• --- spoiler ---
    lisede okudugumuz ohenry hikayesi kizin biri zaturredir, yatagi pencereden karsi binanin duvarindaki asmaya bakmaktadir. kizimiz o asmadaki son yaprak dokulunce olecegini soylemektedir. ama son bi yaprak bir turlu dusmez kizimiz iyilesir. sonradan anlasilirki bunlarin alt katinda oturan ressam arkadas firtinali havada oraya gercegine cok benzeyen bi yaprak resmi cizmek icin kasmis sonrada gebermistir. hikaye biter.
    --- spoiler ---
  • son yaprak

    vaşington alanı'nın batısındaki küçük bir mahallede sokaklar birçok köşe ve dönemeç yaparak acayip çıkmazlara ayrılmışlardır. bazan bu çıkmazların bir iki kez kendi kendilerini kestikleri görülmüştür. bir gün bir sanatçı bu sokakların çok değerli bir özelliğini keşfetti. tuval, resim kâğıdı ve boya aldığınız kişinin, alacağını almaya geldiğinde, dönüp dolaşıp beş para alamadan kendini ilk geçtiği yerde bulması kesin gibiydi!
    bunun üzerine bu antika grenwich köyüne öbek öbek sanatçı üşüşmeye başladı. on sekizinci yüzyıl biçemi saçaklar, felemenk tavan araları, kuzey iklimlerine özgü pencereler arayan yeni kiracılar, kiranın da ucuz olmasını istiyorlardı. bir süre sonra altıncı cadde'den birer maltızla bir iki bakır sürahi getirip yerleştiler. burasını bir sanatçı mahallesi yaptılar.
    üç katlı, basık tavanlı, tuğla bir yapının en üst katında sue ve johnsy'nin stüdyosu bulunuyordu. biri maineli, öbürü kaliforniyalı olan bu iki genç kız sekizinci cadde'de "delmonico"nun tabldot lokantasında tanışmışlardı. sanat üzerine düşüncelerinde olduğu gibi piskopos biçemi geniş kol ağızlı giysileri yeğlemekte de uyuşuyorlar, hindiba salatasına ikisi de bayılıyorlardı. zevklerinin bu derece birleşmesinin sonucu olarak da ortak stüdyo ortaya çıkmıştı.
    bu iş mayısta olmuştu. kasımda doktorların zatürre diye andıkları gözle görünmeyen bir yabancı, mahalleye askıntı olarak buz gibi parmaklarıyla sağda solda ona buna dokunuverdi. bu yıkıcı yaratık east side'da pek atak adımlarla dolaşıyor ve kurbanlarını düzinelerle götürüyordu. fakat dar ve yosunlu çıkmazlara daha dikkatli basıyordu. bay zatürre kadınlara iyi davranan, kibar bir yaşlı adam diye tanımlayacağınız kimselerden değildi. bu yuumruğu aman vermeyen, soluğu kesik kesik hınzır moruk kalifornia'nın yumuşak havasında kanı sulanan ufak tefek bir yaşlı kadını bile vurmaktan çekinmezdi. johnsy'yi de çarptı. kızcağızı, demir karyolasında kıpırdamadan yatarak felemenk biçemi pencerenin küçük camından karşısındaki evin tuğla duvarını seyretmek zorunda bıraktı.
    bir sabah doktor, sue'yi hole çağırdı ve birbirine karışan ak kaşlarını çatarak:
    - durumu tehlikeli. ancak bir... evet, onda bir olasılık var, dedi.
    cıvayı indirmek için dereceyi silkerek:
    - bu olasılık da ancak yaşamaya azmetmesi koşuluyla gerçekleşebilir... insanların garip bir yaradılışı var. hemen kefenciyle, mezarcıyla birlik oluveriyorlar. bu durumda tıp dünyası apışıp kalıyor. küçük hanım iyi olmamayı aklına koymuş... kafasını kurcalayan bir şey var galiba, diye ekledi.
    sue:
    - ilerde bir gün napoli körfezinin resmini yapmayı umuyordu, dedi.
    - laf, resim yapacakmış. boş şey. aklında düşünmeye değer bir şey var mı? örneğin bir erkek!
    sue:
    - bir erkek mi? bir erkek için değer mi? hayır doktor, böyle bir şey yok, diye yanıt verirken sesi bir yahudi harpının ezgisi gibi titremişti.
    doktor:
    - öyleyse, yapısı zayıf, dedi. ben tıbbın bana bağışladığı bütün olanaklara başvuracağım, fakat hastam cenaze törenine katılacak arabaları saymaya başlayınca ilaçların iyileştirme gücünden yüzde ellisini düşerim. eğer hastanıza bu kış paltolarda moda olan kollarla ilgili bir soru sordurmayı başarırsanız iyileşme olasılığını onda birden beşe indirmeye söz veririm.
    doktor gittikten sonra sue çalışma odasına geçip japon işi bir mendili selüloz hamuru haline getirinceye kadar ağladı. sonra da bir resim tahtası alarak ve ıslıkla neşeli bir hava tutturarak johnsy'nin odasına geçti.
    yüzü pencereye doğru çevrilmiş olan johnsy yatak çarşafının altında kılını bile kıpırdatmadan yatıyordu. uyuduğunu sanan sue derhal sustu.
    resim tahtasını düzelterek bir dergide yayınlanmak üzere kaleme alınan bir öykünün mürekkeple resimlerini çizmeye başladı. genç ressamlar sanat dünyasına giden yola katılabilmek için genç yazarların edebiyat dünyasına katılmak kaygısıyla dergilere yazdıkları öykülerin resimlerini çizmek zorundadırlar.
    sue, idaholu bir sığırtmaç olan kahramanına bir monokl ile at pazarlarında giyilen türden süslü bir pantolon çizerken birkaç kez yinelenen alçak bir ses işitti. hemencecik yatağın başına koştu.
    johnsy'nin gözleri faltaşı gibi açılmıştı.
    sue onun büyükten küçüğe doğru bazı rakamlar saydığını duydu.
    johnsy bir süre sonra:
    - on iki, dedi... on bir... on... dokuz, diye ekledi.
    birbiri arkasına ikisini birden hecelermiş gibi:
    - sekiz... yedi, dedi.
    sue, sayacak ne var, diye merakla pencereden dışarı baktı.
    görünürde boş, karanlık bir avluyla yirmi yarda ilerdeki evin tuğla duvarlarından başka bir şey yoktu. bir de tuğla duvarın yarısına kadar yükselen kökleri kemirilmiş, çürümüş, yaşlı mı yaşlı bir sarmaşık vardı. güzün soğuk soluğu yapraklarını düşürmüş, iskelete dönmüş dallarını duvara hemen hemen çırılçıplak sarılır bir durumda bırakmıştı.
    sue:
    - ne o şekerim? diye sordu.
    johnsy mırıldanır gibi:
    - altı, dedi. artık çabuk düşüyorlar. bundan daha üç gün önce yüzden çoktular. sayarken başım ağrıyordu. şimdi kolaylaştı. işte biri daha düştü. kala kala beş tane kaldı.
    - ne beşi, haydi johnsyciğim, ne beşi olduğunu söyle bakalım.
    - yaprak. sarmaşığın yaprakları. sonuncu düşünce ben de öleceğim. üç gündür içime doğdu. doktor sana söylemedi mi?
    sue, son derece alaycı bir tonla:
    - ömrümde böylesini hiç de duymamıştım. asma yapraklarının iyileşmenle ne ilgisi olabilir? hem de o asmayı pek severdin. ne oluyorsun ayol? kazlaşma. daha bu sabah doktor kısa bir zamanda iyileşeceğini.. dur.. ne demişti? kısa bir zamanda tümüyle iyileşmen olasılığının birde on olduğunu söyledi. ne sandın? tehlike new-york'ta tramvaya bindiğimiz veya bir yapının altından geçtiğimiz zaman karşı karşıya olduğumuz tehlikeden fazla değil ki... haydi bakalım biraz çorba iç, bırak suecüğün de biraz çalışsın, yaptığı resimleri satarak hasta çocuğuna şarap, aç gözlü kendine de bir iki domuz pirzolası alsın.
    johnsy, gözlerini pencereden ayırmayarak:
    - şarap almana gerek yok, dedi. biri daha gitti. çorba filan içmeyeceğim. canım istemiyor. dört kaldı. karanlık olmadan sonuncusunu da düşerken görmek istiyorum, ondan sonra da ben gideceğim.
    sue, arkadaşının üzerine eğilerek:
    - şeker johnsyciğim senden bir ricam var. işimi bitirinceye kadar gözlerini kapayıp pencereden dışarıya bakmamaya söz verir misin? resimleri yarına kadar teslim etmeliyim. perdeyi kapatırım ama, ışık gerekiyor, dedi.
    johnsy, soğuk soğuk:
    - öteki odada çalışsan olmaz mı? diye yanıtladı.
    sue:
    - yanında olmayı yeğliyorum. hem de o meymenetsiz asma yapraklarına bakmanı istemiyorum, dedi.
    johnsy gözlerini kapatarak ve o uçuk rengiyle devrilmiş bir yontu gibi kımıltısız yatarak:
    - biter bitmez haber ver. son yaprağın düştüğünü görmek istiyorum. beklemekten usandım, düşünmekten bıktım. her şeyden vazgeçtim. zavallı yorgun yapraklar gibi kendimi salıvermek istiyorum. salıp aşağıya doğru uçmak istiyorum.
    sue:
    - haydi bakalım uyumaya çalış. yalnız bir maden arayıcısı çizebilmek için beherman'ı çağırmam gerekecek. modellik yapsın. şimdi gelirim. sakın kımıldanayım deme, dedi.
    beherman alt katlarında oturan altmışını geçkin yaşlı bir ressamdı.
    yunan tanrılarını andıran başından cüce vücuduna doğru kıvrılan sakalı michelangelo'nun musasını anımsatıyordu. beherman başarılı olamamış bir sanatçıydı. sanat dünyasında yenilgiye uğramış bir ressamdı. kırk yıl, tutsağı olduğu sanat tanrıçasının eteğine bile değmeden fırça kullanmıştı. hep bir başyapıt yaratmak üzere bulunuyor, fakat bir türlü başlayamıyordu. ticari amaçlar ve reklamlar için yaptığı birkaç resimden başka yıllardan beri bir şey yapamamıştı. mahallede, profesyonel modellerin ücretini ödeyemeyen genç sanatçılara modellik ederek beş on kuruş kazanıyordu. boğulasıya cin içiyor, hâlâ gelecekteki başyapıtından söz ediyordu. bunların dışında yumuşaklığa hiç dayanamayan ve yumuşaklık gösterenlerle şiddetle alay eden aksi bir yaşlı olup kendini üst kattaki stüdyonun sanatçılarını korumakla görevli bir bekçi köpeği sayıyordu.
    sue, cin kokan beherman'ı alt kattaki ininde buldu. odanın bir köşesinde sehpanın üzerinde yirmi beş yıldır ilk fırçayı bekleyen başyapıtın beyaz tuvali duruyordu.
    sue, yaşlı adama johnsy'nin kafasında yer etmiş bulunan düşünceyi anlattı. genç kızı dünyaya bağlayan son bağ da gidince zaten bir yaprak gibi hafif ve kırılgan olan ruhunun uçuvereceğinden korktuğunu anlattı.
    kırmızı gözlerinden damla damla yaşlar akmaya başlayan yaşlı beherman bağırarak bu aptalca düşlerle alay etti. nefretini açığa vurdu. alman şivesiyle:
    - ne diyorsun?.. biçimsiz bir asmanın yaprakları dökülüyor diye, ölmeye hazırlanan çılgınlar mı var? böylesini de hiç duymamıştım. hayır, resmini yapacağım, budalaca dünya işleri için modellik edemem. johnsy'nin bu durumunda ne halt edip de böyle şeylerle uğraşıyorsun; zavallı kızcağız, diye bağırdı.
    sue:
    - çok hasta, çok zayıf. ateşi moralini etkiledi. karabasanlar görüyor. peki, madem ki bana modellik yapmak istemiyorsun, yapma. zaten kaçık, bunak bir yaşlı adamdan başka bir şey değilsin, dedi.
    beherman, bağırarak:
    - sana modellik etmek istemediğimi kim söyledi. işte kadın kısmı hep böyledir. yarım saattir, geleceğim diye avaz avaz haykırıyorum. mis johnsy kadar iyi bir kızın hastalıktan ölmesine izin veremeyiz. bir gün gelecek başyapıtımı yapacağım. hepimiz kurtulacağız, dedi.
    yukarı çıktıklarında johnsy uyumuştu.
    sue perdeyi indirerek beherman'a bitişik odaya geçmesini işaret etti. oradan korka korka dışardaki asmayı gözetlediler ve ses çıkarmadan bir an için bakıştılar. karla karışık sürekli bir yağmur yağıyordu. beherman eski mavi gömleğiyle tersine çevrilmiş bir tencerenin üzerine oturdu. bu tencere yalnız madencinin oturduğu bir kayayı temsil ediyordu.
    sue o gece ancak bir saat uyuyabildi. sabahleyin uyanınca johnsy'nin gözlerini açmış, donuk bakışlarla kapalı yeşil perdeye baktığını gördü.
    hasta:
    - perdeyi aç, görmek istiyorum diye mırıldandı.
    sue, bitkin bir durumda buyruğu yerine getirdi. şaşkınlık! bütün gece sürmüş olan sert yağmura, uğuldayan fırtınaya karşın tuğla duvarın önündeki tek asma yaprağı hâlâ duruyordu. son yaprak... kökü henüz koyu yeşil rengini korumakla birlikte dantelli uçları çürüme belirtisi olan sarı bir renk almıştı. yerden 20 adım yüksekte bir dala cesaretle asılmış duruyordu.
    johnsy:
    - sonuncu yaprak. gece kesinlikle düşeceğini sanmıştım. rüzgârı duydum. bugün düşecek, ben de aynı dakikada öleceğim, dedi.
    sue, bitkin yüzünü yastığa doğru eğerek:
    - şekerim, sus, sus, kendine acımıyorsan bana acı. sensiz ne yaparım, dedi.
    johnsy yanıt vermedi. dünyada; kendini o uzun, gizemli yolculuğa hazırlayan bir ruh kadar tek başına bir şey yoktur. genç kızı bu dünyaya ve dostlarına bağlayan bağlar birer birer çözüldükçe son yaprakla birlikte ölme düşüncesi aklına büsbütün yerleşiyordu.
    gün öylece geçti. alaca karanlıkta bile asma yaprağını duvara dayalı dalına cesaretle asılmayı sürdürür gördüler. akşam olunca kuzey rüzgârı yine dizginleri kopardı. yağmur pencereyi dövmeyi ve felemenk biçemi saçaklardan aşağıya akmayı sürdürdü.
    şafak söker sökmez amansız johnsy perdenin açılmasını buyurdu.
    asma yaprağı hâlâ yerindeydi.
    johnsy yaprağı uzun süre süzdükten sonra gaz sobasının üzerinde tavuk çorbasını karıştıran sue'yü çağırarak:
    - suecüğüm, pek yaramazlık ettim. ne kadar kötü bir insan olduğumu kanıtlamak için gizemli bir güç o yaprağı orada bıraktırdı. ölmek istemek günah! bana biraz çorbayla biraz süt getirebilirsin. süte biraz da bordo şarabı koy.. dur.. önce bir el aynası getir. sonra arkama bir iki yastık yerleştir. çorbayı pişirirken seni seyretmek istiyorum.
    bir saat sonra da:
    - suecüğüm, umarım ilerde bir gün napoli körfezinin tablosunu yapacağım, dedi.
    doktor öğleden sonra geldi. çıkarken sue bir bahane bularak arkasından gitti. doktor, genç kızın titreyen elini kavrayarak:
    - kurtulma olasılığı yüzde elli... iyi bakarsan kazanacaksın. şimdi başka birine gideceğim, aşağı katta. beherman... sanatçıymış galiba. o da zatürre... yaşlı adam zor durumda: hastalık şiddetli. umut yok, ama rahat etsin diye hastaneye kaldırıyoruz.
    ertesi gün doktor, sue'ye:
    - kazandın, tehlike yok. şimdi iyi beslenme! bakım gerek, dedi. başka bir şey istemez.
    o gün öğleden sonra sue, yatağında pek hoşnut bir biçimde gereksiz yere mavi bir yün omuzluk örmekle uğraşan johnsy'nin yanına geldi, hastanın yastığının arkasından kolunu dolayarak:
    - beyaz fareciğim. sana bir haberim var, dedi. mister beherman bu sabah hastanede zatürreden ölmüş. hastalığı iki gün sürdü. bir sabah onu odasında sancıdan bitkin bir durumda bulmuşlar. ayakkapları, giysileri ıslak ve buz gibi soğukmuş. o korkunç gece nereye gittiğini anlayamamışlar. bir fener ele geçirmişler, buldukları zaman daha yanıyormuş. bakmışlar merdiven yerinden çekilmiş, bahçede birkaç çalı çırpı birbirine girmiş. bir de palet görmüşler. üzerinde yeşil sarı boyalar varmış... pencereden bak, şekerim. duvardaki son asma yaprağını görüyor musun? rüzgâr eserken neden yerinden kımıldamadığını hiç düşünmedin mi? işte beherman'ın başyapıtı. son yaprağın düştüğü gece yapmış.
    o henry (the last leaf)
  • o. henry'nin 1907 yılında yaınladığı "the trimmed lamp" adlı kitabından bir öykü. türkçe'ye "son yaprak" adıyla çevrilmiştir.
  • o'henry nin hos bir oykusu. bir de ahmet voyvoda yorumunu dinleyince daha bi hosunuza giden oykudur. (bkz: ozgun dersane)
  • (bkz: son yaprak)
  • [ http://www.online-literature.com/…rpics/o_henry.jpg ]
    [ http://www.ideefixe.com/…p?sid=lu63bwr1nh8hu84yn55d ]
    o henry's short stories başlığı altında kısa filmleştirilmiş, yazarın 3 hikayesinden biridir.
    evvela anthony quinn 'in yapımın başındaki 'o henry 'i birebir tanımıyordum ama o beni tanıyordu, hepimizi tanıyordu.' girizgahıyla, 'ne kadar tanıyordu, o new york'u tanımıyor muydu?' diye sordurtmuştur bana. (bkz: o henry new york u nasıl sevdi)

    ayrıca kısa hikaye boyunca; kaderle nasıl oynandığına dair emareler bulamadım. zira insan kaderle mi oynuyor, yoksa kader mi insanla oynuyor sorusunu çözemedim. hikayenin her noktasında, yaşlı adamın iki yerde; a/ 'yaşlılar rüyalarının çoğunu boşa harcamıştır.' b/ 'yarın yapacak işim yok, zaten hiç olmadı.' umutsuzlukları bir yana, örnek veya destek olmaya çalıştığı genç sanatçıya; 'eserlerinin muhteşem olduğunu düşünüyorum, ama sen daha iyilerini başarıyorsun.' derken ufak bir 'ben neredeyim?' tadı aldım, almadım değil. kendi hayatının boşa geçtiğini hissettiriyorsa da, hatta bu inancımı güçlendirecek bir hadise de; hikayenin neredeyse her yerinde bu adamın sürekli başyapıtından bahsetmesi mevzu bahis olmasıdır, filmde dr bilal 'e benzeyen arkadaşın (nereden arkadaşım oluyorsa) ölmesine sebep olan ve kısa süreliğine sanatçı ellerine zeval gelen hanıma moral verirken, asıl baş yapıtını ortaya koyması, onun hayatına yepyeni bir umut ışığı yakarken, meksikalı örneğini vererek; 'yaşadığım her gün tanrının bir hediyesidir.' gibi aslında çok da o durumdaki , yani herşeyini kaybetmiş pencereden baktığı ağaç dalındaki son yaprağın da düşmesiyle öleceğini düşünen, dağılmış kişiye sunulmuş sabır cümlesi bana hafif geldi.

    hafifliğini, ağırlığını da geçtim; köküne kadar kaderci yapıdaki bu hikayenin neresinin kaderle oynadığını, dalga geçtiğini -o henry 'nin genel tavrı bu imiş.- anlayamadım. zaten anthony quinn, hikayenin sonunda kendisi söylüyor; 'insan kaderin elinde bir oyuncaktır.' hikayeden çıkarılan bu. köküne kadar kaderci bir yapının üstüne sevgi dolu mesajlar da vermiyor hikaye aslında; adamın başyapıtı, örnek veya destek olduğu genç sanatkara, kendi silik geçmişinin sonunda, alkolik ve kaybetmişlik kokan bir umut ışığı sunması, ki o da tartışılır dediğim gibi genç kadının durumu çok vahim idi, rüzgara rağmen düşmeyen suni yaprağın, insan, yaşamında çeşitli engellere rağmen, ki bir örneğinde de ibadethanede tanrıya dua eden yaşlı meksikalının ayaklarının olmamasına rağmen yaşadığı günleri tanrı hediyesi olarak görmesinden söz açmıştı, yıkılmaması gerektiğine ibret verici bir örnek olmasından öteye gitmiyor.

    sözün özüne gelirsek; hikaye hem çok iyimser, hem de kaderci bir yapıdan ibaret.

    hikayeyi bitirdikten sonra herakleitos 'un bir iki fragmanına göz atmak istedim nedense;

    ..yaşamak isterler doğduklarında
    yazgılarıyla karşılaşmak
    (ya da. daha çok, huzura kavuşmak ölümde)
    ve çocuklar bırakırlar arkalarında
    yazgılarıyla karşılaşacak..

    ve daha ilginci:

    "dama oynayan
    bir çocuktur zaman

    krallık çocukta!"
  • (bkz: last leaf)
  • asım yıldırımın okumasıyla ibretlik bir hal almış, surprise ending neyim içeren ohenry hikayesi.

    http://youtu.be/klieab_io10
  • the cascades şarkısı, sözleri de şöyle:

    the last leaf clings to the bough
    just one leaf, that's all there is now
    and my last hope live with that lonely leaf, lonely leaf
    with the last leaf that clings to the bough

    last summer beneath this tree
    myh love said she'd come to me
    before the leaves of autumn touched the ground, touched the ground
    my love promised she's be homeward bound

    then one by one the leaves began to fall
    and now that winter's come to call

    the last leaf that clings to the bough
    just one leaf, that's all there is now
    will my last hope fall with that lonely leaf, lonely leaf
    with the last leaf, the last leaf
    with the last leaf that clings to the bough
    bough, bough, bough . .
  • blackmore's night şarkısı, sözleri de şöyle:

    there’s a tree in an open field
    branches reach for the sun
    with the green of a thousand leaves
    and a world that has just begun

    the springtime is here again
    buds and blossoms abound
    promises of future days
    and new life that is all around

    see the last leaf shivering
    as the winds did blow
    holding tight to what she knew
    for fear of the unknown

    soon the spring turned to summertime
    she could never deny
    how she loved her home up there
    ın between the earth and sky

    still to drift on a summer breeze
    was to taste paradise
    but that summer would turn to fall
    and the autumn would turn to ice

    see the last leaf shivering
    as the winds did blow
    holding tight to what she knew
    for fear of the unknown

    ın the harvest of golden days
    leaves were turning to fire
    dancing upon the autumn breeze
    like a princess on the high wire

    one by one through the dancers dove
    spiralling to the ground
    carried off on a winter wind
    disappearing without a sound

    see the last leaf shivering
    as the winds did blow
    holding tight to what she knew
    for fear of the unknown

    so the last leaf took flight
    as the winds did blow
    holding tight to what could be
    finally letting go
hesabın var mı? giriş yap