aynı isimdeki diğer başlıklar:
28 entry daha
  • “belki de bu dünyada bizim insan olarak hayatımız, geceleyin, bir ekvator ormanında sessizce ilerleyen bir kaplanın kafasından geçenlerdir!” *

    charles bukowski, iyi bir kitabın insanı nasıl yere mıhladığını anlatırken gecenin sonuna yolculuk örneğini verir. şöyle der:

    "görmeliydin beni. kımıldayamıyordum. iyi bir yazar işte böyle yapar adamı. öldürür neredeyse..."

    gölgesizler'i tatildeyken bir havuz kenarında poşet çay eşliğinde okumaya başladığımda, karım ve kızım suyun içinden bana davetkarca el sallıyordu. berber, makası onuruma içilecek bir kadeh gibi yavaşça kaldırdığında, "şimdi geliyorum." dedim kızıma, "sen biraz takıl."

    sonra uzak bir köye gittim.

    tek kişilik ziyafet soframda oturmuş karıma bakıyordum: artık sayısını unuttuğum zaferlerimin gölgesinden "biri seni çağırıyor" dedi bana, "kalk ve oraya git."

    kandili elime alıp kalktım ve "kendimi pek iyi hissetmiyorum." dedim bizimkilere, "oraya gidip biraz uzanacağım."

    odaya çıkıp biraz uzandım, kitabı elime aldım ama okumadım, seyrettim sadece. her seferinde olduğu gibi bir mucizeye tanıklık ediyordum. nasıl anlatsam... bir sürü harika şekil vardı sayfaların üzerinde, böyle yan yana dizilmişler. daha önce akıl edilmemiş olması ilginçti, çünkü bir araya geldiklerinde önce kelimelere, sonra cümlelere dönüşüyorlardı bu şekiller. sonunda bir hikaye anlatıyorlardı belki de. (hem, neden olmasın?)

    balkona çıktım ve bir sigara yaktım. "şimdi" dedim, "şu anda bu kitabı okuyan biri var mı acaba?"

    karşı balkonda bir hayalet gibi oturan o kızı gördüm sonra. okuduğu kitabın sayfaları arasına dikkatle eğilmiş, bir şeyler çıkarmaya çalışıyordu oradan. kaşlarını sıkıntıyla çatıyor, derin nefesler alıyor, bir yandan da uzun, siyah saçlarını çekiştiriyordu parmaklarıyla. belki kedi iskeletlerini, aynalı kuşları görüyordu okuduğu kitapta. gürültüyle geçen otomobilleri, bir orada bir burada görünen insanları, berber çıraklarını, öfkeyle tespih çeken insanları görüyordu; her hareket ettiklerinde kemik seslerini duyduğu yaşlıları iziliyordu belki sayfaları her çevirdiğinde.

    odaya dönüp kitabı seyretmeye devam ettim. yüzler geçti gözlerimin önünden, yüzleri olmayan hayaller ve deliler geçti. bir berber dükkanında sıkıntıyla oturan müşteriler, bekçiler, muhtarlar geçti. sonra deliler dans etti o şekillerin arasında, atlar kişnedi, kadınlar ağıt yaktı, ceset kokuları yayıldı otel odama. dayanamadım ve tekrar balkona çıktım.

    karşı balkonda kitap okuyan kız artık yoktu ya da belki hiç olmamıştı. belki bir otel odasında değildim ben; aşağıda, havuzda neşeyle oynadıklarını var saydığım karım ve kızım yoktular, hiç olmamışlardı. ben de yoktum belki. ben sandığım şey, askerden yeni dönmüş işsiz ve umutsuz bir gencin hayalinden ibaretti.

    kapı çaldı. ayak uçlarıma basa basa yürüdüm ve kulağımı soğuk tahtaya dayayıp dinlemeye başladım. öfkeyle soluyordu karşı tarafta biri, korktum, ses veremedim. "orada olduğunu biliyorum." dedi, dört saat önce duysam karımın sesi olduğuna yemin edebileceğim bir ses. "kızın saatlerdir seni bekliyor. ne zaman bitecek bu allahın belası kitap?"

    söylediği şeylere bir anlam veremedim. çünkü ben kapının diğer tarafındaki kadının sandığı kişi değildim. büyük bir oteldi orası ve kadın yanlış kapıyı çalmıştı. balkonunda oturan uzun, siyah saçlı kızdım ben. bir kitabın sayfalarına eğilmiş oradan bir şeyler çıkarmaya çalışıyordum saçlarımla. "beyim evde yok." dedim, "akşama kadar da gelmez. gidin şimdi, laf olur."

    okkalı bir küfür savurup gitti -dört saat önce görsem karım olduğuna yemin edebileceğim kişi. yatağa uzanıp kitabı seyretmeye devam ettim. büyüyen bir tedirginlik vardı içimde, seyrederken seyredilmenin tedirginliği... kitabı bir kenara bırakıp usulca ayağa kalktım. o sırada otel derin bir sessizliğe gömüldü nedense, yok gibi. tüketilmiş gibi ya da, yaşana yaşana. ansızın ucu dibi bilinmez bir boşluğa kaydım. her şeyi bırakıp gidiyordum sanki buralardan. ellerim yoktu, ayaklarım sonra, burnum. rüzgar hafif hafif esmese belki tenim de olmayacaktı. belki de uçuyordum şimdi, az sonra bir yere düşüp orada kalacak ve derin bir uykuya dalacaktım.

    karanlıkta gözlerimi açtığımda yanımda bir kadın yatıyordu. az ötede bir çocuğun olduğunu tahmin ettiğim soluk alış verişleri kesik kesik yükselip alçalıyordu gecenin içinde. ne zamandır bu oteldeydim? kaç yıldır çıkmamıştım bu odadan?
    paniğe kapıldım, dışarı çıkıp biraz hava almaya karar verdim. havlumu kitabımı ve sigaramı karanlıkta el yordamıyla aranırken okkalı bir küfür daha yedim karımdan.

    otelden çıkıp sahile yürüdüm. alacakaranlığın içinde sessizdi sahil, deniz çarşaf gibi uzanıyordu önümde, kıpırtısız. belime kadar girdim serin suya, balıklar ayaklarıma hücum edince yüzmeye başladım. yorulunca durdum ve sırt üstü uzandım denize. dayak yemiş gibiydim ama mutluydum da aynı zamanda. pis moruk gökyüzünden bana bakıp sırıtıyordu: “iyi bir yazar” diyordu “işte böyle yere serer adamı.”
122 entry daha
hesabın var mı? giriş yap