• kral ve elmacının hikayesini bilir misiniz?

    bir gün kralın biri taht odasında otururken, pencereden sesler gelmiş:
    ”güzel elmalarım vaaaaaar!”

    bakmış, ihtiyar biri, at arabasında elma satıyor. etrafında müşteriler.
    kralın canı çekmiş ve başbakanı çağırmış;

    – al sana beş altın, koş bana elma al.

    başbakan bakanı çağırmış;
    – al sana dört altın, koş elma al.

    bakan saray sorumlusunu çağırmış;
    – al sana üç altın, koş elma al.

    saray sorumlusu muhafız komutanını çağırmış;
    – al sana iki altın, koş elma al.

    komutan nöbetçiyi çağırmış;
    – al sana bir altın, koş elma al.

    nöbetçi çıkmış satıcı ihtiyarı yakasından tutmuş ve;
    – hey sen, ne bağırıyorsun? burası han mı, yoksa saray mı? defol buradan. arabana da elmalara da el koyuyorum.

    nöbetçi, muhafız komutanına dönmüş;
    – işte şef, iyi dalavere çevirdim. bir altına yarım araba elma.

    komutan saray sorumlusuna dönmüş;
    – işte, iki altına bir çuval elma.

    saray sorumlusu bakana dönmüş;
    – işte, üç altına bir torba elma.

    bakan başbakan’a dönmüş;
    – işte, dört altına yarım torba elma.

    başbakan kralın huzuruna çıkmış;
    – işte kralım, emrettiğiniz gibi. buyurun, beş elma.

    oturuyor kral taht odasında ve düşünüyor;
    ”beş elma-beş altın. yani bir altına bir elma. ve halk elmalara hücum ediyor...
    demek ki vatandaşın durumu çok iyi .bu halkın vergilerini hemen arttırmam lazım!”

    tanıdık geldi mi size de ?
  • kral birdenbire kraliçesini kaybeder. herkes kralı teselli etmek için aceleyle saraya koşar. fakat bu ancak kralın üzüntüsünü arttırmaya yarar. cenazenin belirli bir zamanda ve yerde yapılacağına dair subaylarına orada olmaları emri verilir. herkes orada olacaktır. cenaze töreninde kral acısını serbest bıraktı ve diğer tüm aslanlar tonla kükrediler. saray, herkesin her şeye karşı iktidardaki kişinin uygun olduğunu düşündüğü şekilde üzüntülü, neşeli veya kayıtsız kaldığı ya da olamıyorsa bile en azından öyle göründüğü bir yerdir; herkes efendisini taklit etmeye çalışır. gerçekten bir zihnin binlerde bedeni harekete geçirdiği söylenir, bu da insanoğlunun yalnızca bir makine olduğunu açıkça göstermektedir. ama şimdi konumuza geri dönelim. bir tek erkek geyik hiç gözyaşı dökmemektedir. nasıl olur, gerçekten mi? kraliçenin ölümü onun intikamını almıştır; kraliçe daha önce onun karısını ve çocuklarını boğmuştur. bir saray mensubu yaslı krala bu bilgiyi vermenin gerekli olduğunu düşünür, hatta geyiğin güldüğünü gördüğünü bile söyler. kralın öfkesi korkunç olur. "adi orman işçisi!" diye bağırır. "herkes gözyaşına boğulmuşken gülmeye nasıl cesaret edebilirsin? soylu pençelerimizi senin küstah kanınla kirletmeyeceğiz! sen cesur kurt, şu haini öldürerek kraliçemizin intikamını al."

    bunun üzerine geyik cevap verir. "efendimiz, ağlama zamanı geçti; artık ağlamak gereksiz. saygıdeğer eşiniz gül yatağının üzerinde dinlenirken göründü bana; onu hemen tanıdım. 'dostum,' dedi bana. 'bu cenaze gösterişine son verin, bu gereksiz gözyaşlarını bitirin. cennet bahçeleri'nde binlerce binlerce zevk tattım, benim gibi aziz olanlarla sohbet ettim. kralın üzüntüsü daha bir süre devam edebilir, bu beni onurlandırıyor." konuşmasını bitirir bitirmez herkes bir ağızdan, "mucize, mucize!" diye bağırdı. geyik cezalandırılmak yerine güzel bir hediye aldı. kralları hayallerle eğlendirin, iltifat edin ve ona birkaç fantastik yalan söyleyin; size olan kızgınlığı ne olursa olsun yemi yutacak ve sizi en iyi arkadaşı yapacaktır."

    jean de la fontaine
  • köylünün bahçesinde hiç meyvası olmayan, ama serçeler ve çekirgeler için iyi bir tünek olan bir elma ağacı vardı. köylü ağacı kesmeye karar verip baltayı eline aldı, köklerine cesurca bir darbe indirdi. serçe ve çekirgeler kendilerine barınak olan bu ağacı kesmemesi için yalvardılar, karşılığında da ona şarkı söyleyecek ve işlerini hafifleteceklerdi. adam bu isteklerine aldırmadı, ağaca ikinci ve üçüncü darbeyi indirdi. ağacın kovuğuna ulaşınca arılarla dolu bir kovan buldu. balın tadını alınca baltasını yere attı, ağaca kutsal bir şeymiş gibi bakıp ona büyük özen gösterdi. çıkar tek başına insanı harekete geçirir.

    ezop masalları
  • m.s 625'de doğan wu chao bir dükün kızıydı. imparator tsung'un haremine aitti.

    imparatorluk haremi, imparatorun gözdesi olmak için yarışan cariyelerle dolu tehlikeli bir yerdi. wu'nun güzelliği ve güçlü karakteri gözde olmasını çabuk sağladı. imparatorun gözünün doymayacağını bildiğinden ve yerinden olmak istemediğinden gözlerini onun üzerinden ayırmıyordu.

    wu imparatorun çapkın oğlunu ayartmayı başardı. kral öldüğünde bütün eşleri ve cariyeleri ile beraber gelenek gereği kafası traş edilerek manastıra yerleştirildi. yedi yıl boyunca wu oradan çıkmak için plan yaptı. kralı ikna ederek ve imparotiçe ile arkadaş olarak, sıradışı bir şekilde saraya geri dönmek için buyruk çıkarttırdı. hareme girdikten sonra imparator ile yatmaya devam etti. imparatoriçe kendine yaptığı yaltaklanmalara aldanmasada umutsuz durum içinde bunlara göz yumdu.

    654 yılında wu chao bir çocuk doğurdu. bir gün imparatoriçe ziyaretine gelip ayrıldıktan hemen sonra wu çocuğu boğdu. şüpheler kıskançlığı ile bilinen imparatoriçenin üzerinde yoğunlaştı. olaydan bir süre sonra imparatoriçe cinayetten suçlu bulunarak idam edildi. wu onun yerine imparatoriçe oldu. hovarda olan imparator neredeyse tüm yönetimi eşine bıraktı.

    kendini yine güvende hissetmeyen wu, kendi yeğenini zehirleyerek öldürdü. 675 yılında varis olan kendi oğlunuda zehirleyerek öldürdü. sonra gayrimeşru oğlunu sürgün ettirdi. imparator vefat ettikten sonra wu sıradaki oğlunun yetersiz olduğu için en küçük oğlunun imparator olması konusunda ısrar etti. bu şekilde wu ülkeyi yönetmeye devam etti.

    sonraki yıllarda darbe yapmaya çalışan sayısız komplocuyu yakalatıp idam ettirdi. adı çin'in kutsal "imparatoriçe"si oldu.
  • ''dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye varır. karşısına çıkan insanlara kendisine yardım edecek, yemek ve yatacak yer verecek birileri olup olmadığını sorar.
    köylüler, dervişe kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söylerler ve sakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini salık verirler.
    derviş yola koyulur. yolda birkaç köylüye daha rastlar. onların anlattıklarından sakir'in, o yörenin en zengin kişilerinden biri olduğunu öğrenir. bölgedeki ikinci zengin ise haddad isimli bir başka çiftlik sahibidir. derviş, sakir'in çiftliğine varır. çok iyi karşılanır.
    iyi misafir edilir. yer, içer ve dinlenir. sakir de, ailesi de hem misafirperver hem de gönülleri zengin insanlardır. sonra tekrar yola koyulma zamanı gelir ve derviş sakir'e ve ailesine teşekkür ederken: "böyle zengin bir insan olduğun için hep şükret." der.
    sakir'den ise şöyle bir yanıt alır: "hiçbir şey oldugu gibi kalmaz. bazen görünen gerçeğin kendisi değildir. bu da geçer ya hu."

    derviş, sakir'in çiftliginden ayrıldıktan sonra, bu yanıt üzerine uzun uzun düşünür.
    aradan birkaç yıl geçtikten sonra derviş'in yolu yine aynı yöreye düşer. sakir'e uğrayıp ziyaret etmek ister. yolda karşılaştığı köylülerle konuşurken, köylüler: "haaaa o şakir mi?
    o iyice fakirledi, şimdi haddad'ın yanında çalışıyor." derler. derviş, hemen haddad'ın çiftliğine gider, sakir'i bulur. eski dostu yaşlanmıştır. üzerinde eski püskü giysiler vardır. geçen süre içindeki bir sel felaketinde bütün sığırları telef olmuş, evi barkı yıkılmıştır. toprakları da işlenemez hale geldiği için, tek çare olarak selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan haddad'in yanında çalışmak zorunda kalmıştır. bu süre zarfında sakir ve ailesi haddad'a hizmetkarlık yapmaktadırlar. sakir, derviş'i bu kez son derece mütevazi olan evinde misafir eder. kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır.
    derviş, vedalaşırken, sakir'e olup bitenlerden ne kadar çok üzgün olduğunu söyler ve sakir'den şu yanıtı alır: "üzülme. unutma, bu da geçer ya hu."

    derviş, gezmeye devam eder ve aradan uzun yıllar geçtikten sonra yolu yine aynı bölgeye düşer. öğrendiklerinden dolayı şaşkına döner. bir süre önce ölen haddad, ailesi olmadığından bütün varını yoğunu, en sadık hizmetkarı ve eski dostu sakir'e bırakmıştır. sakir, haddad'in konağında oturmaktadır. kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine o yörenin en zengin insanı olmuştur. derviş, eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar çok sevindiğini dile getirdiğinde yine aynı yanıtı alır: "bu da geçer ya hu."

    birkaç yıl sonra derviş yine sakir'i arar. ona bir tepe gösterirler. tepede sakir'in mezarı vardır ve mezar taşında şöyle yazmaktadır: "bu da geçer ya hu".
    derviş, üzgün bir şekilde, "allah allah, ölümün nesi geçecek?" diye düşünür ve gider.
    ertesi yıl; derviş, sakir'in mezarını ziyaret etmek için geri döner ama ortalıklarda mezar falan kalmamıştır. büyük bir sel gelmiş, bütün tepeyi silmiş süpürmüş ve sakir'in mezarından geriye hiç eser kalmamıştır.

    o yıllarda ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. bu öyle bir yüzük olacaktır ki; sultan mutsuz olduğunda umudunu tazeleyecek, mutlu olduğunda da, mutluluğun rehavetine kendini kaptırmasını, tembelliğe düşmesini önleyecektir.
    hiç kimse sultanı tatmin edecek böyle bir yüzük yapmayı başaramaz. sultanın adamları bir gün bilge derviş'i bulurlar ve yardım isterler. sultan yüzüğe fena halde takmıştır.
    derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazar. kısa bir sure sonra, yüzük sultana sunulur. sultan önceleri hiçbir anlam veremez, çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. sonra üzerindeki yazıya takılır gözü. üzerinde biraz düşünür ve yüzü aydınlanır.
    büyük bir mutluluk ışığı parlar gözlerinde. sonunda tam da istediği gibi bir yüzüğü olmuştur.
    yüzüğün üzerindeki yazı mı?

    şu yazılıdır yüzüğün üzerinde: "bu da geçer ya hu!"

    bu da geçer ya hu: her şeyin fani olduğuna dair çekirdek bir sözdür. tasavvufta oldukça sevilen bir vecizedir.

    feridüddin attar / mantık ut tayr
  • adamın biri, devesini kaybetmiş. deveyi ararken yüksek düzeyde anlayış yeteneğine sahip üç dervişe rast gelmiş. "devemi kaybettim" demiş dervişlere "onu gördünüz mü?" dervişlerin ilki "bir gözü kör müydü devenin?" diye sormuş. adam sevinçle "evet" diyerek cevaplamış soruyu. ikinci dervişin "ön dişlerinden biri eksik miydi?" sorusu karşısında, devesini kaybeden adam heyecanlanarak "evet, evet" demiş. dervişlerden üçüncüsü "bir ayağı topal mıydı?" diye sorar sormaz, adam "evet, evet, evet!" cevabını yapıştırmış. "o halde" diye konuşmuş dervişler, "sen deveni bizim geçtiğimiz güzergah üzerinde ararsan iyi edersin, onu bu yolda bulma ümidi vardır." kayıp devesinin peşine düşen adam bu üç dervişin kendi devesini görmüş olduklarına kanaat getirmiş ve alelacele dervişlerin geldiği istikamete koşturmuş.

    bulamamış adam aradığı yerlerde devesini ve ne yapması gerektiğini yine dervişlerden öğrenmek isteğiyle bu kez dervişlerin peşi sıra gitmiş. anlayış sahibi üç ermişe akşamüzeri istirahat menzilinde yetişmiş. yitiğini bulamadığını söyleyince, dervişler yine sorulara başlamış: "devenin bir yanında bal, öbür yanında mısır mı yüklüydü?" demiş birincisi, adam "evet" demiş. "hamile bir kadın mı biniyor senin devene?" demiş ikincisi, yine "evet" demiş adam. "biz senin devenin nerede olduğunu bilmiyoruz" demiş üçüncü derviş. bunun üzerine deveci, kaybettiği deveyi bu üç kişinin çaldıklarına kanaat getirmiş ve onları kadı karşısına çıkarıp başından geçenleri anlatarak dervişleri hırsızlıkla suçlamış. kadı, devecinin ifadesini yerinde bularak üç ermişi, deveyi gasp etme suçundan hapse atmış.

    kısa bir süre sonra adam devesini arazide başıboş dolaşırken bulmuş ve dervişlerin salıverilmelerini temin maksadıyla mahkemeye başvurmuş. daha önce dervişlerin kendi durumlarını izah etmeleri için bir fırsat tanımayı hiç aklına getirmemiş olan kadı, onlardan nasıl olup da deveyi hiç görmedikleri halde deve hakkında bu kadar çok şey biliyor olduklarını açıklamalarını istemiş. dervişler, yolda devenin ayak izlerini gördüklerini, izlerden birisinin silik oluşunun devenin bir bacağının topal oluşuna delalet ettiğini; yolun yalnızca bir yakasından ot yenmiş olmasının tek gözünün körlüğüne delil olabileceğini; ısırdığı yaprakları yırttığına göre ön dişlerinden birinin eksik olduğunun anlaşıldığını söylemişler.

    "arılar ve karıncalar yolun iki kenarında bir şeylere üşüşmüşlerdi. bunların bal ve mısır olduğunu gördük. bir konaklama yerinde çalılara takılmış uzun insan saçı gördük, devenin üstündeki kadındı. yerde el ayası izi vardı, ancak doğumu yakın hamile bir kadın elini yere dayayıp otururdu."

    "bütün bunları hırsızlıkla suçlandığınız zaman kendinizi temize çıkarmak için neden söylemediniz?"

    "çünkü devecinin devesini aramaktan vazgeçmeyeceğini ve onun çabucak bulabileceğini göz önüne aldık. keşfettiği gerçeği ahlaki bir olgunlukla perçinleyecekti. bizim salıverilmemiz için harekete geçerek gönül yüceliğinin, sorumluluk hissine sahip olmanın zevkini tadacaktı. hadisenin göründüğünden farklı cereyan ettiğini gören kadı ise gözünde mantık yollarına güvenerek kestirmeden hükme varmanın değerinin düştüğünü görecek ve bir arayışa koyulmayı takdir etmede daha üstün bir konum sahibi olacaktı. kadı doğru hükme varmanın tevazuyla arayışa neler borçlu olduğunu görecekti. kendinde yargılamaya yetecek donatım olduğunu zehabına kapılmanın gönül kırıklığını tadacak, birini suçlamadan veya bir iddiaya sahip çıkmadan önce kendi ölçülerini tartmanın kaçınılmazlığını kabul edecekti."

    "bizim geçirdiğimiz deneyler şunu gösterdi ki insan hakikati ararken bir gücü, bir yargılama gücünü kendinde hıfzettiği zehabına kapılmamalı. herkes kendi kaybettiğini kendi arasın. bu arayışta diğerleri sadece arayanın neyi kaybettiğini hatırlatabilirler. bunu nimet bilmeli. senin noksanını tasvir edenler, senden bir şey gasp etmiş olmaz..."
  • bilgeye sormuşlar: "efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?"
    "terzimi severim," diye cevap vermiş.
    soruyu soranlar şaşırmışlar:
    "aman üstad, dünyada sevecek o kadar çok kimse varken terzi de kim oluyor? o da nereden çıktı? neden terzi?"
    bilge, bu soruya da şöyle cevap vermiş: "dostlarım, evet ben terzimi severim. çünkü ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır. ama ötekiler öyle değildir. bir kez benim hakkımda karar verirler, ölünceye kadar da, beni hep aynı gözle görürler."
  • dük ai'ye hizmet eden jao belirsiz konumuna kızarak efendisine "kış ördeği gibi çok uzaklara gideceğim," der. "bununla ne demek istiyorsun?" diye sorar dük. "horozu görüyor musunuz?" diye cevap verir jao. "ibiği, inceliğin sembolüdür; güçlü pençeleri gücün işaretidir; her türlü düşmanla savaşma cüretini ve cesaretini gösterir; ve son olarak, gece boyunca zaman konusundaki dakikliği bize dürüstlüğünü gösterir. bununla birlikte bu beş erdeme rağmen horoz masanızdaki tabağı doldurmak için her gün öldürülüyor. neden? nedeni kolayca bulunur olması. öte yandan kış ördeği bir uçuşta üç yüz mil aşar. bahçenizde dinlenirken balıklarınızla, kaplumbağalarınızla beslenir ve darılarınızı gagalar. horozun beş erdeminin hiçbirinin onda olmamasına rağmen bu kuşu ender bulunduğu için ödüllendiriyorsunuz. bu nedenle kış ördeği gibi uzaklara uçacağım.

    yu hsiu sen
  • iki at yük taşıyordu. öndeki at iyi gidiyordu, ama arkadaki at tembeldi. adamlar arka atın yüklerini öndeki ata yükledikten sonra arkadaki at daha kolay yürümeye başladı ve öndeki ata, "didin ve terle! ne kadar çalışırsan o kadar çok acı çekersin," dedi. hana vardıklarında atların sahibi, "neden tek atla yükleri taşırken iki at besleyeyim? bir tanesine istediği tüm yemi vereyim ve diğerinin boğazını keseyim; en azından derisini kullanırım," dedi. ve söylediğini yaptı.

    leo tolstoy
  • alman başbakanı bismarck, rudolf virchow'un sürekli eleştirilerine öfkelenmişti, yardımcıları bilim adamını düelloya davet ettiler. "meydan okunan taraf olduğuma göre silah seçme hakkı benim" dedi virchow. iki büyük sosis seçti. "bunlardan biri ölümcül bakterilerle dolu; diğeri tamamen sağlam. ekselansları hangisini yiyeceğine karar versin, ben diğerini yiyeceğim." bismarck düelloyu iptal etti.

    cliffton fadiman
hesabın var mı? giriş yap