• güzel fotolardır ama kesinlikle kurgudur. kanımca propaganda amaçlı olarak kullanılmışlardır. yoksa ağır sanayi'de döküm yaparken ortama gülücük dağıtan birini hiç görmedim.
  • 1930'lu yıllarda henüz yeni kurulmuş olan türkiye cumhuriyeti'ni hatırlatan fotoğraflardır.

    https://i.hizliresim.com/pgk1gm.jpg

    (bkz: önce buğdayı bile dışardan alırdık)
  • insanların ne derece mutlu olduğıunu bilemem de 80'lerde bulgaristan'dan göç etmiş bir arkadaşım vardı. adamın annesi gitar çalıyor, inanılmaz iyi satranç oynuyordu. bilim, sanat hakkında en kötü ihtimalle söyleyecek bir şeyi vardı. bizimkine sorsan dünya düz derdi o dönem. sanat desen ebru gündeş derdi. kaldı ki st petersburg falan değil, bulgaristan'da bir köyde yaşayan sıradan bir aileymiş bunlar. biz o zamanlar ortaokulda satranç denen kavramla yeni tanışmışız. arkadaşın evine gidip 40 yaşındaki anasına 4 hamlede falan yenilip geri geliyorduk. üstüne gitar resitaliyle mağlubiyeti hazmediyorduk. ne zaman sscb dense aklıma o gelir. şu an ne yapıyordur bilmiyorum ama o kadın sscb'nin ete kemiğe bürünmüş halidir benim için.
  • güzel propaganda fotoları, kimse üzgün değil herkes mutlu, üzgün olanı sikiyorlar sanırım. her sistem kendini başarılı göstermek için böyle propagandalara muhtaçtır. atv açın lan herkes nasıl mutlu görün. *
  • herkes görsün diye tepe editi: o değil de bağzı arkadaşlar sağolsunlar yerin dibine, eski tabirle zamanın ötesine göndermişler entry’yi. olum elin rus binbaşısıyla ne alıp veremediğiniz olabilir lan sizin.

    aralarından bazılarını tanıma mutluluğuna eriştiğim, mutlaka çoğu sevilmeye, bilinmeye değer güzel insanları konu alan güzel manzaralar. bizim coğrafyamızda ve dünyanın tüm diğer coğrafyalarında da sıklıkla görülebilecek, çoğunun ömürleri boyunca kimseye bir zararlarının dokunmadığı, çoluk çocuklarının geleceği için çabalayıp duran güzel sırandan insanlar. sıklıkla büyük sıkıntılar yaşar ve hikayelerini kimseler öğrenmeden bu dünyadan göçüp giderler.

    denis mihailoviç nazarov bir binbaşıydı. ben tanıdıktan bir süre sonra emekli oldu. bildiğiniz kızılordu’nun binbaşısı. çernobil patladığı gün görevlendirmesi çıkmış, ertesi gün pripat’ta santrale en yakın hatta bulmuş kendini. aylarca kalmış orada. çernobil günlerini anlatırken çok heyecanlanırdı. kendi deyimiyle “nasıl olmuşsa ölmeden dönmüş evine, sonrasında da bir şekilde kanser falan olmamış işte”. bütün hayatı boyunca ordudaki işini büyük bir ciddiyetle düpdüzgün yaptığına eminim çünkü işinin haricinde evinde de, sorumluluklarına, eşine ve çocuklarına kalpten bağlı, tam anlamıyla örnek bir aile babasıydı.

    evliliğinin ilk yılları sovyetlerin çöküşüne ve ekonomik, sosyal ve olabilecek diğer tüm bağlamlarda kriz zamanlarına rastlamış. ülke genelinde yerle bir olan sosyal düzen ve ekonomi. durup dururken kapanan veya birilerine peşkeş çekilen fabrikalar. bir gecede hayal edilemeyecek kadar zenginleşenler ve her şeyini bir anda kaybeden milyonlar. haksızlık, adaletsizlik, ümitsizlik.

    işte bu yıllarda denis mihailoviç, biri fiziksel engelli iki çocuğu ve eşiyle mutfak, tuvalet ve banyonun ortak kullanıldığı, koridor boyunca başka ailelerin yaşadıkları odalar sıralanan, bildiğiniz öğrenci yurdu gibi bir yerde kalmış. ilk planda geçici olarak düşündükleri bu konaklama hali yıllar sürmüş. sonrasında şartları biraz daha iyice bir yere taşınmışlar fakat işte bu şartlarda tam 15 sene boyunca, tuğla tuğla gelecekteki evlerinin malzemelerini almışlar eşiyle. bir zaman sonra da devletten bir arsa kiralayıp bizzat ikisi evi inşa etmeye başlamışlar. kelimenin tam anlamıyla epik bir ev inşaatı hikayesi bu. dediğim gibi tam 15 sene sürmüş. çok nadir işler için usta getirmişler. kalan bütün işleri bazen gidip bir yerlerden öğrenerek, bazen bildikleri kadarıyla kendileri yapmış. ben aileyle tanıştığımda küçük bir bahçe içinde çok sevimli bir evdi bu. sonra bir de sauna yaptılar evin dışına.

    denis hafta sonu evde oturmazdı hiç. sabah erkenden mesaiye gider gibi kalkar, öğlene kadar durmaksızın bahçede çalışırdı. patatesler, meyve ağaçları, tavuklar veya yapılacak inşaat işleri. öğlen gelir yemeğini yarım saatte yer, kendini bahçeye atardı tekrar. bütün hafta sonu böyle. bir uzat ayaklarını kanapeye, biraz televizyon seyret, biraz uyukla pazar öğleden sonra. yok. mesaiye gider gibi bütün hafta sonunu çalışarak geçirirdi.

    kayın validesi ve evlere şenlik alkolik bir kayın pederi vardı denis’in. kayın peder emekli aylığını alır almaz ortadan kaybolurdu. kimse telaşlanmazdı çünkü ayyaş arkadaşlarını toplayıp kimsenin onları bulamayacağı bir yerlere gittiğini, tüm para bir iki gün içinde bitene kadar da durmaksızın votka içeceğini bilirlerdi. kayın peder de gerçekten birkaç gün sonra hiç bir şey olmamış gibi geri gelirdi. yaşlı kadın ki onun da büyük savaş yıllarıyla ilgili muhteşem hikayeleri vardı, geri döndüğünde adama küfürler ederek kovardı evden. tabi sonunda kocası evde kalmaya devam ederdi. kadın bakın şunun suratına derdi. “hiç rus'a benziyor mu? bu çirkin adam işgalci alman askerlerinin çocuğudur."

    zerre kadar yardımını geçin kocasının çıkardığı arızalar sebebiyle yaşlı kadın, rutin zamanlar haricinde bağın bahçenin işlerine tek başına yetişemezdi. denis de bu zamanlarda ailesini ve tembel kayın biraderini arabaya doldurur köye giderdi. bir seferinde kendini sabana bağlayıp iki gün boyunca yağmur altında tarla sürdüğünü biliyorum. bu işte kullandıkları at hasta olmuş. işi aslında kayın biraderiyle dönüşümlü yapacaklarmış ama vova beceremeyince kendi at olmuş. vova da yağmurdan şikayet edip durarak sabanı tutmuş.

    kayın validesi ben onları tanıdıktan bir kaç sene sonra öldü. tüm aile tabi çok üzülmüştü. en çok da dede için üzüldü denis. yaşlı adam tek başına ne yapacaktı? gel bizimle yaşa dediler. ama ömrü boyunca yaşadığı köyünü bırakıp şehre gelemeyeceğini de çok iyi biliyorlardı. hem gelse kim bilir ne sıkıntılar çıkaracaktı o da başka konu. ama denis gerçekten tüm bunları göze almıştı. ihtiyar gelmedi tabi ve o kadar üzüntülüydü ki, bir kaç gün sonra köyden haber aldılar. bağın bahçenin tüm işlerini yapmalarını sağlayan atı satmış, buna katiyyen izin vermeyecek karısı da artık olmadığı için köyün tüm ayyaşlarını bu sefer eve toplamış tüm parayı bitirene kadar günlerce içmişler. denis gitti getirdi kayın pederini. adam köyüne geri kaçana kadar ancak bir iki hafta "gözetimde" tuttabildiler.

    gerçekten çok çalışkan, gerçekten çok temiz kalpli, herkese hemen inanan, içinde zerre hinlik olmayan, duygusal durumlarda gözleri yaşarıveren, sözüne güvenilir bir adamdı denis mihailoviç. bir keresinde belki biraz da iltifat bekleyerek ona bir mevzuyu açmıştım. "tabi ki öyle yapacaktın. erkek olmak bunu gerektirir" demiş, benim gibi “anadolu rajonunu”, “eşsiz türk töresini” bilen birine delikanlılık dersi vermişti. utanmıştım.

    velhasıl adam gibi adamdı. dindar biriyseniz bu bir ölçü olabilir mesela, kelime-i şehadet getirse ve arada bir içtiği votkayı görmeseniz, bizim coğrafyada yaşayıp duran en dindar insanlardan zerre farkı olmazdı. aslında genel ahlak ve dürüstlük ölçülerine göre değerlendirmek gerekirse -kabul etmek lazım biz biraz kurnazız- her halde bir kelime-i şehadet çok çok makbul bir müslüman oluvermesi için yeter de artardı. adam gibi adamdı işte. eminim hala daha öyledir.

    insan tahmin ediyor. biliyor bilmesine ama işte ancak kendi gözleriyle görünce tam olarak anlıyor. sizi tenzih ederim tabi ama eğer burnumuzu bulunduğunuz kültür ortamından dışarı çıkartmamış, başka iklimlerin insanlarını tanımamış, tanımaya çabalamamışsak, sanıyoruz ki dürüstlük, fedakarlık, saflık, temiz kalplilik sadece bizim yaşadığımız iklime ait değerlerdir. öyle değil tabi hepimiz biliyoruz.

    velhasıl, “sscb’den insan manzaraları” emekli binbaşı denis mihailoviç nazarov’un güzel hatırasını gece gece yad etmemi sağlayan ve mutlaka çoğu sevilmeye, bilinmeye değer başka güzel insanları da konu alan güzel bir ekşisözlük başlığıdır. fotografları bulup başlığı açan suser sağolsun.

    illaki edit: illaki imla
  • balkanlar’da neredeyse her şehirde gördüğümüz bir ayrım vardır. eski şehir ve yeni şehir ayrımı. istanbul’da da bu ayrım olsaydı eski şehir kısmının başkenti olacak olan eminönü’nde geçti çocukluğum. eminönü hem tarihi bir yer hem de ekonominin kalbinin attığı yerdi. türkiye’ye gelen yeni ürünler ilk eminönü piyasasından geçer daha sonra filtrelenerek istanbulun diğer bölgelerine ve anadolu’ya dağıtılırdı.
    işte bu zamanlarda dükkanımıza gelen babamın ahbaplarından biri kısa zamanda anten çanak işlerinin kalkacağını tv izlemenin tek yolunun reciever(alıcı) denilen kutular vasıtası ile olacağını söylemişti. o gün babamla dükkanı kapadıktan sonra sandalla karaköye geçtik ve aldık sihirli kutuyu. işin teknik detaylarına fazla girmek istemiyorum bir şekilde kurduk aleti.

    benim de rus kanalları ile tanışmam da hep bu reciever yüzünden oldu, italyan kanalları, fransız kanalları, japon kanalları ama en çok rus kanalları.
    çerkes olmamız sebebi ile rusya’ya giden özellikle maykop’a ve moskova’ya giden akrabalarımız vardı. onların getirdikleri matruşkalarla oynardım. bir keresinde rus siyasetçilerden oluşan matruşkalar gelmişti. bende çocuk aklı ile en büyük matruşkanın kime ait olduğunu merak etmiştim. en büyüğünün gorbaçov olduğunu çünkü gorbaçov’un sovyetler birliğini dağıttığını söylemişti serkan abim. ona göre gorbaçov kendinden önceki herkesi yemişti dolayısıyla en büyük ve sonuncu matruşka onunkisiydi.

    o günden sonra aklımda kalan 2 şey vardı; gorbaçov ve sovyetler birliği. daha sonra bu 2 şey yerini doğu bloğu, demir perde, komünizm, sosyalizm ve soğuk savaşa bıraktı. işte bu yüzden rus kanalları ilgimi çekiyordu. henüz 90’larda olmamız sebebi ile komünizm etkisi devam ediyordu tv’lerde. bana göre komünizm soğuk bir şeydi. babam komünizm için; 1+1 evlerde yaşayan uyuşturulmuş insanların sistemi diyordu. bende onun gibi düşünüyordum. rus kanallarında küçücük apartman daireleri, tek göz ocaklar, eski l koltuk ve vodka şişeleri vardı. dış sahnelerde ise soğuk parklar ve düzenli bahçeler…

    komünizm’i belki ülke olarak hiç bir zaman yaşamamıştık ama ben çocukluğumda kendi içimde yaşamıştım. daha sonra büyüdük ve önce şeriattan sonra liberalizmden daha sonra demokrasiden falan bahsettik ama komünizm her zaman içimdeydi.

    bosna hakkında komşularımın boşnak olması sebebi ile ”eski yugoslavya” olduğu bilgisi dışında hiç bir bilgiye sahip değildim. tarih kitaplarında okuduğumuz kosova muharebesi, bosna’nın fethi, balkan savaşları falan da o zaman için ezberlenmiş bilgilerden ibaretti. kısaca bosna benim için sadece eski yugoslavya’ydı ve ben yugoslavya’nın da ne olduğu hakkında hiç bir bilgiye sahip değildim.

    saraybosna’da kalacağım yer daha önceden ayarlanmıştı, ev arkadaşım beni havaalanında karşıladıktan sonra oturacağımız eve doğru taksi ile yola çıktık. ilk fark ettiğim; etrafta uzunca soğuk binalar ve düzenli parkların olduğuydu. hava yağmurluydu, tıpkı rusya gibi. radyodan gelen sesler rus kanallarındaki seslerle örtüşüyordu. kalın sesli bayan sanırım haber sunuyordu ve her an birini dövebilir gibi bir hava yaratmıştı bende. bir an saraybosna yerine moskova’da olduğumu hissettim. yolun ortasından geçen eski tramvayın üstünde kiril alfabesi ile yazılmış reklamlar vardı. evet sanırım ben rusya’daydım.

    evim, ismi o zamanlar bana çok garip gelen grbavica(gırbavitsa)’daydı. uzunca binalar vardı ve bir nehir geçiyordu ortadan. eskişehir’i anımsatmıştı bana, biraz sonra binada gördüğüm ”novi grad” yazısının anlamını benden daha tecrübeli olan ev arkadaşıma sordum, ”yeni şehir” dedi, ben eskişehir’e benzetirken buranın ‘’yeni şehir’’ olduğunu öğrenmiştim.

    daha sonra eve çıktık, ev 1+1’di. eşyalar oldukça eski, duvarlar soğuktu ve 80 model bir tv vardı evde. mutfak’ta ise iki gözlü ocak ve küçük buzdolabında konserveler vardı. evden ilk dışarı çıkışımda karşı daireden 4 kişilik bir ailenin çıktığını fark ettim. daha sonraları o 4 kişilik ailenin de bizim gibi aynı büyüklükteki 1+1 bir evde kaldığını öğrenmiştim. babamın bana komünizm hakkında söylediği şeylerden birisi de sistemin insanları tembel yaptığı ile alakalıydı. işler her zaman yavaş ilerler demişti bu sistemde. bunu ilk defa ev sahibimizin bozuk olan kombiyi çok geç tamir ettirmesinden ve daha sonraları başvurduğumuz internetin 2 ay sonra gelmesinden anlamıştım.

    bir an fark edememiştim ama ben resmen komünizmdeydim. evet burası komünizmdi, ben orada yaşıyordum. çocukluğumun sistemi ama türkiye’de hiç bir zaman içinde bulunmadığımız ve bulunamayacağımız sistem. ben oradaydım. orada yaşıyordum. orada tramvay kontrolcüsünden kaçıyor, orada acıkınca 1 mark’lık böreklerden yiyordum. orada maçları bedava izliyor, orada ucuz etkinliklerden faydalanıyordum.

    evet duvarlar buz gibiydi, binalar ürperticiydi, hava da çok soğuktu ama elimdeki plastik çöpleri yanlış konteynıra attığımda uyarılıyordum ve bu benim hoşuma gidiyordu. sistem yavaş ilerliyor olabilirdi ama bir disiplini vardı. bizde şehrin yeni diye adlandırılan kısımları kullanışsız boş arazilere dikilen ucube bina ve sitelerden ibaretken burada bir sembolü temsil ediyordu.
    bazen yolun boş olmasına rağmen kırmızı ışık yandığı için bekleyen insanlar görürdüm. ilk başlarda umursamazdım ama zamanla bende onlar gibi oldum ve bekledim, onların acelesi yoktu, benim vardı, yine de bekledim.
    yugo-nostaljikleri hiç bir zaman sevmedim, geçmişle yaşanamayacağına inananlardanım. fakat onu sevmemek yaşamamak manasına gelmezdi. insanlar yugoslavya’ya hasretken ben zaten onu yaşıyordum. sovyetler birliği çökmüştü, demir perde kalkmıştı, yugoslavya dağılmıştı ama ben şu an komünizmdeydim işte!

    novi grad bana çocukluğumda çok merak ettiğim o sistemi gençlik yıllarımda yaşamamı sağladı. o yüzdendir ki saraybosna’nın novi grad’ı bana igmandan daha çok şey katmıştır, novi grad bana sebilden daha çok şey ifade etmiştir. novi grad mostar köprüsünü mimar sinanın yaptığını aktaran rehberler tarafından çok şükür ki bilinmez. novi grad vrelo bosna gibi tüketilmemiştir henüz. bir novi grad edebiyatı yoktur. novi grad’ın duvarlarında şiir sokakta yazmaz, novi grad’ın sokaklarında türkçe küfürler duyulmaz, novi grad adı gibi gençtir hala, geçmişini mumla arar belki ama yaşlanmamıştır henüz. her şeyden öte novi grad saraybosnanın ruhudur, şehrin gerçek insanı orada yaşar.

    kaynak: http://www.balkanedebiyati.com/…vi-grad-yeni-sehir/
  • orwell* denen hergeleye inat, ilya ehrenburg tarzı adamları takip etmek yeterli olacaktır. çoğunlukla güzel manzaralardır vesselam.

    (bkz: ilya ehrenburg)
  • esimin ve ailesinin hayatindan:
    - dedesinin iki ati ve bazi hayvanlari varmis. bir tatar koyunde. devrim olunca mallarina el konulmus, koydeki ayyas, hic bir is yapmaz berdusun biri gelip ati dovmeye baslamis. nedeni ise yillardir icinde besledigi kiskanclik. (kisisel diyebilirsiniz, genele vurma diyebilirsiniz)
    - 2. dunya savasi cikmis. dedelerden biri savasmis, topal olarak donmus memlekete. madalyalarini almis. bir tarlada bekci olarak calisirken, eksik cikan lahanalardan dolayi 1 yil gibi hapis yatmis.
    - esim, dogum gununden once, -30 derecede 4 saat magaza onunde beklemis kardesi ile, yaslari yedi sekiz. neden? sut ve kek malzemesi almak icin.
    - bu -20, -30 derecelerde bakkal onunde bekleme bir gune mahsus degil, haftada birkac kez olan bir sey. temel gidalar icin de beklenirmis.
    - kayinvalidem bir muhendis, esi de teknisyenmis. iki cocuklar ile iki odali bir evde, ortak mutfakli bir yerde yasaiyorlarmis.
    - ama devlete yakin kisiler yukaridaki sikintilari pek yasamazmis. mesela, petrol rafinerisi yoneticileri taze meyve, sebzeyi bol bol yerlermis.
    - egitim, saglik konusunda iyi isler yapmislar evet. ama turkiye'de asgari ucretle gecinenin -buyuk sehirler disi- hayati, sovyetlerdeki bir muhendisin hayat standardindan daha iyidir.

    viva la revolucion devrimm devrim sen ne buyuksun
  • 50’ler sscb’si gerçekten mutluydu, sonradan bozdu diyenler var. asıl sovyetler’in en karanlık yılları stalin’in ölüp yerini kuruschev’e bırakmasıyla sona erdi. bu sergilenen fotoğraflar gibileri ise 80’lerin sonuna kadar propaganda amacıyla çekilmeye devam etti.

    80’lerin başından sonlarına kadar her gün beyoğlu’ndaki sscb konsolosluğunun önünden geçerdim. o zamanlar, kapının iki yanında cam vitrin içinde sacb’den gündelik yaşamı canlandıran fotoğraflar yer alırdı. bizler de periyodik olarak yenileri sergilenen fotoğraflara bakar, sovyetlerde yaşam demirel, kenan evren, özal gibilerin bize inandırmaya çalıştığı kadar kötü olamaz diye düşünürdük. gülümseyen işçiler, rafların dolu olduğu marketler, güzel döşenmiş, sıcak görünümlü evlerinde kitap okuyan, pul koleksiyonlarına bakan mutlu sovyet vatandaşları o fotoğrafların ana konusuydu. sadece birkaç yıl sonrasında yaşananlar ve komünizmle yönetilen halkların ilk fırsatta kendilerini kitleler halinde kapitalizmin kucağına atmaları gösterdi ki o fotoğrafların %90’ı düzmeceymiş.

    edit: bir üstteki postta yazanları okuyunca eklemek farz oldu. çernobil faciası 26 mayıs’ta sabaha karşı meydana geldi. sovyetler’in açıklaması ise neredeyse 3 gün sonra, 28 mayıs gece yarısına doğru, isveçliler durumu farkettikten sonra geldi. daha önce yerel ölçekte yapılan açıklama felaket bölgesi dışındaki halktan gizlenmişti. üsttekinin cevap verip küfür ettiği yazarın yazdıklarını okumadım. finlandiya iddiası yanlış olsa da anlaşılan diğer söyledikleri tamamen doğru.

    “evacuation began long before the accident was publicly known throughout the union. only on 28 april, after radiation levels set off alarms at the forsmark nuclear power plant in sweden, over 1,000 kilometres (620 mi) from the chernobyl plant, did the soviet union publicly admit that an accident had occurred. at 21:02 that evening a 20-second announcement was read in the tv news programme vremya.

    there has been an accident at the chernobyl nuclear power plant. one of the nuclear reactors was damaged. the effects of the accident are being remedied. assistance has been provided for any affected people. an investigative commission has been set up.

    —?vremya, 28 april 1986 (21:00)”

    bir de 1986’daki finlandiya hükümetinin nazi olduğu iddiası var ki aman!
  • evet, sovyetler’in her yaptığının başarısızlık olmadığına katılıyorum. sağlıklı, kültürlü ve okumuş nesiller yetiştirdiler. ancak o yetiştirdikleri nesillerin kot pantolon, külotlu çorap ve sakız uğruna komunizmi yıktığını da unutmayalım. sonuçta insanlara temel gereksinimlerini ulaştırsan bile bu onları mutlu etmeye yetmiyor. kendisini özgürlükler, fırsatlar ülkesi diye niteleyen ülkenin ideolojisi eşitlikler ülkesinin vatandaşlarının aklını çelmeyi başardı. demek ki neymiş, kısa vadede ekmek vadeden kazansa da insanlar eninde sonunda özgürlük vadedeni seçerlermiş.
hesabın var mı? giriş yap