263 entry daha
  • ölecek olsanız dahi derdinizi ingilizce anlatamayacağınız (türkçeyi çoktan geçtim) bir ülkede yaşarken lost in translation'ı romantik film olarak değil de, dil-insan-yalnızlık üçgeninin abartısız bir öyküsü olarak görüp öyle seviyorsunuz. üzerinizdeki turist tozu silinip giderken, siz ve çevrenizdeki her şey arasındaki duvarlar belirginleşmeye başlıyor. buradaki ilk ayımın sonuna yaklaşırken ses geçirmeyen bir kürenin içinde yuvarlanıyormuş gibi hissediyorum mesela. her şey, ses geçirmeyen camdan duvarların arkasında hareket ediyor. sokakta turlayan kedi kadar yabancıyım konuşulanlara. kendimi garip bir şekilde dışlanmış hissediyorum, iletişim kurabilmeyi, çevremde olup biten her şeyi, her hareketi anlamlandırabilmeyi özlüyorum. amma lakin ben sağır bir hayaletmişim gibi içimden geçip gidiyor hayat. konuşacak olmasam dahi konuşamayacak olduğumu bilmek beni örseliyor. tuhaf bir öz-dışlanmışlık hissi bu. ait olmadığım bir yerde görünmezim. çünkü anlamıyorum. çünkü anlatamıyorum. uzay boşluğunda sürüklenir halde izliyorum dünyayı. işte lost in translation da aynı soğuk boşlukta süzülen bill murray'in öyküsünü anlattığı için bu kadar etkiledi beni. taksiciyle muhabbet edebildiğiniz bir ülkede yaşıyorsanız bu film sizin için pek bir şey ifade etmeyecektir yani.
262 entry daha
hesabın var mı? giriş yap