• o kadar para veriyorsun, bok gibi para bayılıyorsun ama filmin orjinalini izleyemiyorsun. dublaj nedir abicim ya? dublaj bir opsiyondur. orjinalde alt yazı takip edemeyecek durumda olanların tercih edeceği ek seçenektir.

    ama bi filmin orjinal seçeneği olmadan gösterimi yapılır mı ya? bok gibi para bayıl ama orjinal yok? ondan sonra sinema neden kazanmıyor. ee kazanmaz mına koyim. 3 ay beklerim evimde cillop gibi 42 inç tvimde orjinal şekilde alt yazılı izlerim filmi arkadaş.

    aha bugün kung fu panda 2 ye gittim. akşam 9 buçuk seansı. son seans yani. la bi girdim. o da ney? film dublajlı. sikeyim dublajınızı ya. çakma film izlemek için mi 15 tl bayıldım ben lan? sinemaya gitmemek lazım. bunu bir kez daha anladım.

    edit: bu boku yiyen cinebonustur bu arada.
  • sinemanın en önemli özelliği, bireyin gündelik hayatında göremediği şeyleri kameranın aracılığıyla göstermesi. yani başka bir gerçeklik oluşturması. kimisi buna sahte-gerçeklik dese dahi what is reality ulan? derim. mesela efendim, gittik dağa çayıra. bir de ne görelim? aklımızda sorunlar, çatışmalar, yok efendim onun ne güzel şeysi var, onun benden daha fazla şeysi var filan. ağaçlar huşu içinde salınıyor, nehir şırıl şırıl akıyor ama biz bunlara bakarken ağaç imajına, nehir imajına takılıp (zihin'in mekanik zorunluluğundan kaynaklı) onları algılayamıyoruz. "ağaç işte la?" deyip geçiyoruz. ama bunu tarkovsky'nin solyaris filminin giriş sahnesinde gördüğümüzde(?) bize daha farklı geliyor. içinizi garip bir huşu kaplıyor (tarkovsky'den örnek vereyim de entel olduğum anlaşılsın. onu da bitiremedim, o ayrı konu keh keh) neden? çünkü 'sinema', eğer siz filme özdeşlik kurup da filmle bağlantı kurarsanız, kendi gerçekliğini dayatıyor. böylece sinema, siz aslında orada olsaydınız farkında olamayacağınız şeyleri, kamera sanki sizin gözleriniz ve bu görüntüler sanki algınızmış gibi sizi farkında olmaya zorluyor. işte sinemanın en önemli işlevi. sinema 101 dersimiz bitmiştir. dağılabilirsiniz. buradan biraz da kendi gerçeklik algımız ve algımızın izdüşümlerini mi sorgulasa idik? onu da başka bahara artık.
  • onur ünlü'ye göre: "küçük burjuva ihtiyaçlarını tatmine yönelik, hafif, basit, süflî" bir iş.

    http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=7000
  • tutkudan da ötedir. bir filme ait repliği içinden tekrarlamak, bazen dünyalara bedeldir. bazen acımasız gerçekler sizi sardığında tek sığınağınızdır.

    "bana farklı bir şey söyle ki sana farklı gözle bakabileyim." "tabancası olan bir adamla tüfekli bir adam karşılaştığında tabancası olan ölü bir adamdır." demin benim yüz ifademe yansıyan afallama hali, cevabımdan sonra şimdi onun yüzündeydi. muhtemelen duyup duyabileceği en ilginç şeyi söylemiştim ve bir anda tutulmuştu bana. hayat güzel, vadim yemyeşildi sanki roma tatilindeydik. ancak zalim zaman rüzgar gibi geçmişti. tanıştığımızda donan zaman arayı kapatmak için daha da hızlı bir şekilde akmaya devam ediyordu. oysa daha 127'nci saatin içindeydik. fakat aramız bozulmuştu. "bak bizim şarkımızı çalıyorum sen hala sinirleniyorsun" "you damn ass" "bizim şarkımız yok ki" diye hevesimi kursağımda bıraktı. oysa ne olurdu "bir daha çal, bir daha" deseydi. dilersen "dünyanın bütün madenlerinin eridiği havuz'a" gideriz diye onu rahatlatmaya çalışıyordum. ben bu hayali kurarken birden "sen aptalın tekisin" dedi bana. ben de böylesine güzel birini kaybetmemek için, "ah müjgan ah" "kar taneleri mükemmeldir" diye savundum kendimi. aslında içimden "orospu, orospusun sen" diye haykırmak geliyordu. konuyu değiştirmek için nerde oturuyorsun diye sordu, "fucking bruges" dedim. bu sefer, "sadece aptal değil aynı zamanda film manyağısın da" dedi. bu son sözü çok dokunmuştu bana. oysa ben kendimi 'dokunulmazlar'dan biri gibi hissederdim hep. "hayat ne getirir bilemeyiz." "daha tanışalı 127 saat oldu, ne bu sinir?" diye sorduğumda, "defol git, yalnız kalmak istiyorum" diye cesur yüreklilikle içinden gelenleri söyleyerek soğuk bir duş aldırdı bana. ama henüz son gong çalmamıştı, "hiçkimse hayat kadar sert vuramaz: ne sen ne ben ne de bir başkası... ama mesele ne kadar sert vurduğun değildir. mesele, ne kadar sert darbe alabildiğin ve ilerlemeye devam edip edemediğindir. kaç darbe alıp hayatta yoluna devam edebiliyorsun. kazanmak budur..." diye düşünürek, "samurayiknden daha büyük yalnızlık yoktur, belki balta girmemiş ormanlardaki kaplanınki hariç" diyerek onu da aldığım duşun için soktum. şimdi sırılsıklamdı. asla yalnız biri olamayacağını anlamıştı. diyecek sözü kalmamıştı. bu son sözümden sonra "sadece siktirip gitmeni istiyorum" dedi. "neden" diye sordum. "herkesin inandığı bir şey var bu amına koyduğumun dünyasında benimki de sensin." "neden bir şans daha vermiyorsun?" gözlerinden yaşlar akarken sinirden kendini sikecek gibi duruyordu. "neden böylesin" diye bağırdı. şimdiye kadar sorduğu en güzel soruydu. "karım beni terk ettiği için mi böyleyim yoksa böyle olduğum için mi karım beni terk etti, hatırlamıyorum" cevabını verdim. "ölmek istiyorum, gidiyorum" dedi. "ölülerin bildiği tek şey vardır yaşamanın daha güzel olduğu." "yaşamın güzel olduğunu bilmek için ölmeye ihtiyacın yok" "benimle seviş de" "gitme" dedim. "neden" diye sordu. "bilmiyorum sadece bekle" dedim. ama gidiyordu arkasından söylendim "gitmeni sevmiyorum ama gidişini izlemeye bayılıyorum" ilk defa gülümsedi. üstelik de arkasını dönüp gülümsedi. "bana güven vermiyorsun" dedi. ortam dünyalı ben durur muyum, "bu hayatta iki kişiye güvenirim, biri benim diğeri sen değilsin" "bebeğim" diyerek güven sorununu aşmaya çalıştım. biraz yaklaştı, sakinleşmişti sanki. bana dönerek "sen hep yalan söylüyorsun" diye sitem ederek çekip gitti. "ben hep doğruyu söylerim, yalan söylerken bile. yalan söyleyen sizlersiniz." "iğrençsiniz ibneler" diye haykırarak arkamı dönüp sinemaya gittim.
  • askerdeyken "bugün ailem gelecek, izin almak zorundayım" diye astsubaylara günlerce yalvarıp beklediğim bir filmi ilk seanstan izleyecek kadar sevdiğim şeydir. gerçekten annem geldiğinde adam gibi serbest kalabildiğimde kendimi bütün mastürbasyon ve kadın kadına öpüşme sahnelerini yok sayarak onunla birlikte black swan'a atacak kadar sevdiğim şeydir. bir yaşam biçimidir. yokluğu derin depresyonlara sokabilir insanı. beni sokuyor yani. "şöyle iyi bir film izlesem," isteği bir yoksunluk krizi gibi geliyor bazen. sonra içime çektiğim mal da kıyak olunca efem, tadına doyum olmuyor.
  • herkes kendini dünyanın en önemli işini yapıyor zannediyor. diğer sanat dalları gibi sinemada da bu böyle. "hayat mı kurtarıyorsunuz ulan?" demek geliyor insanın içinden. hayat kurtarmak bir yana insanlara dolaylı olarak zarar veren filmlerin sayısı da az değil.

    bütün bunlara rağmen, anlattıkları öyküler bir tarafa ve onlardan bağımsız olarak, sadece bir ses renk ya da görüntüyle bir kaç saniye içinde ruhen başka bir dünyaya geçiş yapmamızı sağlıyor filmler. bir kaç saatliğine şalterleri tamamen kapatıyoruz ve o an içinde bulunduğumuz dünyadan çıkıp gidiyoruz. büyük paralar harcanan vahşi bir sektör olmasına rağmen bize fazla pahalıya da patlamıyor. bu sektörden dolaylı olarak canı yanan bir çocuk bile film izlerken mutlu oluyor. tuhaf bir paradoks, kocaman bir oyuncak ve büyük bir nimet. akı bokunu kurtarıyor mu? orasını bilemiyorum.
  • evden büyük bir salon, koca bir ekran, sesin bütün salonu kapladığı, patlak mısır kokusunun içe çekile çekile film izlendiği yer. sinema adabından bir haber, sohbet etmeye gelen ve uyarılınca "heee oldu susarız" diyen şakirtler ve çevir kapak nişanlıları da alınmasa bence süper bir yer.
  • "sinema, saniyede yirmi dört kere gerçektir."
    jean-luc godard
  • gerçek hayattan kopmak için kullanılırken, çıkardığı bazı yapıtlar yüzünden bu sefer de hayata dönmekte zorlatandır. yapmayın.

    "başka bir hayat daha olmalı. böyle bir acı için yaratılmış olamayız."
hesabın var mı? giriş yap