2 entry daha
  • ii

    anımsıyorum şimdi, bir akdeniz seferinde yapayalnız kalmıştım
    yıl bin dokuz yüz elli altı
    aylardan nisandı olsa olsa
    ne param vardı ne satacak bir şeyim
    gerçi gemide yatıp kalkıyordum ama
    takmıştım aklımı bir kere
    tahtadan bir ren geyiğine
    gene tahtadan bir truva atına
    bulmuştum kafayı çoktan ''hey, çocuklar!''
    bilen var mı, neresidir truva?
    demeye kalmadıydı gül yaprağı kemiren birisi
    taktıydı bir gül yaprağı yakama
    bir başkası kapıya sürüklediydi beni
    ve dediydi ''işte,
    çenenin şurasında truva!''
    hani yüzyıl yaşar da insan, nasıl
    unutmazsa taşın üstünde seğirten bir karıncayı
    kayan bir yıldızı göz açıp kapayıncaya
    unutmadım işte bunu da
    kan içinde kaldıydı ağzım burnum
    doğrusu dövülmeyi sevmesem de
    aklımdan geçirmezdim dövmeyi
    oysa gemiciler icat etmişler derler keyfine döğüşmeyi
    yalan!
    ''sandal ağacı gibi olacaksın
    üzerine inen baltayı kokuna boğacaksın''
    ben böyle öğrendimdi üvey babamdan
    hayal meyal hatırlıyorum gemiye döndüğümü
    rıhtımda bir iki sarhoş tayfa:
    ''arkadaş tayfanın sarhoş olmayanı kurumuş dal gibidir
    gece karşısına çıktı mı uğursuzluk getirir.''
    güç halle kaçtımdı oradan da
    yırtık mavi gömleğimse rüzgarda
    köpürüyordu denizin bir parçası gibi
    ve burnumda o yabanıl kan kokusu

    kan! dedimdi kendi kendime, kan
    ne zaman çıkmaz ki yüze fırsatı yakalayınca.

    zamanlar geçti aradan, yıl bin dokuz yüz kırk iki
    içimi tüketen bir şenlik vardı iskenderiye'de
    kim bilir, bir başka yerde belki de
    gece yarısıydı, ellerim
    çılgınca kanıyordu
    on parmağımdan akan kan on ayrı renkte
    içimde yakalanmaktan korkan bir gölge kuşunun nefesi
    tüyleri kahverengi eflatun
    boyu elli santimden fazla
    çırpınıp duruyordu. sözlüğe bakmıştım da daha sonra
    yani şenlikten kurtulunca, tükenmekten
    bir gölge kuşu sahiden vardı
    ben ki gerçekle yiter, düşle ayılırdım hep
    bu çelişken yaşamım beni hiç bırakmadı
    sabaha doğru usulca havalandı oradan
    kaybetti sanki kumarda, var mıydı içimizde kumardan
    anlayan.

    ey gülistan sokağı, bir tomar gazete unuttuğum ev
    yıl bin dokuz yüz otuz üç
    vurup da kapını çıktım dışarı
    dönüp arkama bakmadım bile
    taşıdım aylarca yalnız
    bağayla kaplanmış bir duvar saatinin ilk tik takını
    öyle ya, bana sorarsanız terketmeli insan yaşamı
    ölümü göze almadan
    ve anlamalı bir ağaç gölgesi gibi durmaktaki sakıncayı
    gitmek, durmadan gitmek
    ne ölümünü bilsinler ne yaşadığını.
4 entry daha
hesabın var mı? giriş yap