• oy diyorum. oy.

    gerçekliğiyle izleyiciyi içine çeken filmlere ayrı bir sempatim var. sıfır entrika, sıfır plot twist, sıfır şaşırtmaca. "ben sana gerçek hayattan bir kesit sunuyorum" filmlerinden bahsediyorum. film eleştirmeni ya da sinefil olmadığım için bu kadar ifade edebiliyorum.

    --- spoiler ---

    başroldeki ablamızın içindeki boşluğu saf haliyle görebilsek de, abimizin derinliklerinde yatan dünyaya dair pek ipucu yok elimizde. sadece, anlatırken bile ümitsiz göründüğü "kendi ofisini kuracağım" ile, kadını tanıştırmak istediği yaşlı tanıdığı için "anneden daha fazlası" minvalindeki cümleyle iç dünyasındaki hesaplaşmasını az buçuk tahmin ediyoruz. halbuki adam tam bir "aşık olunası film karakteri" ilk etaptan sizi bağlıyor, yer yer gösterdiği duygusallığı ve hassasiyetiyle derinliklerine inmek istiyorsunuz. adamda bir şeyler var, gizem var, şevkat var, uçarılık var, yerini bilme var, öte yandan patavatsızlık var. ama bunlar film boyunca tavırlarıyla çıkarım yapabildiğiniz şeyler. arka plandakileri öğrenmek istiyorsunuz. kim bu adam? nasıl biri olduğundan emin oluyorsunuz ama detaylar havada kalıyor. "anlat bana be" diyesiniz geliyor. enerjisi müthiş.
    --- spoiler ---

    film ayrı müthiş. bize bunlarla gelin.
  • sanırım latin poposundan kokain çekip, herhangi bir karteli yönetmediğim için filmi pek öyle klişe bulmadım. hatta çok sevdim zira kim kalmış ljoha gibi eski romatiklerden?

    yani anlamıyorum ki farklı hikaye beklentimiz nedir her filmden? akıp giderken savrulduğumuz şu hayatta da hikayeler hep böyle basit, sıradan ve sonu belli değil mi? ve genelde kaçmıyor muyuz bir şeylerden, kimimiz kaçtığının kendisi olduğunu hâlâ bilmediği için kaçsa da pek saklanamıyor, ayrı.

    ayrıca filmde, kendime dair aydınlandığım önemli bir durum da oldu;
    bazı hususlarda lüzumundan fazla muhafazakarım. yani farklılıklara kapalı olmamak lazımmış zira petrogliflerin adını bile telaffuz edemese de buz tutmuş yollarda, kayarken ya da bulutlardan, bataklıklara düşerken elinizden tutanınız önemli…

    *
  • “yalnızca parçalarımız dokunacak
    başkalarının yalnız parçalarına'

    20. yüzyılın en önemli ikonalarından biri olan marilyn monroe'nun cümlelerine atıfta bulunarak açılıyor film. entelektüel bir ortamda türlü yazar, şairlerden söz ederken yüzyılın seks, şöhret ve arzu sembolü olan bir kadının yalnızlık üstüne ettiği bu sözcükler ortamda çınlıyor. böyle etkileyici, şiirsel ve bir bakıma derin sözcükler başka şeylerin temsili olan bir ikonadan geliyor beklenmedik şekilde. film de tam olarak bir yolculuk filmi ruhu üstüne serdiği şablonun böyle beklenmedik olaylar, karşılaşmalar, tesadüfler üstüne büyüyeceğini işaret ediyor ve işaret ettiği şeylerin üstesinden zorlanmadan geliyor.

    bizi birbirimize yabancı eden, düşman kılan ve iletişimi yalnızca boyalı, resimli, gösterişli bir var kalma hali içinde makul kılan günümüz manzarasının üstüne puslu, kirli, soğuk, zorunlu bir yakınlık konduruyor. iletişimin zorluğu, beklenmedik olanın çağırdığı diğer anlamların başka anlamlara açılan kapılarını, çağrının hazırladığı başka olayların birbirine dolandığı ve maceranın (bir tür değişimle) huzura geldiği bir olmak halinde diretiyor yönetmen. karakterlerini hem fiziksel hem sembolik olarak sığdırdığı küçücük kompartımanın içinden doğan, taşan ve yaşamı başka anlam ve karşılaşmalara sürükleyen dolaylı yakınlıkların, dostlukların uzantısı haline getiren bir yolculuğun kendisine dönüştürüyor. yolculuk hem sembolik düzeyde hem fiziksel düzeyde sürerken karakterlerin ve onlara ait yaşamın gelişen manzara ve macerasını kafamızın için ustalıkla nakş ediyor. her şey oldukça yalın ve sade bir şekilde akışa oturuyor. büyüleyici, cezbedici, aldatıcı hiçbir şey yok. baştaki açılışa atıfta bulunarak hiç beklemedik insanlardan ve durumlardan doğabilecek harikulade rastlaşmalarım mümkünlüğünün inancını pekiştiriyor.

    ve finalinde sinemasal tevatürüne yakışırı bir şekilde bazen ''siktir git'' demek ''seni seviyorum'' demekle aynı şeydir diyor yüzümüzde kocaman bir gülümseme bırakarak.

    mis gibi film.
  • bize aşık olmak için birbirimize benzemek zorunda olmadığımızı göstermeye çalışan film.

    bu filmi aşk filmi ya da yoluculuk filmi diyerek kolaya kaçmak istemesem de, izlerken ikisini de bulabileceğiniz bir yapım.
    en çok hoşuma giden şey; oyuncuların doğal ve içten performansları oldu. eğer sürekli daha filmin başından finalini tahmin edip çoğu zaman doğru bildiğiniz filmlerden siz de sıkıldıysanız, bu filmi açıp 107 dakikalık gerçek bir film izleyebilirsiniz.
    final sahnesi de gülümsetti. (bkz: haista vittu)
  • "kimse çıktığı yolda kendisi kalmaz. yol insanı başkalaştırır" (murathan mungan), temalı film.
  • uzunca bir süre bilgisayar klasöründe kalmışken, sıcakların çökmesi ile çürüme ihtimâlinin verdiği endişeyle izlenmiş, juho kuosmanen'in yönettiği, hayattan ardına bakmadan kaçılırken, gerçekleşmeyeceği pekâlâ bilinen hayalin peşinde imkânsızca koşan arktik romans.

    film, hayatla yüzleşmeyi ertelemek için arktik kıyılarda kadim taşlardan medet umma hayali ve ömrünü madenlerde çürütmek gibi makûs bir tâlihle yüzleşip kalan günleri - daha serti yoksa - votka ile azaltmaktan ibaret bir gerçek arasında "beklenti tartısı"nda serbestçe salınımdan ibaret. dar koridorları, akmayan suları ve rahat uyku yüzü göstermeyen kompartmanıyla akıp giden trenin hayat olduğu yerde, varılacak yerin bir karakter için mezar diğeri içinse araf olduğu bir yolculuktan romansı kaçış noktasında devşirmek elbette hiç görülmemiş bir şey değil. ancak film bunu, "lümpen proleter sarhoş" ve "küçük burjuva entelektüel" gibi çok basit bir sınıf gerilimi üzerine bina etmek yerine, jani-petteri passi'nin 35mm'lik filme çekme tercihiyle çok daha bulanık ve - olabildiği en müspet anlamıyla - bulaşık şekilde kurabildiği kertede oldukça başarılı.

    trenden inmek söz konusu olmadığından, bu zorunlu farklılıkları bir birine böyle naif ve - arktik rusya coğrafyasının verdiği cömert karelerle de - zarifçe birbirine bulaştırmanın ortaya çıkardığı dram çok incelikli. kıyıların karşısının kuzey kutbu olduğu murmansk'ın verdiği haşin soğuk ile birlikte bu drama içkin olan romansın da donuklaşmasıyla gerçekten göz dolduran film.
  • çok soğuk öyle soğuk ki iç ısıtıyor. tren-raslantısallık bilindik filmleri çağrıştırsa da başka bir havası var bu buzul filmin. her şeyin sonu var, sonu olur ama yaşandığı an canlı capcanlı olmalı.

    --- spoiler ---
    ah laura petroglifleri yüreğine yazdı yaban, eh keşke doğrusunu yazsaydı ama olsun sen anladın onu. yazıtları ararken kendinde kendini ve vadimde sevgiyi buldu.
    --- spoiler ---
  • rutinim olduğu üzere film izledikten sonra bakınırım ekşiye, başka gözler neler görmüş diye. bu sefer, bakmaz olaydım! bir şey yazmayı düşünmüyordum ama bir filmin hakkı da böyle yenilmez ki, ne izlediniz nasıl izlediniz yazık size! lyoka'ya ayı diyen bile var çok üzücü. film lyoka isimli harika insanın insanlardan kaçış hikayesi. ilk bakışta kötü durumda olanın lyoka olduğu düşünülürse de asıl umutsuz durumda olan laura. hayatının fırsatını da az kalsın lyoka'yı tanıma şansını teperek kaybedecek. ırina, laura'yı petroglifleri göremeyecegini bildiği halde rusyanın diğer ucuna yolluyor. ayrılamayı beceremeyen bir korkak! lyoka insanlara güvenmeyi bırakmış yer üstünün kaosundan bezmiş yer altına kaçan bir münzevi. hayal kırıklarindan o kadar bezmiş ki, kimseyle bağ kurmak istemiyor. belki laurayla o da bir miktar. tren görevlisi kadın 3. sınıf kompartman, yemek kompartmanı köpek, votka, yaşlı kadın telefon sırası bekleyen adam kuzey rusya vs. filmin çilekleri. gayet sıcak bir film içine girip soğuğu, yolculuğu, yaşamı hissedebileceginiz. sormak lazım beğenmeyenlere iyi bir film daha nasıl olmalı?
  • gidelim gidelim; ama nereye diyerek başladığım bu filmi bitirirken içimdeki gidelim sesini korumuş bulundum. dışarıda yağmur yağıyor, ev soğuk, buraya daha başka bir film gelemezmiş sevgili juho kuosmanen. evet, kar yağsaydı daha güzel olabilirdi.

    film, farklı sınıflara ait olan demek istemiyorum, o an için ayrı düşünceler ve kimlikler içinde olan iki yabancının aynı kompartımanı paylaşması ile başlıyor. laura'nın yalnızlığı ve lyokha'nın duruşu bize başta doğru düzgün bir iletişim kurulamayacağı izlenimini verse de ikisinin birbirine karşı olan savaşı durduktan sonra gelen orta yolda buluşmak biçimi öyle güzel bir anlatıya dönüşüyor ki gösterilen tren manzaraları ile birlikte kendi olmayı öğrenmek, karşıdakini anlamak, dönüşmek, değişmek üzerine bize hem yol gösteriyor hem de içimizi ısıtıp yanağımıza bir gülümseme konduruyor.

    juho kuosmanen kendi filmi için şöyle demiş: “yol filmleri genellikle özgürlük hakkındadır. otomobille istediği yere gidebilir insan. tren yolculuğu ise daha çok yazgı gibidir. nereye gideceğine karar veremezsin; sana sunulanı alırsın.”

    öyleyse hep yolda oluşun, yazgının sürüklediği yere gidişin, karar veremeyişin, bir yere varamayışın dileğini sürdürelim ve bir sigara daha yakalım*
  • murmansk'ın soğuğu ve karı arasında içinizi ısıtan sımsıcak bir film.

    --- spoiler ---

    filmde laura'nın irina ile değil de tek başına gidip hiyerogliflere ulaşmaya çalışması, hayatımızda bir şeyleri başarmak için kimseye ihtiyaç duymadığımızı gösterir nitelikteydi.
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap