere prim vermez” gibi bir haber gündeme gelmemiştir. çünkü bu söylem “toplumsal mit”e ters düşer ve doğallanamaz. ayrıca burada “fark” kavramına değinmek de anlamlı olacaktır. alevilerin bölücülüğe prim vermeyeceğinden bahseden haber doğrusal olarak okunduğunda ister istemez akla sünniliği getirmekte ancak direk sünniler bölüçülüğe prim verir gibi bir anlamı çağrıştırmamaktadır. daha ziyade bu iki ötekiliğin birbirleri için iyi-kötü, tehlikeli ve gerekli olma özelliklerini taşıdıklarını göstermektedir.
    tekrar eden bir başka “klişe söylem” de “aleviler, laikliğin ve demokrasinin sigortasıdır” (25. 05. 1992, cumhuriyet) söylemidir. bu söylem irticanın bir tehdit olarak görülmeye başlanmasıyla beraber gündeme gelen bir klişe söylemdir. çünkü özellikle alevi kesime mal edilen laiklik söylemi, içinde birçok paradoksu barındırır. laikliğin temel gereği din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı olmasıdır. ancak laiklik türkiye’de dini devlet denetimi altında tutmak şeklinde uygulanmaktadır ve bu uygulama daha ziyade uzun bir süre sünni islamı denetim altında tutup diğerlerini görmezden gelmek şeklinde devam etmiştir. halen devam edense sünni islamı diyanet işleri başkanlığı aracılığıyla denetim altında tutup diğerlerini çeşitli yasa ve yasaklarla dışlamaktır. ya da değindiğimiz üzere alevilikte olduğu gibi o mezhebi olduğundan başka birşeyle temsil etmektir. tabi bu alevilerin laik, demokrat, atatürkçü, çağdaş vb. olmadıkları anlamına gelmez ama bunların ön plana çıkarılması ister istemez yaratılmak istenen bir başka ötekiliğin inşasını düşündürtür. bu da laik, demokrat, atatürkçü, modern alevi ve sünniye karşın gerici ve şeriatçılar karşıtlığıdır. çoğunlukla alevilerin laiklikle özdeşleştirilmesi alevilerin laikliğe uzun yıllar dışlanmış olmalarından doğan görece yakınlıklarıyla ilgilidir. bu durumsa yukarıda belirttiğim üzere paradoksal bir durumdur. bu anlamda böyle bir temsil süreç içinde inşa edilen bir anlayışın ürünüdür.
    kıyaslayan söylemler
    - “alevi-sünni gerçeği olduğu gibi kabul edilmelidir” (14. 05. 1993, cumhuriyet): bu başlık halk müziği sanatçısı arif sağ’la yapılan bir röportajın başlığıdır. muhabir röportaja direk “alevi-sünni inançları arasında günlük yaşantınızdaki somut farklılıkları veya benzerlikleri söyleyebilir misiniz?” sorusuyla başlamıştır. arif sağ da bu doğrultuda kıyaslamalar yapar. bu sözünü ettiğimiz klişelerin yer aldığı ve inançsal farklılıkların anlatıldığı bir röportajdır. kıyaslayan söylemler bir açıdan da tasvir eden ve adlandıran bir yapı taşırlar. bu anlamda alevi veya sünni olanla ikisine de eşit mesafede duranın kıyas, tasvir ve adlandırmaları küçük de olsa farklılıklar arzetmektedir. örneğin arif sağ röportajı, sağ bir alevi olduğu için aleviliğin olumlu yönlerini ortaya çıkarıp olumsal tanım ve adlandırmalar yapan bir özellik taşırken, diyanet işleri başkanı m. nuri yılmaz’ın alevilik ve sünnilikle ilgili tanım ve adlandırmaları bir olumsuzluk taşımasa da konumundan kaynaklı bir ortalama söylem taşır: “alevilik sünnilik meselesi nereden çıktı? ortalığı karıştırmak isteyen üç beş kişiden çıkıyor. alevilik sazıyla sözüyle bir kültürdür. dinle ilgisi yoktur sünnilik de sünnete inanan demektir. hepsi müslümanlıkla ilgili şeylerdir” (25. 05. 1993, cumhuriyet).
    aleviliğe de sünniliğe de eşit mesafede duranlar ise literatür taramasına dayalı tarihsel veriler ışığında tanımlar yapmayı tercih ederler ki, bunların görüşlerine önceki bölümlerde yer verilmiştir. tüm alevilik tanımları tanımlamak istediği -olduğunu varsaydığı- özle aynı olmaz/olamaz. söz bir şeyin zihnimizde bıraktığı izlenimden başka bir şey değildir. söz ancak bir fikrin baskısıdır, imgesidir. imgeden öze ulaşmak mümkün değildir. imge ancak o şeyin kavramını elde etmeye yarar ve bu kavram farklı kişilerin zihninde farklı izlenimlerden doğmuş olabilir. kavramlar o nedenle çoğu zaman bireyseldir. bireylerin zihninde zamanla -toplumsal bağlamı içinde- değişim gösterebilir ve bir öze göndermede bulunmaya yaramazlar.
    çatışkılı söylemler
    bu söylemler aslında -ve genelde- cümle yapısı itibariyle çatışkılı gibi görünseler de özünde aynı anlama göndermede bulunurlar: “hocadan alevilere: hepiniz sünnisiniz” (28. 10. 1996, milliyet) ve “erbakan: biz de aleviyiz” (20. 07. 1995, hürriyet) söylemlerinde olduğu gibi. çatışkılı görünen bu iki söylem aynı fikre gönderme yapar bu da her alevi ehlibeyti, hz. ali’yi, onlar da hz. muhammed’i örnek olarak aldığına göre tüm alevilerin sünni olduğu fikridir. bu fikirse aleviliğin farklılıklarını görmezden gelerek hz. muhammed sevgilerini baz alarak ya da sünnilerin de hz. ali sevgilerini baz alarak ikisinin de aynı şey olduğunu söylemek anlamına gelir. oysa bu bir kelime oyunundan başka bir şey değildir. “her alevi sünni, her sünni alevidir” söylemi sadece farklılıkların benzerliklerimiz içinde eridiği sürece varlığını kabul ederim anlamını taşımaktadır. ayrıca erbakan’ın bu söylemleri alevi kesime seçim işbirliği teklif ettiği dönemden sonradır (bkz: 27. 01. 1994, milliyet).
    buna benzer çatışkılı başka söylemler de mevcuttur. örneğin aleviliğin bazen mezhep, bazen kültür, bazen de bir felsefe olarak tanımlanıp bu doğrultuda söylemler üretildiği göze çarpan bir çatışkıdır: “diyanet işleri başkanı m. nuri yılmaz: alevilik mezhep değil kültür” (25. 05. 1993, cumhuriyet), “prof. dr. izzettin doğan: alevilik caferiliğin batıni koludur, anadolu aleviliği türk islamıdır” (22. 03. 1995, milliyet), “kültür bakanı fikri sağlar: alevilik bir felsefedir” (24. 05. 1992, cumhuriyet), “diyanet işleri başkanı m. nuri yılmaz: aleviler islam dışı değil” (21. 11. 1994, sabah), “semah kültür vakfı başkanı selim kazak: alevilik islamın içinde bir mezheptir” (06. 11. 1993, cumhuriyet), “alevi dedesi süleyman er: alevilik ne dindir ne de mezhep, o bir siyası tavırdır” (07. 11. 1993, cumhuriyet), “ ilahiyat fakültesi öğretim üyesi prof. yaşar nuri öztürk: alevilik islam dışı değildir, camiye gelmeyenler islam dışı sayılmasın” (05. 11. 1993, cumhuriyet). başlıklarına bakarak birbirleriyle çelişir görünen bu haber başlıklarının alt metnine baktığımızda yaklaşık olarak hepsinin aynı şeyi söylediğini görürüz. bu da müslümanlığın bir din olduğu, aleviliğin de sünniliğin de bu din içinde olduğu ve önemsiz farklar barındırdığıdır. alevilik ister mezhep, ister felsefe, ister kültür, ister siyasi bir tavır olsun müslümandır. önemli olan da farklılığı değil, bu ortaklığıdır. en azından basına yansıyan söylem budur ve bu söylem diyanet işleri’nin sünni islamı temsil etmesini haklı çıkarmaya yönelik bir çabanın ürünüdür. bunun böyle bir çabanın ürünü olduğunu yine m. nuri yılmaz’ın sabah gazetesi’ne yaptığı açıklamada daha net bir şekilde görüyoruz: “ diyanet işleri başkanlığı, bütün müslüman kardeşlerimize hizmet veren bir müessesedir, mezhepler ve meşrepler temsil edilemez. burada sadece islam anlatılır. aleviler de islamdışı değildir” (21. 11. 1994, sabah). ancak bu ifadeden yılmaz’ın aleviliği bir mezhep olarak gördüğü ve islamın içinde olan bir mezhep olduğundan ayrıca temsil edilmesini lüzumlu bulmadığı anlaşılır. anlamsal olarak benzer ve yapısal olarak çatışkılı görünen bu söylemler sloganvari söylemlerdir. bu slogan söylemler hep aynı şeyi, yani dönemin politik stratejileri neyi gerektiriyorsa onu söyler. bu anlamda birbirleriyle çatışır görünen bu slogan söylemler önemli değildir. önemli olan içerikleridir ve bu içerikler aynı şeyi söyler.
    nusayrilerle ilgili haberlerdeki belirgin söylemler
    alevilik, yukarıda söz edilen doğrultuda, bir dönem tamamen yok sayılıp görmezden gelinirken 1990’lar sonrası aleviliğin “anadolu islamı” olduğu yönünde açıklamalar yapılmış ve türkiye’de yaşayan bazı aleviler de sünniler de ne olduklarını değil ne olmaları gerektiğini düşünerek bu doğrultudaki söylemlere sessizlikleriyle gizli bir destek vermişlerdir. aleviler de sünniler de olumsuz olmadıktan sonra bir inşa faaliyetinin öznesi veya nesnesi olmaktan rahatsız görünmemektedirler. yeter ki birileri çıkıp abuk-subuk gaflar yapmasın, bilinçaltındakileri açığa vurmasın. ancak bazen yapılan bu gaflar, bir anlamda, medyada hiç temsil bulamamış etnik azınlıkların kendilerinden söz etmek için yakaladıkları “iyi bir fırsat” olabilmektedir. çünkü bir “nefsi müdafa” durumu dolayısıyla ortaya çıkıp “biz buyuz” diyebilmişlerdir. öbür türlü diyemezlerdi. çünkü türkiye’de bir kürt realitesi vardır ve dolayısıyla “bölücü” olarak suçlanabilirlerdi. çalışmamızda örnek olarak ele alınan nusayriler de, türkiye’nin pek sevilegelmeyen komşusu suriye’de bir azınlık (nusayri) yönetimi sözkonusu olduğundan benzer bir korkuyu ve tehditi anıştırabilirlerdi ki, bu nedenle kutan’ın gafına kadar susmuş ve görmezden gelinişlerine ses çıkarmamışlardır.
    yazılı basında 1998 sonrasında yayınlanan nusayrilikle ilgili haberlerde (bunlar parmakla sayılacak kadar azdır ve daha ziyade bir olay sonrasında gündeme gelmiş köşeyazıları yoğunluktadır) vurgulanan nusayriler için mezhepsel ve etnik kimliklerinin siyasi ve milli bir dava olmayıp, türkiye vatandaşı oldukları için bu toplumun bir parçası olduklarıdır. nusayrilikle ilgili haberler üç ana konu etrafında ele alınabilir:
    1- nusayriliğin ne olduğunu açıklamaya yönelik dizi haberler ya da dergilerdeki araştırma yazıları (bunlar genellikle cemaatten kimselerle yapılan röportajlardan ve çekilen fotoğraflardan oluşur).
    2- fazilet partisi (fp) lideri recai kutan’ın 6 ekim 1998’de meclis kürsüsünde yaptığı gaf sonrası “sapkınlık” tartışması.
    3- sempozyumlarda sunulan tebligatlar sonrası yapılan haberler (bunlar genellikle tebligatlarla ilgili ayrıntıya girmez genel olarak hangi konuların tartışıldığını belirtirler. bkz. cem dergisi sayı 73-85 1998. s-11-14).
    birinci gruba giren haberler son dönemlerde yaygınlaşmıştır. bunlar da ikinci gruba giren haberlerle nedensel bir ilişki içindedir. yani topluluğun dışa açılma ve kendini ifade etme eğiliminin doğmasındaki belirgin neden budur. en azından görünen belirgin neden budur demek daha yerinde olacaktır. ayrıca kutan’ın gafı sonrası gazetelerin “laik, demokrat ve ilerici” oldukları misyonunu bu topluluk üzerinden pekiştirmeye çalıştığı yorumu da çok yanlış bir yorum olmayacaktır.
    ikinci gruba giren, gaf sonrası “sapkınlık” tartışmasını da daha ziyade köşe yazarları yaparlar. bunlar da konuyu genel olarak siyasal düzlemde tartışırlar. yani fp zihniyetini eleştiren, diğer alevi toplulukları gibi bu topluluğun da atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı çağdaş kafalı insanlardan oluştuğunu ve onların irticaya karşı bir kalkan olduğunu vurgulayan yazılar yazmışlardır (bkz. 07.10.1998 - 21.10.1998, radikal, akşam, milliyet, yeniyüzyıl, takvim, cumhuriyet, hürriyet). bunların yanı sıra suriye ve hafız esat meselesi de kutan gibilerin esat zihniyetinde olduğu ve kutan’ın gafıyla bir kez daha temsil olunan refah zihniyetinin düştüğü ümmet yanılgısına nusayrilerin düşmeyeceği hem köşe yazılarında hem de toplulukla yapılan röportajlarda dile getirilmiş ve dile getirtilmiştir.
    1990’larda gündeme gelen olaylar ve daha önce belirttiğimiz nedenlerle medyada geniş yer bulan alevilik tartışma ve söylemlerinde nusayrilerin esamesi okunmazken 1998 yılı itibariyle nusayriler türk basınında farklılıkları ve anadolu aleviliği ile benzerlikleri doğrultusunda temsil bulmuş ve “suriyeleşme sendromu” korkusu unutularak basın “iranlaşma sendromu” üzerine söylemler tutturmuştur (en azından kutan’ın gaf olayı sonrasında tepkilerin taze olduğu dönem içinde).
    cumhuriyet gazetesi’nde “suriyeleşme sendromu söylemi üzerine” başlıklı bir yazısı yayımlanan cemal şener 28 şubat kararları sonrasında “dini siyasetlerine alet edenler”in (şener, 29. 04. 1998, cumhuriyet) ülkeyi karanlık emellerine alet etmek için “silahlı kuvvetler ve laiklikten yana olan toplumsal kesimin” (laikliğin ve demokrasinin temsilcisi alevi ve sünni vatandaşlar) arasını açmaya çalıştıklarını iddia etmekte ve hasan celal güzel’in “ordu içinde komünist-alevi örgütlenmesi” olduğu yönünde söylentiler yayarak türkiye’de suriye gibi mezhepçi-baasçı bir rejim yaratılacağı korkusu aşılamaya çalıştığını söylemektedir. bu söylentiye de şöyle bir savunuyla yanıt vermektedir: “suriye’deki diktatörlüğün anadolu aleviliğiyle organik ve inançsal hiçbir bağı yoktur. ordaki inanış alevilikten çok şiiliğe yakındır. iran şiiliği gibi suriye şiiliği de anadolu alevilerine değil şeriatçı islami anlayışa ilham kaynağı olmuştur”. şener’in bu savunusu nusayrilik tartışmalarının gündeme gelmesinden sadece 5-6 ay öncedir. şener, anadolu aleviliğinin farklı olduğunu anlatmaya çalışırken farkında olarak ya da olmayarak türkiye’de yaşayan arap kökenli alevileri (nusayrileri) ötekileştirmiş ve yok saymıştır. şener, alevilik konusunda kapsamlı araştırmalar yapmış biri olarak bu söylemiyle türkiye’de yaşayan nusayrileri karalamak amacında değilse de suriye’deki yönetimi eleştirirken türkiye’de de suriye’de yaşayan nusayrilerle aynı inanca sahip nusayriler olduğunu unutmamalıydı diye düşünmemek elde değil. kutan’ın gafı da tam bu doğrultu da bir söylemin ürünüdür. ancak kutan şener’den farklı olarak rejimi değil nusayri mezhebini eleştirmiştir. daha doğrusu buna eleştirmek de denemez sapıklıkla itham etmiştir. basında yer bulan tepkilerin söylemi ise yine sapık yargısını sadece şeriat yanlılarının taşıdığı yönündedir. kutan’ın sözleri basına yansıdığına göre tam olarak şöyledir: “suriye’nin de bir yumuşak karnı vardır. suriye’de bir nevi sapık alevilik olan nusayri mezhebi hakimdir. onlar yüzde 10’luk azınlıktır. bu sapık alevi mezhebine karşı sünni çoğunluğu kullanın” (07. 10. 1998, akşam, milliyet, radikal, cumhuriyet, hürriyet, yeniyüzyıl). fp liderinin bu sözleri üzerine milletvekillerinden notlar gelince kutan konuşmasını düzeltmek ihtiyacıyla “bugün türkiye’deki alevi kardeşlerimizle nusayrilerin hiç ilgisi yoktur. suriye’deki nusayrilik tamamen saptırılmış, sapık hale getirilmiş bir aleviliktir” demiştir. basında yer bulan söylemse nusayrilerin kurtuluş savaşı boyunca ve sonrasında hep devletin yanında yer aldığı, suriye’nin toprak talebine şiddetle karşı oldukları ve suriye'nin’ desteklediği pkk terörüne de karşı oldukları yönündedir. medya da temsil bulan alevilerin görüşleri de böyledir: “onların (kutan ve temsil ettiği düşünülen zihniyet) ataları kurtuluş savaşı’nda mandacıları desteklerken, bizler atatürk’ün yanında yer aldık. kinleri bu yüzdendir. kutan, sapık sözü ile kendilerini tanımlamıştır (07. 10. 1998, milliyet, akşam, hürriyet, cumhuriyet, yeniyüzyıl).
    türkiye’de nusayrilerin de yaşadığı bu gaf olayına kadar bilinen bir şey değildi. daha önce hiçbir şekilde temsil bulmuyor ve hatta yok sayılıyorlardı. bu olay sonrasında temsil bulan söylemler de farklı bir yok sayma yöntemini içermektedir. yok saymak herzaman için sözetmeyerek yapılmaz, bazen sözünü edip durarak da bir şeyler yok sayılabilir ki böyle de yapılmıştır: “nusayriler suriye’nin kuzeyinde yaşayan ve hz. ali’yi özel bir yorumla seven bir alevi koludur. allahın hz. ali’de tecelli ettiğine inanır, 5 rekat namaz kılarlar. hacca giderler. müslümandırlar. bizdeki alevilerse hz. ali’ye elbette sıcak yaklaşırlar ancak tanrı’nın onun suretinde tecelli ettiğine inanmazlar. hz. ali’yi hz. muhammed’in damadı olarak görür, onun konuşan kur’an olduğuna inanırlar” (08. 10. 1998, milliyet, hürriyet, yeniyüzyıl). bu ifadeler türkiye’deki alevileri bir bütünmüş, aynıymış gibi gören ve nusayri alevilerin varolduğunu saydıkları farklılıklarından bahsederken bile türkiye’deki nusayriliğin anadolu aleviliğine dolayısıyla türk islamına yakın olduğu izlenimi veren bir anlam taşır. bu da sözünü ederek yok saymanın bir örneğidir bence. çünkü inanç anlamında türkiye’deki nusayriler toplumsal koşulları farklı olsa da suriye’dekilerden farklı değildirler. dini ritüelleri ve kur’an’ı yorumlayışları aynı yöndedir.
    öte yandan birbirinden farklı olgular çoğu zaman benzer adlarla adlandırılabilmektedir. örneğin “sapkın” adlandırması ve “irtica” adlandırmasında olduğu üzere. basının büyük çoğunluğunun temsil ettiği söyleme göre irtica, demokrasi ve laiklik yanlılarının sapkınlık addettiği bir olgu, irtica yanlılarına göreyse de islamın farklı bir yorumuna inanmak “sapkınlık” adedilen bir olgudur. örneğin kutan’ın gafı bu doğrultuda bir adlandırma mantığının ürünü olarak yorumlanabilir. yani kutan’ın meclis kürsüsünde söylediği cümleler şöyle de okunabilir: bir islam ülkesinden (suriye’den) bize zarar gelmez. eğer böyle bir şey oluyorsa, aslında islamı yanlış anlayan ve yorumlayan sapık bir anlayışın sonucunda ortaya çıkmaktadır. medyada temsil bulan nusayrilerse aynı indirgemeci tavır ve anlayışla kutan ve onun temsil ettiğini düşündükleri zihniyeti sapkınlıkla suçlamışlardır. bu doğrultuda farklı olguların bazen benzer bir biçimde adlandırılması anlamın koşullara ve ideolojiye göre nasıl dönüşebildiği üzerine düşündürtücüdür. “sapkınlık” ve “irtica” olgularının nasıl bir mantıksal zircirle adlandırıldığını yine elimizdeki haberlerden alıntı yaparak görmeye çalışalım:
    “suriye ile türkiye arasındaki mesele alevi sünni meselesi değildir. aleviler orda da burda da laiklik yanlısıdır. recai bey türkiye’de bir iç çatışma yaratmak istiyor. onun için hafız esed diktatörlüğünü alevilik gibi gösteriyor. bugün pkk terörünün dinsel dayanağı araştırılırsa altından alevilik değil başka mezhep çıkar. kutan sapık aleviler sözüyle, cumhuriyetin ve laikliğin yanındaki biz alevileri pkk terörünün dolaylı destekçileri gibi takdim etmek istedi. halbuki tarih ortadadır. istiklal savaşı’nı gönülden destekleyenler alevilerdir. bizden kimse atatürk’e isyan bayrağı açmadı ama kutan zihniyetindeki insanlar cumhuriyete isyan ettiler” (08. 10. 1998, akşam),
    “ben sünni kökenliyim ama kutan gibi bir sünni değilim. aleviliği hedef alan kutan ve onun zihniyetinin sünniliğin savunucusu gibi ortaya çıkmalarını mezhebim adına şanssızlık sayıyorum. bunlara mı kaldı bizi savunmak? bunlar irtica taraftarları, fp yanlılarıdır. tarih içinde yüzlerce sene yaşamış ve hala da yaşayan mezheplere sapıklık demek, dinsel fanatizmdir. bunun adı irticadır” (08. 10. 1998, cumhuriyet).
    basında bu dönemde yer bulan haber ve köşeyazıları aşağı yukarı aynı söylemleri yinelemekte ve sapkınlık çeşitli görünen benzer zıtlıklarla yorumlanmaktadır. örneğin adana’daki akdeniz vakfı adına mehmet tevfik özözen de, “kutan ve yandaşları mezarlarına sadece ay sembolünü koyar, bizler ise tc’nin sembolü olan ay ve yıldızı işleriz. sadece bu bile kimin sapık kimin vatansever olduğunu daha iyi gösterir” (05. 10. 1998, akşam). bu söylemde de vatanı sevenler normal, vatanı sevmeyenler sapkın olarak kodlanmıştır. buna göre vatanı sevenler laik demokrat ve çağdaş olanlar, sevmeyenler de irtica yanlılarıdır.
    ayrıca konu sapık olanlar ve olmayanlar düzleminde tartışılırken nusayrilerin etnik kökeninin arap olması gözardı edilmiştir. daha doğrusu yine “araplar türkleri sevmez” söylemi pekiştirilerek “nusayriler, türkleşmiş araplardır” bakış açısıyla etnik kimliklerinin bir öğesi olan araplık unutularak ya da görmezden gelinerek sadece mezhepsel kimlikleri doğrultusunda yayınlar yapılmıştır. bu doğrultuda bir çaba nusayri halkta mevcut mudur, değil midir bilemiyorum ama yoksa da bunu anlamak çok güç değildir. daha önce de sözünü ettiğimiz gibi tarihlerinde hep baskı vardır ve türkiye’de zamanında ingilizlerin kötü emellerine alet olmuş araplar pek sevilmemektedir: “ingiliz casusların altın ve silah desteğini alan arap çabulcuların hicaz çöllerinde, bırakın savaşanları, esir düşmüş türk askerlerini bile akıl almaz bir nefret ve vahşetle nasıl katlettiklerini tarih kitapları yazıyor” (ümit zileli, 08. 10. 1998, cumhuriyet). ayrıca arap ülkeleri halen de pkk’ye destek vermektedir. nusayriler, türkiye’de içine kapalı bir yaşam sürdürerek geçmişlerine kıyasla “iyi” bir yaşam sürdürmektedirler ve buna herhangi bir şekilde zarar gelmemesini tüm kültürel ve etnik özellikleriyle temsil olunabilmeye yeğ tutmaktadırlar. hatta içlerinde hasan reşit tankut ve kasım ener’in öne sürdüğü “eti-türk”ü oldukları savını da benimseyenler vardır. bu anlamda basının bir tersyüz etme işlemine sahne olduğu görülmektedir. cumhuriyetin kurulduğu ilk zamanlar nusayrilerin araplaştırılmış türkler olduğu savlanırken, şimdi de arap kökenli olmaları durumu kabul edilerek görmezden gelinmekte ve onların artık türkleşmiş araplar olduğu yönünde söylemler üretilmektedir. bu söylemi belirttiğimiz nedenle nusayriler de destekler görünmektedirler.
    1993 sonrası siyasal iktidarlar türkiye’de gelişen islami hareketlere karşı aleviliği laikliğin sigortası olarak görmeye başlamış ve medyada bu düzlemde yayınlar yapmıştır. oy kaygısıyla islami kesim de alevilere karşı bilinçaltlarında olan her ne olursa olsun sempati dolu mesajlar göndermiştir. bunu daha önce sözünü ettiğimiz haber başlıklarında görebilmekteyiz. ancak aleviler de bu durumlardan büyük bir rahatsızlık duymamışlardır. çünkü onlar da devlette yıllardır temsil edilememenin ezikliğiyle yeni siyasi arayışlar içine girmişlerdir. örneğin devletin olanaklarından dışlanmış bir kesim olan aleviler 1991 ve 1995 seçimlerinde hemen her siyasi kanatla işbirliği içinde bulunmuştur. yani görünen odur ki, basına siyasi düzlemde yansıma durumu karşılıklı birtakım etkileşimler sonucunda gerçekleşmiştir. medya da kurumsal yapısı ve misyonu gereği ulusal ve kültürel entegrosyanda bu bağlamda işlevsel bir role sahip olmuştur.
    buraya kadar belirtilenlere paralel olarak elimizde bulunan haberlerden cumhuriyet gazetesi’nin yayımladığı yazı dizisinin de başlık ve haber girişlerine bir göz atalım:
    “yüzlerce yıldır süren sessizlik: nusayriler ya da tarihsel isimleriyle ‘fellahlar’ yüzlerce yıldır susmak zorunda kalmanın birikimiyle 1998’de türkiye-suriye gerginliği sırasında alevi nusayrileri ‘sapkınlıkla’ suçlayan refah partisi lideri kutan’a büyük tepki gösterdiklerinde kendilerini anlatmanın gereğine inandılar... gazetemizin böyle konularda halkı aydınlatmak birincil görevi olduğundan bu gelişme, laik, demokrat, ilerici, özverili, çalışkan, iyi kalpli, sevecen alevi-nusayri yurttaşlarımızı türk kamuoyuna gerçek yönleriyle tanıtmak için bize bir olanak yarattı.” (25. 03. 2001, cumhuriyet).
    “alevi nusayriler kimdir?: yeniden doğuşa inandıkları, kendilerini ayrı bir dinin mensubu olarak gördükleri, hz. ali’yi tanrı bildikleri, mürşitleri muhammed ibni nusayr’ı da hz. muhammed’in yerine koyarak peygamber sandıkları savlanan hani ‘fellah’denerek, ‘arap uşağı’ denerek aşağılanmak istenen şu alevi-nusayriler kimdir gerçekten de?” (26. 03. 2001, cumhuriyet).
    “alevi nusayrilik bir din mi?” (27. 03. 2001, cumhuriyet). yazı dizisinin üçüncü bölümü niteliğindeki bu haberde nusayri topluluğuna mensup bazı kişilerle ve bu konuda araştırıcı olanlarla röportajlar yapılmıştır. bu röportajda “alevi imam, sünni imam tartışmasında” selahattin ünlüler adında bir nusayrinin “bir alevi, nesebi sahih ve erdemli bir imamın arkasında namaz kılabilir” sözlerinin altını çizen muhabir şöyle bir yorum yapar: “anlamışsınızdır inceliği... kendileri için tanımını verdiği imam, ancak alevi nusayrilerde bulunur, demeye getiriyor hemşerim....” (27. 03. 2001, cumhuriyet). yani kısaca muhabir mezhepsel düzeyde “bakın onlar da (nusayriler de) bizi (sünnileri) ötekileştiriyor, nasılda kendilerini yücelten bir söylem kullanıyorlar” demek istiyor.
    daha önce belirttiğimiz üzere hemen her cemaatin söylemi kendi cemaatinin diğerinden daha üstün, daha eski bir tarihe sahip, daha çağdaş, daha hoşgörülü olduğu gibi benzer iddialara dayanır. bu iddialar kendini herzaman açık açık göstermese de cemaat mensuplarının bilinçaltında vardır ve bazen burada da görüldüğü üzere kendini imalarla ortaya koyar. ancak ortak çıkarlar karşılıklı uyum sağlamayı ve ulusal düzlemde birlik oluşturmayı gerektirir. bu noktada da ortak tarihi geçmişin yeniden kurulması iyi bir dayanak oluşturur.
    “alevi nusayrilerin beklentileri: alevi nusayri toplumu devletiyle barışık, yurtsever bir kimliğe sahiptir. devletin ve toplumun kendilerini bu yanlarıyla görmeyi ihmal etmemesini beklemektedirler. nusayrilerin, suriye’nin hatay üzerindeki iddialarına en ufak bir sempatileri yok. kuşkusuz biliyoruz ki, nusayriler daha suriye cephesindeyken atatürk ile birlikte savaşmış, çanakkale’de ölüme gitmiştir. ulusal kurtuluş savaşı’nda mustafa kemal’e o ünlü ‘bende bu vakayiin, ilk hissi teşebbüsü bu güzel adana’da vüku bulmuştur’ dedirten sözün güç kaynağı ulusal yapının bir parçası olan nusayrilerdir. hatay’ın anayurda katılmasında verdikleri oyların belirleyiciliği unutulmamalıdır.”
    aynı doğrultuda bir mantıkla bu söylem röportaj katılımcılarınca da tekrar edilir: “bölgemizdeki alevi-nusayrilerin tamamının düşüncesi yaşadığı toprağa, devlete ve bayrağa kayıtsız ve şartsız bağlılıktır” (28.03.2001, cumhuriyet).
    kutan’ın gafının ardından yayımlanan haber ve köşeyazılarının ayrıntılarına değinilmişti. o dönemde yayımlanan köşeyazılarının başlıkları ve girişleri genel hatlarıyla şöyledir: “nusayrilere saygılı olun” (07. 10. 1998, rıza zelyut, akşam). “insani: türkiye, alevisi ve sünnisiyle hepsi birinci sınıf yurttaş olan bir bölünmez bütündür. türkiye laik bir devlettir” (07. 10. 1998, güneri cıvaoğlu, milliyet). “nusayri gafı...” (08. 10. 1998, melih aşık, milliyet). “nusayrilere göre de biz ‘sapık’ olmayalım?” (08. 10. 1998, türker alkan, radikal). “irtica işte budur” (08. 10. 1998, rıza zelyut, akşam). “kutan’ınki gaf değil, dışavurum” (08. 10. 1998, mustafa balbay, cumhuriyet). “sapık kim?” (08. 10. 1998, hikmet çetinkaya, cumhuriyet). “yobazın çirkin yüzü” (08.10.1998, ümit zileli, cumhuriyet). “nusayri alevilere büyük haksızlık” (10. 10. 1998, zülfü livaneli, milliyet). “eli kanlı diktatör tarihe gömülmeli” (10. 10. 1998, tufan türenç, hürriyet). “dini bölücülük” (12. 10. 1998, coşkun kırca, yeniyüzyıl). “sapık sözü gaf değil bilinçaltı” (08. 10. 1998, süleyman yağız, takvim). “adanalı nusayriler diyor ki” (21. 10. 1998, rıza zelyut, akşam).
    nusayrilerle ilgili bir araştırma-haber de atlas dergisi’ne dışarıdan katkıda bulunan konuk yazar faik bulut tarafından yapılmıştır. bulut “dünyanın herhangi bir yerindeki dinsel veya etnik azınlıkların sosyo-kültürel, inançsal, siyasal ve antropolojik yanları öteden beri ilgimi çekmiştir. belki de gizemli olana özel merakım ya da sır olanı keşfetme güdülerim beni bu mecraya sürükleyip durmuştur” (bulut 9) demektedir. bu bulut’un daha önce sözünü ettiğimiz kitabından bir alıntıdır. bulut’un dediğine göre sözünü edeceğimiz araştırma haber bu kitabın oluşturulmasında tetikleyici olmuştur. elimizde olan bu haberle bir genelleme yapmak olanaklı değildir. ancak bu araştırma-haber “günümüzde antropolojinin görevinin sanıldığı gibi kültürleri açıklamak değil toplumsal farklılıkları araştırmak” (bordieu’dan aktaran tutal “fransız” 45), olduğu kabulünden hareketle bu topluluğun antropolojikleştirilmesine dayanmaktadır diyebiliriz. gazete ve dergiler gerçeğin temsili olduğu iddiasındaki fotoğraflarla toplumsal farklılıkları sergilerler. müzeler nasıl bir temsil sistemi ise gazete ve dergilerde bir temsil sistemidir. bunlar da müzeler gibi mevcut söylemlerin ifade ve inşa edildiği bir alandır. çünkü sergileyebilme gücüne sahiptirler. bu güç sergileme biçimleri ile söylemsel oluşumlarının güvenilirliğine olanak veren kurumsal bir güçtür. dergide ya da gazetede yer alan fotoğraflar gerçeği yakaladıkları iddiasındadırlar. aslında gerçeği yansıtmaktan ziyade onu yeni-inşalarda taklit etmektedirler. antropoloji ve dolayısıyla antropolojik fotoğraf gözle görüneni sadakatle tekrarlayarak bilgiyi görünür kılma arzusu taşır. oysa sadece birer temsildirler ve bundan öteye geçemezler. her fotoğrafın muhtemel anlamları çoğuldur ve bu anlamlar içinde tüketildiği güncel ve tarihsel bağlam içinde çoğaltılabilir. yorumcular ve izleyiciler de fotoğrafın anlamına katkıda bulunan öğelerdir. yani fotoğraflar birer göstergedir ve özsel ya da doğal bir anlama sahip değildirler. anlam onları çevreleyen sistem ve bağlam tarafından güdülür. fotoğrafın da antropolojinin de yapabileceği en iyi şey; önceden düzenlenmiş gerçekleri (başka insanlar ve onların kültürleri üzerinde bizim fikirlerimizin gerçekliğini) almak ve bunları çoğul okumalara açmaktır.
    bulut’un “nusayriler bin yemin” başlığını verdiği ve araştırmanın yapıldığı topluluğun günlük yaşamlarına dair fotoğraflarla desteklediği metin, günümüzde antropolojinin görevinin ne olduğu üzerine düşündürtücüdür. auge’nin belirttiği gibi antropoloji artık uzak ve egzotik toplumların bilimi olarak tanımlanamaz. antropoloji artık kültürleri değil toplumsal farklılıkları araştıran bir hal almıştır. antropoloğun ilk keşfettiği şey de kültürler değil, toplumsal farklılıklardır; cinsiyet, soy, etnik köken ve kuşak farklılıklarıdır. bourdieu’nun tespit ettiği üzere toplumlar içinde marjinal kesimler ülkenin geleceği konusunda söz sahibi değildirler. toplumun belli kesimleri -entelektüel seçkinler kadar politik seçkinler ve toplumun belli bir eğitim ve gelir düzeyine sahip kesimleri- hangi sözün kamusal alanda dolaşıma gireceğini, girebileceğini belirlerler. bu doğrultuda da artık öteki sadece müzelerde değil “biz”in varlığını olumlamak ve oydaşma yaratmak üzere tv’de, gazetede, dergilerde ve modernleşmenin getirdiği tüm açmazlarla beraber her alanda sergilenmektedir. başka bir deyişle “öteki” daha karmaşık ve sorunlu bir şekilde temsil ekonomisindeki yerini almıştır. bir kültürün bir başka kültür için inşa edilmesinde etken bir temsil süreci yaşanmaktadır. bu nedenle üretilen şey başka bir kültüre ait doğruların temsili değil, o kültürün doğrularının temsilidir. örneğin faik bulut’un nusayriler hakkındaki yazısı genel olarak şöyle okunabilir: bu araştırma yazısında egzotik ve gizemli olanın büyüsünü yakaladık ve fotoğrafını çektik. bu gizemli topluluk çok uzaklarda da değil, hemen yanıbaşımızda, içimizde, artık “biz”leşmiş bir topluluk. her nekadar “takiyye” yapmakta olduklarını ima eden söylemler kullansak da cumhuriyetin “din ve inanç hürriyeti” ile rahatladıklarını belirtmek önemlidir: “yemen’den kalkıp kaçgöç dalgaları halinde anadolu’ya kadar geldiler. büyük kırımlara tabi oldular ama ‘ehlibeyt yolundan dönmediler’ ibadetlerini, geleneklerini, gizlilik içinde yürüttüler. cumhuriyet’in din ve inanç hürriyeti ile rahatladılar ama gizliliğe dayalı yaşama biçimlerini aynen sürdürdüler”. bu cümleler topluluğun toplum içinde ayrı kendi içinde ayrı bir yaşam sürdürdüğünü vurgulamaya yöneliktir. en azından bulut ve türkiye toplumunun önemli bir kısmının böyle olduğuna inanmakta olduğu ima edilmektedir. ancak günümüzde ibadet ve gelenekleri büyük değişime uğramış olan bu topluluk, toplumsal yaşamın koşullarından büyük ölçüde etkilenmiştir. genç kuşakların bu topluluğa aidiyetini sadece nusayri bir anne ve babadan doğmuş olmaları belirlemektedir. gençlerin büyük çoğunluğu arapça bilmemekte, öğrenmek gayreti içinde de olmamakta ve ibadetlere katılmamaktadır. eskiden topluluk içi dayanışmayı sağlayan ve pekiştiren kurumlar işlevselliğini gittikçe yitirmektedir. yaşlı kuşağın devam ettirebildiği nadir geleneklerden biri -ki sadece maddi durumu iyi olan büyük ailelerin yaşlıları- gadir humm (hz. ali’ye biat günü) bayramının kutlaması dolayısıyla yapılan büyük mevlütlerdir. bu bayramda geleneksel hrisi yemeği yapılır ve bu yemek başta yoksullar olmak üzere din ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin en az yedi kapıya dağıtılır.
    bulut’un “akdeniz kıyı şeridinde yüzyıllardır iyilik yolunun dervişleri geziniyor. bu cemaatin yaşadığı bu topraklarda sırlar hala kadrini bilenlere veriliyor” dediği nusayriler, çekilen fotoğraflarda türbelerde buhur yakmakta, dua etmekte ve kuran okumaktadırlar. türbelerde fotoğrafı çekilen ve nusayri oldukları varsayılan bu insanlar “iyilik yolunun dervişleri” imgelemiyle paralel olarak çoğunlukla uzun beyaz sakallı dedelerdir, objektif daha ziyade onları merkeze almış görünmektedir (bkz: ek/1). ancak sanıyorum ki bu türbelerde onlar dışında insanlar da vardır çünkü bu türbelere sadece nusayriler değil alevi olmayan başkaları da gelmektedir. fotoğraftaki insanların tam olarak ne düşünüp ne yaptığını bilemeyiz çünkü onlar fotoğraf makinasını tutana, sadece yaptıkları röportaj doğrultusunda poz vermiş de olabilirler. bu fotoğrafta kapalı olabilir, insanlar doğal hallerinde ve doğal ortamlarında cekilmiş gibi gözükebilir ancak, her türlü, bu fotoğrafların güdümlenmiş olduğunu söyleyebiliriz. fotoğraftaki nesneler ve canlılar bir başka şeyi ikame etmek için de orada olabilirler. neyi ikame ettiklerini göremeyiz, çünkü ikame ettikleri şey doğrudan temsil edilemez. ancak bunun yokluğu temsil edilebilir. fotoğrafların anlamı da bu varlık ve yokluk arasındaki karşılıklı oyun tarafından oluşturulur. temsil orada gösterilenler ve gösterilmeyenler ile işlev gösterir. bu fotoğrafların nasıl söylem şeklinde işlev gördüğü, ne anlama geldiği, kimin kime veya neye baktığı ile fotoğrafı çekenin neye baktığı arasındaki ilişki düşünülerek bulunabilir ya da yorumlanabilir. belki de ancak kendimizi onların yerine koyduğumuzda anlamı çıkarmak mümkün olabilir. söylem tarafından belirlenen konumlara yerleşir ve özne haline geliriz. foucault’un argümanında olduğu üzere fotoğraftaki anlam tamamlanmamıştır ve ona bakan kişiye bağlı olarak anlam kazanır. bence bu fotoğraflar tamamen röportajı yapanın bakış açısını ve röportaj esnasında imlediğini sandıklarını tamamlamaya yöneliktir. ancak belki de röportaj öncesinde sahip olunan ön bilgiler de karelere yansıyıp söylenmeyenleri de imlemiştir. bu fotoğrafa bakanın bu konudaki bilgisine paralel olarak okunabilir: örneğin hz. ali portresi ve ona yüklenmiş olduğu düşünülebilecek anlam ve türk bayrağı ve ona yüklenmiş olduğu düşünülebilecek anlam (bkz: ek/1).
    ayrıca acaba fotoğraf karesine yansıyan bu kurgu kimin kurgusu topluluk üyelerinin mi yoksa bulut’un mu? bunu kestirmek oldukça güç ve hem toluluk hem de bulut bu anlamda benzer bir şüphe taşıyor olabilirler. bu fotoğrafta olmayan ama olması ihtimali olan birşeydir bence.
    röportajın görüntülenen bu dedelerle yapıldığını sanıyorum ve başlangıçta genel hatlarıyla belirttiğim söylem bu dedelerin sözleriyle pekiştirilmiştir. kamusal alanda dolaşacak sözün belirleyicisi bu dedelerdir. bulut, ne olduğunu belirtmediği ve bir cümlede özetlediği: “arap aleviliğine ilişkin sorularımızı sert buldu” yorumunu yaptığı sait hocanın “biz bir alt toplum, alt kültür değiliz. bir kazanın kulbu yerine konmak, ayrımcılık yapmak yanlıştır. bu toplumun bir parçasıyız” dediğini belirtiyor. ancak kendisi topluluğun paylaşmadığı bir sırrı, sırları olduğundan emindir ve onların büyülü gizemlerini okuyucuya yansıtmak arzusundadır: “sorduğumuz zaman sait hoca ‘fıkhi (mezhep hukuku) ve batıni (içsel, öze ilişkin) konularda kimseye cevap vermeyiz’ dedikten sonra bu defteri kapatıp antakya merkezine döndük”. bu bağlamda bir insan grubunun kimliğinin, ister kollektif ister etnik olarak nitelendirilsin, bir töze göndermeksizin, bir kurguya, tarihsel olarak oluşturulmuş inşa edilmiş bir temsiller sistemine dayandırıldığı söylenebilir.
    burada ayrıca bu topluluk hakkında kamusal alanda dolaşması gerekli görülen ve istenen söylemin röportajın yapıldığı topluluğun seçkin isimleri ve toplumsal bağlam tarafından belirlendiği düşünülmektedir. metinde çok açık seçik belirtilmeyen ama topluluğun “takiyye” yaptığına dair bir önyargı sezilirken fotoğraflarda topluluğun temsilcilerinin söyledikleri desteklenmeye çalışılmış gibi gösterilmektedir. metinde sık sık vurgulanansa cumhuriyetin bu topluluğa getirdiği inanç özgürlüğüdür. bulut’a göre topluluk inanç özgürlüklerini yitirmekten korkmakta ve sahip oldukları gizi paylaşmamaktadır. bu doğrultuda da nusayrilerin kendilerini anadolu aleviliğinden keskin çizgilerle ayırmazken suriye ve iran’daki alevilikten ayırmak eğiliminde olduklarını söylemekte ve bu fikrini topluluktan birinin sözleriyle pekiştirmektedir: “hafız esed, mensubu olduğu nusayriliği şiiliğe dayandırıyor. türkiye’de iyi kötü özgürlük var; demokrasi çerçevesinde inanç ve ibadetlerimizi yerine getiriyoruz. suriye’de bu rahatlığı göremeyiz. atatürk’ün sağladığı laiklik ile kendi rengimizi yansıtıyoruz. birinci dünya savaşı sonrası fransızların sundukları özerk nusayri bölgesi, mezhep mahkemesi ve arapça okullar türünden ayrıcalıklara itibar etmedik. türkiyeli müslümanları koruduk”.
    hangi sözün kamusal alanda dolaşacağına dair topluluğun seçkin isimleri kadar toplumsal bağlamın da etkili olduğunu belirtmiştik. toplumsal bağlamdan kastımız daha önce de belirttiğimiz laiklik yandaşlığı ve bunun nedenleridir. örneğin eskiden başı açık gezmeyen kadınlar şimdi geleneksel tülbentlerini dahi takmıyorlar. gericiliğe prim vermek olarak algılanabilecek herşey, ellerindekileri yitirmek korkusuyla değişim ve dönüşüme uğramıştır. bu doğrultuda bir ima bulut’un araştırma yazısında da mevcuttur ve doğruluk payı büyüktür: “ toplumsal yaşamda eşitlikçi bir görünüm sunan alevi araplar, dinsel alanda kadın erkek ayrımı yapıyorlar. dinsel törenlere kadın ve çocukları almıyorlar. eskiden kadınlar başı açık gezmezmiş. ama şimdilerde tesettür de, haremlik-selamlık da yok. özellikle genç kızlar giyim kuşamda son derece rahatlar” (bkz: ek/1).
    çekilen tüm fotoğraflarda (ev içleri ve türbelerde) atatürk resmi ya da türk bayrağı vardır (bkz: ek/1). bunun nedeni gayet açıktır ve röportajı yapan tarafından da açıkça görülmektedir. toplumsal farklılıkların nasıl entegre olduğu ve değişime uğradığı açıktır, ortaya konabilecek farklılıklarsa önceden belirttiğimiz üzere; kuşak farklılıkları, soy ve etnik kökenden ibarettir. nusayri kültürü ve “gizine” ilişkin olarak yapılan bu araştırma haberin ortaya koydukları bunlardan öteye geçememiştir ve etken inşa faaliyetinin toplumsal hareketlilik ve bağlam içinde devam edeceği malumdur. bugünkü bağlam içinde kabul gören söylem şudur ve bu söylem dile getirilir: “ezilmişliğin verdiği hırsla, herkes eğitime sarıldı. diyeti arapçadan, asıl kültürümüzden vazgeçmek oldu. türkçe, giderek arapçanın yerini alıyor; iki kuşak sonra evimizde arapça konuşulmaz olacak. ama araplık, siyasi ve milli bir dava değil bizim için. etnik köken ve arap kültürü ile eşanlamlı o kadar. bu kimliğimizle varız, tc’nin bir rengiyiz. bu yeterlidir. yoksa, bizi ‘eti türkü’ sayıp asimile etmenin alemi yok. dışlanmadan, horlanmadan, iftiraya uğramadan bu toplumun parçası olmak esastır bizim için”.
    bulut’un bu açıklama doğrultusunda yaptığı yorumda toplumsal bağlamın belirlediği tercihlerin toplulukların geleceğini nasıl etkilediği açıktır: “tarih boyunca horlanan ancak, cumhuriyetin ‘vatandaşlık, laiklik, din ve vicdan hürriyeti’ ile inanç ve ibadetlerini daha rahat yürüten nusayriler, geleceklerini yeniden kurdular. emek harcayarak mal mülk sahibi oldular; eğitime ağırlık verip kendilerince sınıf atladılar. tarsuslu nusayriler genelde kabzımallık, kebapçılık, mobilyacılık, bürokrasi ve iş hayatının belli kademelerinde ilerledi”.
    bu araştırma haber ayrıca topluluğun etnik kimliklerine bakışını ve bir cemaatin kimliğinin diğer topluluklarla ilişki içerisinde ve zamanla nasıl değiştiğini göstermektedir. nuri bilgin’in de belirttiği üzere hiçbir topluluk tek başına zaman ve mekan dışı bir tözsel kimliğe sahip değildir. etniklik antropolojinin temel kavramlarından olan ilkselcilik çerçevesinde ele alınırsa toplumsal varlığın verili olduğu, kişinin belli bir dili konuşan, belli bir dinin mensubu ve bunu izleyen belli toplumsal pratikleri gerçekleştiren bir ailede doğduğundan hareketle bu verili etnik grup bağlılığı ve etnik kimlik ilksel, çok eski zamanlara ait olarak nitelendirilir (stavenhagen 56). ancak görüldüğü üzere etniklik, sadece çok eski zamanlara ait bir konu olarak ilkel kabileleri inceleme bazında antropoloji çalışmalarında ele alınmamakta, güncel bir konu olarak da karşımızda durmaktadır. çünkü bu verili etnik grup bağlılığı, içinde yaşadığı toplumdan ve başka topluluklarla ilişkilerinden etkilenerek dönüşmekte ve yeni toplumsal farklılıklar oluşturmaktadır. etnik kimliğin psikoanalitik açıklamasını yapan richard d. alba’ya göre kişilik ve kimlik, bilinç düzeyinde değil, daha derin düzeylerde olduğundan, bireyler bilinçli olarak kendi etnik geçmişlerini reddetseler de kimlikleri etnik olabilir (alba 21-22). örneğin nusayrilerin dili ve dini inancı -anne ve babası nusayri olan birey arapça bilsin ya da bilmesin, aynı inanca sahip olsun ya da olmasın- etnikliklerinin dışa dönük temel ve en önemli göstergeleridir. zaten bunlar dışındaki etnik öğeler tüm topluluk içinde büyük ölçüde değişmiş ya da törpülenmiştir. önceden sözünü ettiğimiz emik bakış da, etik bakış da farklılığın bilincinde olarak söylem üretir ya da söylem üretimine katkıda bulunur.
    bu söylemlere değinmeye çalışırken, genel olarak aleviliğin ve nusayrilerin türk basınında nasıl temsil edildiğine kuramsal çerçeveyi çizerken tartıştığımız kavramlar ışığında bakmaya çalıştık. şimdi de aynı doğrultuda asimilasyon kavramının bu söylemlere nasıl yansıdığına bakmaya çalışalım. bulut’un araştırma-haberinde “bizi ‘eti türkü’ sayıp asimile etmenin alemi yok” diyen nusayri, asimilasyon ya da entegrasyonun tek taraflı ve zorla gerçekleştirilen bir süreç olduğunu düşünüyor olsa gerek. oysa belirttiğimiz üzere asimilasyonun çeşitleri vardır ve nusayriler bu etnik grup konumları içinde egemen grup tarafından emilmeyi isteyen bir konumda görünmektedir. daha önce sözünü ettiğimiz gibi etnik gruplar ilk olarak, çoğunluk ve diğer etnik gruplarla birlikte yanyana yaşamayı ayrıca da hem toplumun politik ve ekonomik kurumlarına katılmayı hem de kültürel tarzlarını korumayı isterler. bu taleplerini çeşitli nedenlerle anlatamadıklarında ya da anlatsalar da kaale alınmadıklarında ve ülke koşulları onları “tehdit” unsuru olarak gördüğünde asimilasyoncu konuma geçebilirler yani egemen grup içinde emilmeyi isterler ya da ister görünürler (çoğunlukla ayrımcılığın nesnesi olmaktan ya da ekonomik eşitsizlikten kaçınmak için bu tutum geliştirilir). assman’ın da dediği gibi “merkezi yapılar çoğunlukla entegrasyonu zorunlu kılar” (assman 144). assman bu sözüyle hukuk, özel mülkiyet, tek eşlilik ve belli biçimlerde dağıtılmış iş gibi özellikleri içeren bir kültür oluşumunu ve bu kültürün entegrasyonun aşamalarını içeren bir kültür olduğunu kastetmektedir. assman’a göre etnik kimlik ve süreklilik kültürel bellek ve onun örgütlenme biçimi sorunudur. etnik grupların çöküşü genellikle fiziki yok oluş değil ortak ve kültürel unutmadır. bu ilişkiyi tüm sonuçlarıyla gözümüzün önüne getirdiğimizde, kültürel belleğin örgütlenmesinde kodlama (yazı), dolaşım (kitap basımı, radyo, tv, gazete) ve gelenek yoluyla ortaya çıkan değişikliklerin, ortak kimlikler alanında derin değişimleri de beraberinde getirebileceği açıktır. ancak din herşeye rağmen etnik kökene süreklilik vermenin en etkin aracıdır (assman 158).
    bulut’un araştırma haberindeki diğer fotoğraflar nusayrilerin cenaze törenleri, hızır makamını ziyaret, imamları, arapça bir dua metni, ev içleri, bayram yemeğinin yapılışı, düğün törenleri ve adana, hatay, mersin civarını gösteren bir haritanın kenarında bir türkiye haritasından oluşmaktadır. yazılı metin ve fotoğraflar bir yandan onların farklılıkları ve gizemleri etrafında dönerken bir yandan da diğer metinlerde olduğu gibi onların türkiye’ye bağlılığını anlatır. örneğin bir nusayrinin evinin nasıl olduğunu gösteren fotoğrafta alt metin hemen yandaki düğün fotoğrafından bahsederken duvardaki atatürk resmi, nusayrilerin türkiye’ye ve atatürk’e olan bağlılıklarını ve dolayısıyla atatürkçülüğe atfedilebilecek özellikleri de taşıdıklarını anlatır (bkz: ek/1).

    b.1.c. alevilik konulu haberlerin mikro yapısal özellikleri

    mikro yapılar çerçevesinde haberdeki sözcük seçimleri, cümle yapıları, cümleler arasında kurulan ilişkiler, haberin ikna yolları (retorik) gibi unsurlar söz konusudur. haber metnindeki özel anlamlar, yan anlamlar ve kodlar da bu yapı içindedir.
    sözcük seçimleriyle yan cümleler arasında anlam ilişkilerinin kurulması ve imalar: incelemiş olduğumuz haber ve köşe yazılarında “laik”, “demokrat”, “hoşgörülü”, “hümanist”, “ilerici”, “devletine bağlı” gibi olumluluk taşıyan kelimeler sıkça kullanılan ifadelerdir. bunların yanı sıra farklılıklarını ima eden “batıni”, “gizli”, “içine kapalı” gibi sözcüklerde sıkça kullanılan ifadelerdir. haberler hep bu karşıtlık içinde kurulur. ama görünen temel vurgu bir tehdit olarak algılanmadıkları için “biz”in bir parçası olduklarıdır: “atatürk, tc’yi ırk ve din temeli üzerine değil, yurttaşlık temeline dayanan ulusçuluk anlayışı üzerine kurmuştur. nitekim tc’yi kurarken bu konuda ‘türkiye haklına türk ulusu denir’ demiştir. alevi nusayriler kendilerini günümüz toplumunun ışıltılı bir mozaiği olarak görürler” (27. 03. 2001, cumhuriyet). “nusayri mezhebinden vatandaşlarımız, türkiye’nin birliği ve dirliği için en az kuzeydekiler kadar samimi gayret içindedirler. onlar suriye’nin toprak talebine şiddetle karşı çıkarlar. pkk terörüne suriye’nin destek vermesi nusayri vatandaşlarımızı çok kızdırıyor” (07. 10. 1998, rıza zelyut, akşam).
    kısaca haber metninin içine sızan imalar, haber söyleminin asıl belirtmek istediklerini imlememize yardımcı oldukları için işlevseldirler (keskin 132).
    üslup ve retorik: haberlerin üslubu ve nedensellik ilişkisi konusu yukarıdaki örneklerde belirgindir. retorik ise haber söyleminin gerçeğe dayandığı iddiasını kurmada yararlandığı en önemli araçlardan biridir (inal “yazılı” 129). haber söylemi, iddialarının inandırıcılığını desteklemek için bir dizi standart stratejiye sahiptir (van dijk 84). van dijk’in maddeler halinde sıraladığı bu stratejiler arasında en çok kullanılanlar şunlardır: “yakın görgü tanıklarını kanıt olarak kullanma, diğer güvenilir kaynakları kanıt olarak kullanma, zaman ve olaylar vs... gibi doğruluk ve kimliği gösteren kaynaklardan, özellikle bu kişilerin görüşlerini içeren doğrudan alıntılar kullanma, olayları yeni olduklarında bile tanıdık kılan iyi bilinen durum modelleri içine koyma” (84-85).
    nusayrilikle ilgili haberlerde ikna edici unsurlar tarihi bilgilerle, literatürden alıntılarla ve topluluğun üyeleriyle ve bu konuda araştırıcı olanlarla yapılan röportajlarla sağlanır. örneğin cumhuriyet gazetesi’ndeki yazı dizisinde topluluk üyeleri dışında dr. ömer uluçay’ın da görüşlerine yer verilir. “dr. ömer uluçay ‘yerel inançları işleyen enstitüler, akademik kurumlar, kürsüler kurulmalı, yayınlar yapılmalı. bu kurumlar, toplumu yaralayan yayınları ayıklamalı’ dedi.” (28. 03. 2001, cumhuriyet). ayrıca basın ikna ediciliğini, fikirleri önemli bir okur kitlesi tarafından kabul gören köşeyazarları aracılığıyla da sağlar: “siyaseti dine bulaştırmak, toplumları her çağda kargaşaya düşürmüştür. sayın erbakan’ın 1960’larda başlattığı akım da bu kolaycı yolun ülkemize özgü şeklidir. bunun son örneğini dün yaşadık: fp lideri kutan da ‘suriye’de bir nevi sapık alevilik olan nusayri mezhebi hakimdir’ diyerek bunu tekrarladı” (07. 10. 1998, rıza zelyut, akşam). “nusayri-müslüman ayrılığı osmanlı döneminde gündeme gelmiş. ancak 2. abdülhamit, nusayrilerin kendilerini müslüman olarak tanımlamaları üzerine onlar için cami yaptırmış... bırakalım tarihi bir yana... kendi müslüman kimliğiyle övünen bir siyaset adamının bir başka dinin mensuplarını yargılaması dinsel hoşgörüyle bağdaşır mı?” (08. 10. 1998, melih aşık, milliyet). basın aynı zamanda ikna ediciliğini topluluğun itibar göstereceğini tahmin ettiği kişileri konuşturarak da sağlar: “nusayriliği sapık alevilik olarak nitelendiren ve böylece türkiye’deki milyonlarca nusayri vatandaşımıza hakaret eden fp liderine anadolu’daki aleviler de sert tepki gösterdiler. anadolu aleviliğini en iyi biçimde temsil eden kurumlardan olan istanbul’daki şahkulu sultan dergahı’nı yöneten vakfın başkanı mehmet çamur alevilerin bu konudaki duyarlılığını ve protestosunu dile getirdi” (08. 10. 1998, akşam). bazen de basın inandırıcılığını, daha önce de belirttiğimiz gibi, birilerinin sözünü aktarma vurgusundan çıkartıp halkın sesine dönüştürerek sağlar: “adana merkezindeki nusayri alevileri kendilerine ‘sapık’ diyen fp liderini protesto ediyorlar. bu sivil tepkiyi dile getiren ortak mektup ‘ortaçağ zihniyetiyle hareket ederek ülkemiz insanlarını mezhep farklılığına göre değerlendiren atatürkçü, laik, çağdaş bir türkiye’yi içine sindiremeyen sizin gibi bir politikacının varlığını ülkemiz açısından talihsizlik olarak kabul ediyor, sizi kınıyoruz.’diyor” (21. 10. 1998, akşam).
    görüldüğü üzere türkiye’de hiç göze batmadan yaşayan nusayriler bu gaf olayı sonrasında medya gündemini bir süre işgal etmiş oldular. ancak yine kısa bir süre içinde toplumsal bağlama uygun olarak durum eskiye dönmüş ve medyada alevilik yine “yekpare”, “homojen” bir toplulukmuş gibi yer almaya devam etmiştir. daha doğrusu medyada aleviliğin yine siyasal düzlemde tartışılan ve farklılıkları dönüştüren bir biçimde yer almaya devam ettiği söylenebilir. bu doğrultuda aleviliğin siyasi düzlemde yekpare kabulünden yola çıkılarak, her hacıbektaş şenlikleri zamanı seçim için yatırım yapmak isteyen siyasi liderlerin bu şenliklere katılımı ve aleviliği kendilerince yeniden tanımlamaları yazılı basının ilk sayfalarında yer bulmaktadır. örneğin her hacıbektaş şenlikleri zamanı seçim için yatırım yapmak isteyen siyasi liderlerin bu şenliklere katılımı ve burada yaptıkları konuşmalarda aleviliği kendilerince yeniden tanımlayıp durdukları ve bu tanımlamaların basında ilk sayfada yer alan haberler olmaya devam ettiği en yakın olarak 2002 yılı hacı bektaş şenlikleri sonrasında yapılan haberlerde de görülmektedir: “hacıbektaş’a ecevit’ten üniversite”, “baykal: ben dönmezem yolumdan”, “ytp buruk, chp mutlu”, “aydınlanmayı erenler başlattı” (17. 08. 2002, hürriyet).
    nuri bilgin’in de belirttiği üzere kollektif kimlik., birbirine karşıt birtakım boyutları kapsar ve kimlik hem devamlılık hem transformasyon içerir; dönüşüm olmadan kimlik yoktur; dönüşümün olması ise, bir şeylerin “biz” olarak dönüşmesini gerektirir. kimlik objektif ve subjektif özellikleri birleştirir. ancak kimliğin çeşitli yanları, aktörleri ve kategorileri birbiriyle değiştirilebilir. bu nedenle alevilik, içindeki etnik öğelere rağmen ve onların da belirtilen nedenlerle rızasıyla anadolu aleviliği ve türk islamı olarak basında yer bulmaya belli dönemlerde devam eder. ancak bu bahsettiğimiz toplumsal değişimin bir sonucudur ve daha sonra başka bağlamlarda nasıl bir hal alacağını şimdiden öngörmek mümkün değildir. şimdilik alevilik konusu görüldüğü üzere normal zamanlarda, yani beklenmedik bir olay söz konusu olmazsa medyada, genellikle siyasilerin onları oy potansiyeli olarak görmesi bağlamında gündeme gelmektedir. elbette ki bunda -görüldüğü üzere- alevi cemaatini temsil edenlerin (yapılan röportajlara katılanlar, dernek ve vakıf başkanları vb..) payı da büyüktür.

    dipnotlar

    10 bkz. et-tavil, m.e. arap alevilerinin tarihi: nusayriler, 1924; serin, şerafettin. islam dininin içyüzünde alevi nusayriler, 1998

    11 parantez içi bana ait

    12 .b: arapça ibn (oğul) sözcüğünün kısaltması.

    13 kitabın tanıtımı için bkz.., yörünge dergisi 18-24 ekim 1998.

    14 bkz. yörünge dergisi 18-24 ekim 1998.

    15 bu kitap hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. ki dergisi mayıs 2002.

    16 parantez içi bana ait

    17 parantez içi bana ait

    18 et ve buğdayın uzun süre karıştırılarak pişirilmesi ile yapılan çorba

    19 ateşe atıldığında etrafa hoş kokular yayan bir madde

    20 başa takılan, kenarları işlemeli üçgen biçiminde yazma

    21 bkz. atlas dergisi “nusayriler, bin yemin”sayı. 100. temmuz 2001.

    sonuç

    bu çalışmada yazılı basının, temsil sürecindeki rolü ve kültürel entegrasyonun sağlanması yolundaki katkıları incelenmeye çalışılmıştır. incelenen dönemde elde edilen materyal yetersizdir. bu durum bir bakıma etnik azınlıkların yok sayıldığı yolundaki varsayımımızı kısmen pekiştirmektedir denebilir. ancak, daha ziyade, bu durum etnik azınlıkların basında kültürel entegrasyonlarıyla doğru orantılı olarak gündeme geldiği (veya egemen güçlerin ve basının medyada temsil edilmeyi, gündeme gelmeyi isteyenleri bu yönde koşulladığı) ve “klişe temsil”lerle yer bulduğu varsayımımızı desteklemektedir. yapılan çözümlemede gazetelerdeki yazıların genellikle belli bir örüntüye uyduğu ve alevilerin belli özelliklerinin vurgulandığı görülmüştür. bunlar; alevilerin hümanizmi, devlete bağlılıkları, gizlilikleri, laiklikleri vb.dir.
    çözümlediğimiz örnek haberler ve köşeyazılarından yola çıkarak genel olarak türk medyası adına hüküm vermek pek doğru değildir. ancak, genellikle, “ulusal ortak çıkarlar” söz konusu edilerek yazılı basının egemen söylemleri yansıttığını söylemek de pek yanlış olmayacaktır.
    medyanın temel işlevlerinden biri kültürdeki sınırları korumaktır. toplumsal çıkarları bütünleştirebilmek için bazı görüş ve değerler, kabul edilebilirlik sınırları içinde ve belli önkoşullarda kabul edilirken, meşru olmayanlar şeklinde bir tanımlama da zaman zaman söz konusu olabilmektedir. ancak kabul edilebilir ve edilmeyen değerler, başka bir ifadeyle “sapkınlığın sınırları” hiç değişmeyen bir durum değildir. katılımcılar tarafından etkileşim anında sürekli olarak tanımlanır. (shoemaker ve reese 103). sözünü etmiş olduğumuz gibi etnik ve kültürel farklılıklar meydana gelen bir olay sonrası, belli tartışmaları da beraberinde getirerek, medya gündemine oturabilmektedir. ancak genellikle “uygar dünyada” hala pek çok kültür tanınmamakta, yok edilmeye çalışılmakta ve doğal olarak medyada temsil edilememektedir. varolan olumlu örneklerde ise çoğunlukla o ülkede yaşayan, farklı bir kültüre sahip olan gruplar başka bir devletin vatandaşıdırlar ve orada göçmen statüsünde bulunurlar. medya genel olarak ulusal entegrasyonu sağlamak için ulusa ait olma duygusunun gelişmesine katkıda bulunacak yayınlar yapar. bu süreçte çoğunlukla tüm farklı unsurlar ulusal toplum içinde eritilmeye ve ortak özellikler vurgulanmaya çalışılır.
    yapmaya çalıştığımız çözümlemede elde edilen sonuçlardan biri de, alevilerin kimlik ve kökenlerini araştırma döneminin başında oldukları ve kimlik oluşturma arayışlarının basına siyasi düzlemde yansıması durumunun karşılıklı birtakım etkileşimler sonucunda gerçekleştiğidir. medya kurumsal yapısı ve misyonu gereği ulusal ve kültürel entegrosyanda işlevsel bir role sahiptir. bu bağlamda bu çalışmanın temel varsayımları doğrulanmakla beraber bunun tek taraflı bir süreç olmadığı da ortaya çıkmıştır. yani entegrasyon süreci çift taraflı olarak işlemektedir. medya farklı kimliklerin görünür olma ve kamusal söylem dünyasına dahil olmak için ulaşma mücadelesi verdikleri bir alandır. medya açısından ise sözünü ettiğimiz işlevselliği dışındaki amaç pazar piyasasının kurallarının geçerli olduğu rekabet ortamında okunabilmek, izlenebilmek ve benzerlerinin arasından sıyrılabilmek için gerekli olan daha ilginç, daha yeni ve daha farklı olanı bulmak ve sergilemektir (hall “ideoloji” 91).
    örneklem olarak aldığımız nusayrilerin medyada temsil serüveni de; türkiye’de hiç göze batmadan yaşarken kutan’ın gaf olayı sonrasında medya gündemini kısa bir süre işgal ettikleri ve yine kısa bir süre içinde durumun eskiye döndüğü ve medyada aleviliğin yine siyasal düzlemde tartışılan ve farklılıkları dönüştüren bir biçimde yer almaya devam ettiği şeklinde özetlenebilir. bu doğrultuda aleviliğin siyasi düzlemde yekpare kabulünden yola çıkılarak, her hacıbektaş şenlikleri zamanı da seçim için yatırım yapmak isteyen siyasi liderlerin bu şenliklere katılımı ve aleviliği kendilerince yeniden tanımlamaları yazılı basının ilk sayfalarında yer bulmaktadır.
    değinmiş olduğumuz üzere bir kültüre bağlı olmak, hemen hemen aynı kavramsal ve dilbilimsel evrene sahip olmaktır, kavramların ve fikirlerin farklı dillere nasıl çevrilebildiğini bilmek ve dünyayı işaret etmek için dilin nasıl yorumlanacağını bilmektir. bu dizgeyi paylaşmak da dünyayı aynı kavramsal harita içinde incelemektir. nusayriler bu bağlamda yazılı türk basınında temsil edildiği dönem içinde kısmen farklı kültürel unsurlar taşıyan antropolojik bir sergileme sahası olarak, en çok da aynı kavramsal haritayı paylaşan “biz”e dahil olarak kurulmuştur. nusayriler aynı dilbilimsel haritayı paylaştıklarıyla hem arapça hem de türkçe konuşan bir topluluktur ve bu durumun yarattığı ikilem çözümlediğimiz haberlerde belirgin olarak yer almamış ya da toplulukça belirgin olarak yansıtılmamıştır.
    öte yandan geçmişte iman cemaati, kollektif kimliğin kendisinden türediği en önemli dayanak iken, bugün alevilikte etnik veya dilsel sınırlar boyunca farklılaşma eğilimlerinin olduğu açıktır. aleviliğin bir türk olgusu olarak propagandasının yapılması da cemaatin türk olmayan mensuplarında kendi konumlarını açıklığa kavuşturma ihtiyacını arttırmaktadır ve onları alevilik üzerinden tanımlanan eski kimliklerini sorgulamaya itmektedir (bora “devlet” 60). türkiye’de nusayrilerle benzer bir konumu paylaşan başka etnik azınlıklar da söz konusudur.
    her araştırma -ister istemez- bir anlamda başka kitaplardan, daha önce yazılan veya söylenenlerden oluşur. bunu kabul ettiğimizde belki biraz farklı ve daha önce söylenene katkıda bulunabilecek bir şey söylenebilecekken çok da yeni bir şey söyleyemeyeceğimizi de kabul etmiş oluruz. yaptığımız en fazla bir şekilde bir kez daha araştırmamızın konusunu oluşturan şeylerden bahsetmeyi başarmış olmaktır. bu çalışma bunu kabul ederek oluşturulmuştur.
    burada medyada temsil sisteminin ne yönde işlediği ve kültürel düzeyde bir temsilin söz konusu olup olmadığı dil, temsil, iktidar, söylem, etniklik ve entegrasyon kavramları çerçevesinde çözümlenmeye çalışılmış ve yoruma açık her metin analizi gibi dönemsel haberler doğrultusunda yapılmıştır. bu nedenle -en temel neden bu olmasa da- elde edilen sonuçlar başka yorum ve tartışmalara, doğal olarak, açıktır. burada açıklamaya çalıştığım nedenler doğrultusunda bu inceleme de şu ana kadar bu konuda yapılan araştırma ve incelemelere katkıda bulunmuş olmayı ve yeni araştırmalara kaynak olabilmeyi ummaktadır... >>>

    aynı amaca hizmet eden söylemler tekrar tekrar gündeme gelip durmuştur... bu çalışmanın aktardığı/örnekledikleriyle malumdur bu da...

    <<<türk basınını azınlıkları ulusal ve kültürel entegrasyonlarıyla doğru orantılı olarak gündeme getirip, “klişe temsillere” yer vermektedir. başka bir deyişle, büyük çeşitlilik gösteren türkiye toplumundaki azınlıklar kültürel düzlemde temsil edilememektedir. yazılı türk basını azınlıkları yok sayan, varlıklarını unutturan, arızileştiren ve istisnaileştiren bir tutum izlemiştir (bora “türkiye” 36). öte yandan medya etnik ve dini farklılıkların siyasete alet edilmesi durumunda da işgüzar davranmış, gündeme gelen bazı olayları yeniden kurarak lanse etmiştir. medyanın çeşitlilik gösteren türkiye toplumunun ulusal ve kültürel entegrasyonunda önemli bir rol oynadığı varsayımından hareketle, medyanın sistemin devamı ve sağlığı açısından gerekli gördüğü içeriklere yer verdiği ve egemen söylemin inşasına hizmet eden yayınlar yaptığı söylenebilir. >>>

    <<< ayrıca da bilindiği üzere türkiye’de azınlık statüsü, lozan antlaşması gereğince sadece müslüman olmayan azınlıklara verilmiştir. bu durumda gayri-müslim olmayanlar azınlık olarak görülmemektedir. (soysal 92-99). >>>

    <<<< sosyolojide genel kabul gören tanımlamaya göre azınlık, çağrıştırdığı gibi sayıca azınlık değil, yaşadıkları toplumda kültürel ve fiziksel karakteristiklerinden dolayı farklı ve eşitsiz muamelelerle karşılaşan ve kendilerini kollektif bir ayrımcılığın öznesi olarak gören gruptur (simpson ve yinger 347). bu anlamda azınlık etnik grupları içermekle birlikte feministler, eşcinseller vb. gibi toplumun marjinal kesimlerini de içine aldığından etnik gruptan daha geniş bir kavramdır.
    azınlık, birleşmiş millletler (bm) raporundaki “başat olmayan bir durumda olup, bir devletin geri kalan nüfusundan sayısal olarak daha az olan, bu devletin uyruğu olan üyeleri etnik, dinsel ve dilsel nitelikler bakımından nüfusun geri kalan bölümünden farklılık gösteren ve açık olarak olmasa bile kendi kültürünü, geleneklerini ve dilini korumaya yönelik bir dayanışma duygusu taşıyan bir grup” şeklinde tanımda etnik grubun çoğu özelliğini çağrıştırıyorsa da, aslında hukuken etnik gruptan farklıdır. bm insan hakları komisyonu’nun kurduğu “ayrımların önlenmesi ve azınlıkların korunması alt komitesi”ne göre, azınlık olan vatandaşların kendi devletlerine sadakatle bağlı olmaları ve ayrılarak başka devlet kurma gibi eylemlerden kaçınmaları gerekmektedir (oran 42-43). bu maddeden de anlaşılacağı üzere kendi bağımsız devletine sahip olan ve vatandaşı olduğu ülkede de tüm hakları güvence altına alınan azınlık statüsündeki grupla vatandaşı olduğu ülkede etnik özelliklerini korumaya çalışan etnik grup eşit bir azınlık statüsüne sahip değildir. bu bağlamda türkiye’deki bir çok etnik grup gibi nusayrilerin de azınlık statüsünde görülmediğini belirtmekte fayda vardır. çünkü daha önce de belirtildiği gibi lozan anlaşması’na göre türkiye’de sadece gayri-müslimler azınlık statüsüne sahiptir (soysal 92-99).>>>>

    bu bağlamda laik azınlık statüsünü de sorgulamak gerekir mi acaba...

    edit: laiklik ve azınlık kavramları da birbirine indirgendi ya bu söylemle... bu son 5 yılda olmadı demeye çalışmıştım... aktörler kim olursa olsun söylem belli... farazi zıtlıklar yaratarak taraftar toplama... ve bazen bunun geri tepmesi... medyanın da egemen söylemin borozanı olması... bazı söylemlerin de fi tarihte bunları oluşturanların götünde patlaması... bi de tabi kartelleşen ve aynı sesi veren medya...

    (bkz: medya iktidar ideoloji)

    (bkz: uzun entrylerin anlasilmadan kotulenmesi sorunu)
13 entry daha
hesabın var mı? giriş yap