11 entry daha
  • sex and the city'nin vizyona girdigi bir dönemde beyazperdede boy gösterecek olmasi, bir hayli ironik olan film. çünkü iki film hemen hemen aynı meseleyi ele almalarına ve de yaklaşık olarak aynı noktaya varmalarına rağmen, ikisinin konuya bakış açıları birbirinden oldukça farklı. bu yüzden de broken english üzerine konuşmak için sex and the city'den bahsetmek oldukça mantıklı görünüyor. bir film diğerinin 180 derece tersinde durduğundan, birinden bahsedildiğinde diğerinde olmayan yönler ortaya çıkıyor.

    --- spoiler ---
    iki yapımın da meselesi, iş güç sahibi amerikalı orta sınıfa dahil kadının ilişkileri, kariyeri ve onun duygusal açmazları. fakat ortaklık ikisinin de aynı konuyu dert edinmelerinden ibaret denebilir. bir dizi olarak başlayıp, sinema filmiyle noktalanan sex and the city hayatındaki en büyük sorunun bazen vitrinde görüp de alamadığı ayakkabı olan kadınların erkeklerle olan sorunları ve kadınların kendi aralarındaki ilişkileri üzerine bir yapımdı. burada ‘ideal aşk’ı arayan kadın, zaman zaman erkeklerden kazık yese de kendini bekleyen dost meclisinin güvenli şemsiyesi altına gireceğinin garantisi altında yaşamını sürdürürdü. ideal ilişkinin tanımı da, dizinin sinema filminden anladığımız kadarıyla evlilikle biten, iki karşı cins arasındaki ilişkiydi. bir romantik komedi tadında ilerleyen olaylar, materyalist bir dünyada geçer ve burada ‘şeytan marka giyerdi’…

    broken english'de ise durum farklı. filmin başkarakteri nora, beyaz atlı prensini beklese de her ilişkiden hicran yarasıyla ayrılan bir ‘kaybeden’. ailesinin ve çevresinin beklentileri var. çevresindeki en ideal ilişki modeli arkadaşı audrey’nin evliliği. fakat o da sallantıda. yani ilişkilere karanlık taraftan bakan bir film bu. parlak bir dünyası yok. evliliği ve de kariyeri idealize etmiyor aydınlık ikizi sex and the city gibi. nora da zaten ucu belirsiz bir ilişki için, işinden (yani kariyerinden) ve vatanından ayrılıp avrupa’ya gidiyor. onun avrupa’ya gitmesi filmin yapısı bakımından biraz alaycı sanki. çünkü ortaya net fikirler koymayıp da soru işaretleri bırakan bağımsız bir film olarak broken english bir amerikan filminden çok avrupa yapımı filmleri andırıyor. bu bağlamda sex and the city'nin gişeye oynayan bir yapım olması da manidar. çünkü onun idealleştirdiği evlilik ve kariyer, yani sistem içinde kalma durumuyla gişedeki başarısı broken english'in kısıtlı bir izleyici kitlesine sahip olmasıyla yine bir zıt durum oluşturuyor.

    amerikan bağımsız sinemasının babalarından john cassavetes’in kızı zoe cassavetes bu filmiyle babasına pek ihanet etmiyor ve bir kadın duyarlılığıyla hemcinslerinin hayattaki kafa karışıklarına bir ışık tutuyor. bu ‘karışıklık’lara kesin yanıtları yok belki ama 30’larındaki kadınların bunalımlarını samimi bir şekilde yansıtabiliyor.
    --- spoiler ---
24 entry daha
hesabın var mı? giriş yap