28 entry daha
  • yahu bu film için bir şey söylemeyecektim fakat buna kötü diyen filmden anlamıyor mealinde bir şeyler okudum ve kendimi tutamadım. aslında doğru söylemiş bunu yazan arkadaş. bu filme kötü diyen filmden gerçekten anlamıyor çünkü bu film kötü değil: çok kötü, berbat. 2010'un postman'i olmaya aday bir film. en kötü film seçilirse hiç şaşırmam. ben bu filme kanyon'da gittim. 35 dakika reklamımızı izledik güzel bir şekilde. kanyon sağolsun evde kumanda cihazımız olduğundan yeterince reklam izlemediğimizi düşünmüş olmalı bir ayda izlemediğim reklamı bir günde izledim sayelerinde.

    arkadaşların sinema ücretini de ben ödediğim için üç kişilik eleştireceğim filmi. çünkü niye? bana girdi ücret. ha sanki film güzel olsaydı üç kere mi mutlu olacaktım, öyle bir şey de yok. herşey paylaşınca güzel. filmi albert and allen hughes kardeşler yönetmiş. bunlar ikiz kardeş ve 12 yaşından beri film çekiyorlarmış. fakat filmografilerine bakıyorsun bir tane kayda değer film yok. 12 yaşından beri ne filmi çekiyorlar acaba bu a.koduumun bebeleri? sünnet filmlerini mi çekiyorlar, doğum günlerini mi kayda alıyorlar diye düşünmeden geçemiyorsun.

    bazı insanlar filmi fallout 3 oyununa benzetmiş (filmin senaryo yazarı gary whitta pc gamer editörü belki bu neden videogame'e benzediği konusunda açıklayıcı olmuştur), bazıları çakma mad max demiş, i am the legend'i çağrıştıran da bir şeyler var, fahrenheit 451'e göndermeler var, spaghetti western'lere atıflar var, blade’den sahneler var bu var. diğer bir deyişle filmden başka her şeye benziyor. beni ürküten şey amerikan toplumunun ve sinema endüstrisinin geleceği oldu bu filmle ilgili. zira türkiye'de izlediğimiz filmlerin çoğu hollywood yapımı filmler. amerikan halkındaki bu denyoluk katsayısı artmaya devam ettikçe, korkarım ki bundan daha kötü filmler gösterime girecek. illa filme gitmek istiyorsanız gidin tabii, filme gittiniz diye kolunuzu kesecek, kafanızı amerikan barın kenarına vuracak değilim...spoiler'a başlamadım henüz bu sahneler trailer'da vardı.

    --- spoiler ---
    post-apocalyptica bir sahne düşünün. nükleer savaş sonrası gibi veya nükleer bomba patlamış da her tarafa küller saçılmış gibi. ama nükleer savaş çıkıp çıkmadığı da belli olmasın. filmin sonuna kadar da ne olmuş niye insanlar manyaklaşmış öğrenemeden izle. sanki biri dünyanın renk paleti ayarlarına girmiş, “desaturate all” komutu vermiş gibi bir ortam. dünyanın canlılığı rengi gitmiş, her yer gri olmuş, her yer kahverengi siyah beyaz bok rengi olmuş.
    denzel washington, filmdeki adıyla “eli” bu nükleer savaş /güneş patlaması ortamında ayakta kalmayı başarmış bir hafızdır.

    kedi yağını dudak parlatıcı olarak kullanmak ve kentucky fried chicken marka kolonyalı mendille gusül abdesti almak gibi tuhaf alışkanlıkları olan eli, 31 senedir sırt çantasıyla yollardadır. süleyman demirel’in “yollar yürümekle aşınmaz” sloganını duyduğundan mıdır tanrı eli’ye bizzat vahiy yoluyla “yürü ya kulum” dediğinden midir bilinmez eli batı’ya doğru ha babam yürümektedir. (burada medeniyet batı’dadır gibi bir mesaj verilmek istenmiş miydi bilemiyorum ama ben aldım mesajı)

    eli, güneş patlamasını merak edip çıplak gözle izlediğinden görme özürlü, ve doğal olarak güneş gözlüklü olarak yaşantısına devam etmek zorundadır. ancak göremiyor olması onu yavaşlatmamış, aksine diğer duyularını güçlendirmiş ve gönül gözünü açarak onu hızlandırmıştır. eli adeta bir ayı gibi 30 metre ötedeki canlıların kokusunu alabilmekte, bir deve gibi tek matara suyla kilometrelerce yol alabilmekte ve kendisinden 50 metre ötede güç bela nişan almaya çalışan insanları alınlarının çatından vurarak indirebilmektedir.

    eli, gündüzleri yürümekte (bkz: blade daywalker), geceleri ise lpg taktırdığı şarzlı ipod’undan dinlediği al green şarkıları eşliğinde hatim indirerek kılıcını bilemektedir. madem ki ipod’u var, incil’in audiobook versiyonunu veya dijital versiyonunu download etmek yerine neden takoz gibi kitabı sırt çantasında taşımayı tercih etmektedir sorusunu ben de sordum ama cevap bulamadım.

    g.tünü güneşe veren eli, en ufak bir sapma yapmaksızın batıya doğru ilerler. bu arada karşılaştığı darp ve tecavüz gibi vakaları “bırak oğlum senin meselen değil, yolundan saptığına değmez, stay on the path, it’s not your concern, bana dokunmayan yılan bin yaşasın ve tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya bakacaksın” gibi çeşitli rasyonalizasyon mekanizmaları geliştirerek görmezden gelir (belki de gerçekten görmüyordur günahını almayalım şimdi.)

    bu arada insanlık insanlığından çıkmıştır. su kaynakları mafyanın eline geçtiğinden ve herkesin maddi gücü kfc refreshing towel satın almaya yetmediğinden herkes leş gibi kokmaktadır. yamyamlık almış yürümüştür. etraf motorsikletli/katil/tecavüzcü/hırsızlardan geçilmemektedir. motorsikletli haydutlar insanları soymakta ve tecavüz ettikleri masum insanlardan temin ettikleri kitapları carnegie (gary oldman) adındaki acımasız ama karizmatik kasaba liderine sunmaktadır.

    carnegie’nin işlettiği kasabada dolar değişim aracı olmaktan çıkmış, yeni para birimi amerikan şaşal’ı olmuştur. su kaynaklarını elinde tutan carnegie’nin antika kitap toplamak, diktatör liderlerin hayatı hakkında yazılmış biyografileri okumak ve metresinin saçını şampuanlamak gibi tuhaf hobileri vardır.

    tesadüf bu ya, orpheum isimli kasaba’nın en popüler western barının (barın adı carnegie hall olsaydı bence daha şık olurdu) da sahibi olan carnegie de “tavuk suyuna çorba”, “da vinci kodu”, “bu dinciler o müslümanlara benzemiyor” tarzındaki best seller kitaplardan ziyade “the holy bible: king james version 2.0” gibi kutsal metinlerin arayışı içindedir. ona göre kutsal kitabın içindeki cümleleri kullanarak kitleleri ikna edecek, toplumun aklını alpp kendine bağlayabilecektir. (burada sanıyorum dinin istenirse kötü amaçlara da alet edilebileceği mesajı verilmeye çalışılmış, hatta filmin bir yerinde carnegie “it is not a book, it is a weapon” diyordu. ben de zannettim ki, eli filmin bir yerinde kitabı haydutlardan birinin kafasına vurarak pekmezini akıtacak, ama meğersem dinin mecazi anlamda silah olduğu kastedilmiş. yönetmenlerin bu vurgusu için de ayrıca kendi adıma teşekkür ederim. )

    ipodunun şarjını doldurmak için kasabaya inen hafız, burada engineer (tom waits) lakaplı bir eleman tarafından işletilen emanetçi dükkanına gider. akümülatör benzeri bir aygıtı mühendis’e gösterir ve dayı şarzı bitti bunun, sen şarz edersen sana bir zippo, üç tane kfc marka kolonyalı mendil, bir tane kürt poşusu ve taze sıkılmış kedi yağı veririm der. mühendis başta bu trampa teklifine pek sıcak yaklaşmaz ama eli, “bak bu kedi yağını dudağına sürüyorsun cildi yumuşatıyor, kfc’nin ıslak mendilleriyle de skini taşağını siliyorsun çok ferahlatıcı, refreshing bir his veriyor, zippoyla da kıllarımı tütsülüyorum ben…yani.. değişik oluyor…diyerek mühendisi bir şekilde takasa ikna eder. (aslında filmdeki tüm olayların örgüsüne bakınca, eli, i-podunu bir an önce şarj edebilmek için aslında rahatlıkla engelleyebileceği bir ırza geçme ve cinayeti görmezden gelmiş oluyor. acaba burada verilmek istenen mesaj neydi tam olarak? )

    neyse, bizim hafız eli, ipodu şarj oluncaya kadar mad max film setini andıran kasabanın post-nuclear strike spaghetti western barı olarak tanımlayabileceğimiz orpheum bara gitmeye karar verir. amacı matarasını doldurmaktır, kesinlikle belasını aramamaktadır dostum. ama bela kahramanımızı bir şekilde bulur. ne şekilde bulduğunu da anlatayım.

    eli, barda duran radyasyona maruz kalmış dejenere iran cinsi bir kediyi “pissst lan, fuck off” diyerek kovar. bunu fırsat bilen motorsikletli çetenin lideri, hey dostum, o kedi var ya, o kedi…o kedi 2-3 seneden beridir buradaydı, senden daha fazla hak ediyordu burada durmayı, o kediye yanlış yapan bize yanlış yapar diyerek kavgaya ortam hazırlar. daha önce bir çifte tecavüz edip öldürürken şahit olduğu çete liderinin hayvan sevgisini nedense pek inandırıcı bulmayan eli, adamın kafasını tutar bara geçirir. daha sonra etrafını saran insanlara önce incil’den ayetler okur, akabinde çeşitli uzuvlarını keser. carnegie, eli’nin mekanına gelip tüm adamlarını haşat etmesinden çok etkilenir ve ona bir gece bedava konaklama kazandığını müjdeler. ayrıca konukseverliğinin bir nişanesi olarak akşam, metresi claudia’nın (jennifer beals) kızı solara’yı (mila kunis), eli’yi hoşnut etmesi için odasına gönderir.

    burada, benim dikkatimi çeken bir şey, herkesin sapsarı dişlerle, sivilceli suratlarla ve cüzamlı ciltlerle dolaştığı bir ortamda solara’nın cilt bakımına gösterdiği özen ve bu konuda elde ettiği başarı oldu. sanki l’oreal paris güzellik enstitüsü piyasa penetrasyonunu artırsın diye solara’yı amerika’ya yaz stajı için yollamış da orpheum barda esir düşmüş gibi.

    carnegie, claudia’yı ve solara’yı tabiri caizse adeta birer seks kölesi gibi kullanmaktadır. solara’yı ikna etmek istediğinde, annesine zarar vermekle tehdit eder. annesine bir şey yaptırmak istediğinde solara’ya zarar vermekle tehdit eder. ana –kız, carnegie’nin bu ucuz numarasına rağmen köleliği sürdürür. (bkz: stockholm sendromu)

    eli, odasına gelen solara’ya elini sürmez. üstelik, 31 (yazıyla otuzbir) yıldır ömrü yollarda geçmesine rağmen. solara der ki, ne istersen yaparım. eli’de yine tık yoktur. solara konuyu şöyle özetleyeyim der, şayet sen beni skmezsen carnegie anamı skecek. tam böyle söylemez, ama bu mealde bir şeyler mırıldanır. eli’de yaprak kımıldamamaktadır. aslında bu noktada eli’nin kör olduğunu ve isminin de neden “eli” olduğunu anlamam gerekirdi. (bkz: eli short for elizabeth)… eli, solara’yı badem gibi ayıklamak yerine ona incil’den ayetler okumayı, sex yerine companionship’i, pompa yerine friendship’i tercih eder.

    neyse, ertesi gün carnegie, dün gece nasıl geçti, neler konuştunuz eli’yle diye sorar. solara da sanki sabaha kadar oral seks yapmışlar gibi konuşmaya pek fırsat olmadı gibi manidar bir cevap verir. daha sonra eli’den öğrendiği ayetleri hemen annesine satmaya çalıştığı için carnegie aradığı özel kitabın bizim eli’nin sırt çantasında olduğunu öğrenir. solara’yı çağırır. kitap nerede? diye sorar. solara, bu soruya “eli’nin köründe” diye cevap verir. carnegie, solara’nın saygısızca kendisini terslediğini düşünerek sinirlenir ama aslında solara doğruyu söylemektedir. kitabın sırrı gerçekten de “eli’nin köründe” gizlidir.

    carnegie adamlarından redridge’e talimat verir ve “please shoot this guy” der. fakat eli, ilahi bir görev peşinde olduğundan redridge arkasından sıkmasına rağmen kurşunları bir türlü isabet ettiremez. (bkz: bulletproof monk) fakat bizim kör hafız, attığını vuran yaman bir nişancıdır, turnayı gözünden kediyi götünden vurmakta hünerlidir. kör ve zenci bir clint eastwood düşünün, ama atsız olanını.

    (bu arada anti parantez filmin bir yerinde bir ara oldu. filmdeki su sıkıntısı beni de etkilemiş olmalı, su almaya gittim. filmden çıkanların %80’i de benim gibi su almıştır herhalde. fakat 0,33 litrelik suyun fiyatı 2,5 tl. suyun litresi 7,5 tl’ya geliyor. 95 oktan kurşunsuz benzinin avrupa yakasındaki pompa fiyatı 3,64 tl/lt. kendimi bir an için eli gibi hissettim. ama su gerçekten serinletti, kan gibi geldi, her kuruşuna değerdi. mecburen. )

    neyse eli yollara düşer. solara da peşinden gelir, çünkü her nedense annesi solara’nın; yanında yarım metrelik bir machete taşıyan, kedi yiyerek beslenen, 31 senedir münzevi hayatı yaşayan ve “kitabı al, batıya yürü” şeklinde gaipten talimatlar duyan kör bir hafızın yanında daha güvende olacağına bir şekilde kendini inandırmıştır. eli solara’nın kendisine eşlik etmesini başta kabul etmezse de solara temiz su kaynağını gösteririm diyerek eli’yi ikna eder. eli, prensipleri olan bir adamdır. bu nedenle yola çıkarken yanına hiçbir suretle bir mataradan fazla su almaz. sadece elini yüzünü yıkamakla yetinir ve su kaynağının orada solara’yı kilitler.

    kendini bir şekilde kurtarmayı başaran solara, hep batıya gitmesine ve bayağı mesafe kat etmesine rağmen eli’nin çok önceden karşılaştığı tecavüz/gasp çetesiyle karşı karşıya gelir. eli bu arada her nasılsa geri döner. ok atmak suretiyle solara’ya saldıran adamlardan birini boynundan, diğerini ise çükünden vurarak öldürür.

    eli ve solara birlikte ilahi göreve devam ederler. yolda ruh hastası yaşlı bir karı-koca’nın çiftlik evini ziyaret ederler. victoria işi porselen ve silah koleksiyonu yapan manyak çiftin; çayın yanında insan pastırması atıştırma teklifini nazikçe refüze ederler. tam çıkacaklarken carnegie ve adamları çıka gelir. eve mermi yağdırmaya başlarlar. eli sazı, yani tabancayı yine ele alır ve görmeden yaptığı uzun mesafeli atışlarla uzun namlulu silahlarla nişan alıp ateş etmeye çalışan adamları bir şekilde alınlarının tam ortasından vurmayı başarır. bu arada karşılıklı makineli tüfek ateşi devam ederken, carnegie’nin ekibinden ben diyeyim iki kişi, siz deyin 4 kişi kocaman bir makineli tüfeğin kurulumunu gerçekleştirirler fakat herhangi bir yara almazlar. neticede yaşlı karı-koca ölür. carnegie, kutsal kitabı ele geçirir ve eli’yi karnından vurup öylece bırakır. solara’yı da alır kasabaya dönerlerken, solara psikopata bağlar ve şoförü boğma teliyle öldürüp araca birkaç takla attırdıktan ve el bombasını da gelen araçlardan birinin altına yuvarlayıp aracı havaya uçurduktan sonra eli’nin yanına geri döner.

    bu arada carnegie’nin arabasında ancak kasabaya dönecek veya solara’nın aracını takip edecek kadar benzin kalmıştır. kitaptan öğreneceği sihirli cümlelerle imparatorluğunu ilan etme saplantısı içinde olan carnegie tercihini kasabadan yana kullanır. kasabaya dönünce büyük bir hevesle kitabı açar ve burada farkına varırız ki kitap braille alfabesiyle yazılmış bir kitapmış ve eli ise körmüş filmin twist’i diyeceğimiz sahne burası ve filmin sonuna doğru öğreniyoruz. allaha şükür, carnegie “luke, i am your father” da diyebilirdi. aynı derecede mantıklı olurdu. bu arada ekstra bilgi: braille alfabesiyle yazılan bir incilin aslında 10 fasikülden oluştuğunu ve kütüphanede bir rafı tamamen kaplayacağını da öğrenmiş bulunuyorum.

    carnegie kör olan metresi claudia’yı çağırır ve kitabı okutmaya çalışır. claudia unuttum okuyamıyorum, adamlar barın altını üstüne getiriyor, ayrıca bacağın da ziki tutmuş diyerek carnegie’nin moralini iyice bozar.

    eli ve solara ise batıya doğru gitmeye devam ederler ve milli kütüphaneye dönüştürülen alcatraz hapishanesine ulaşırlar. her ne hikmetse tevrat, kuran, bhagavad gita, cevab veremedi gibi türlü türlü dini kitap vardır ama incil’in bir nüshası bile kütüphanede yoktur.

    burada eli, başlar hatim indirmeye, lombardi isimli philantrophist de “ulan sakın bu herif uyduruyor olmasın” diye en ufak bir kıllanma olmaksızın vahiy gelmiş gibi söylediklerini el yazısıyla yazar. sonra bunlar matbaada bastırılır ve sanıyorum insanlık kurtulur.

    --- spoiler ---
151 entry daha
hesabın var mı? giriş yap