• dün uyumadan ayı gibi yedim ondan sanırım garip rüya gördüm,karşıyaka bisiklet yolundan kendi halimde gidiyorum birden karanlık oluyor yerler toprak karşıma ayı çıkıyor feci korkuyorum ama sonra ne oluyorsa ayı sakinleştiriyor beni o yürüyor ben bisiklet sürüyorum yan yana ormanda gidiyoruz.
  • sabah rüyamda sesim çıkmadığından beni kovalayan manyağa -yak diye bağırıp uyanmama sebep olmuştur.
  • önedit: çok sık rüya görürüm, neredeyse her gece ve gündüz uykusunda.

    bir ütopyadaydım. çiçeklerin hiç solmadığı, herkesin mutlu mesut yaşayıp, kurallara uyduğu... daha da ilginci, kimsenin üzülmediği...
    bir kadın, kanserdi ya da topluluğa karşı büyük bir günah(!) işlemişti(hatırlayamıyorum) ve mutluydu da. yani her halükarda ölüme mahkum edilmesine rağmen mutluydu. ve ben, bu ağlama kavramından yoksun yerde bile çoğu zaman sessizce bazen de hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. dalgalar kıyıya vurmak üzereydi. insanlar yağmurdan kaçarcasına tatlı bir koşuşturma halinde uzaklaşıyordu, kıyıdan. benimse umrumda değildi bu yer, bu insanlar, bu dalga, bu kıyı...
    koca dalga üzerimden geçti, bir santim bile oynatamadı yerimden.
    dönmeye karar verdim, bir evim olmalıydı, şu güzellikler diyarında. yerini bilmesem de ayaklarımın götürdüğü yere gitmeye karar verdim, istemsizce.
    yine yol boyunca bir sızı eşlik ediyordu, bütün benliğime, yüreğime, bedenime, zihnime...
    bir an yürüdüğüm kaldırımdan çıkarak çimen yerine çiçeklerle dolu olan toprağa attım, kendimi. hüznü bastırmıştı, bu cennet kokusu. şimdi de trajikomik biçimde mutluluktan ağlıyordum... bu yeri unutmamak için bir işarete ihtiyacım vardı. bir yaprak kopardım, sarı ve beyaz tonlarının yanı sıra biraz da pembeye çalıyordu rengi. muhtemelen bir cennet gülüydü. ve gömleğimin cebine koydum, bu kokuyu özgürce koklayabileyim diye.

    sabah, her zamanki gibi sigaraya sarıldım, uyanır uyanmaz...
  • uykusuz sayılırım, gece 4'te uyudum, 10'da kalktım, gözümü bile açamıyordum, tekrar uyudum. işte rüyam da o an başladı. 18. yy'dan kalma bir ingiliz sarayında 'lunch' düzenleniyor. kadınlı erkekli, tıka basa dolu masalar. cam kenarı bir masaya geçiyorum. bina içi dekorasyonu gerçekten dönemi yansıtıyor. dış cephedeki tasarımı da görebiliyorum orada otururken. aynı anda başka bir perspektiften bakıyorum binaya. binanın mimarisi kesinlikle normal değil, bunu kendime geldiğim bir ara çizerim. giriş kısmında binaya paralel bir merdiven var. bu merdivenin altında ayrıca bir giriş kapısı var. sadece giriş kısmındaki duvarları bile 6-7 metre yüksekliğe ulaşıyor yerden. dış cephesi kesinlikle fantastik bir yapı. her neyse rüyanın asıl konusu bu değil. güzel bir detayı sadece. kabus gibiydi diyebilirim, şu sarayın yapısını inceleme fırsatım da olmasaydı gerçekten bir kabustu. yemek yerken üç deprem meydana geldi. ilk depremde kumdan yapılmışçasına yerle bir oldu. ilk depremde öldüm. bina tekrar eski haline geldi, bu sefer en üst katta camdan yapılmış tavanın içeriye geçirdiği gün ışığının eşliğinde yemeye başladım, tekrar. ikinci deprem meydana geldi. bu sefer yarı ölü yarı bilinçli gibiydim. acıyı, korkuyu, kaçma isteğini hissediyordum. çok geçmeden bina yine eski halini aldı, tüm karakterler rastgele yerlerde... bu kez binanın orta katında olmalıyım. herkes bir olaydan bahsediyor. -bu sırada adamın birine ıngilizce espri yapıyorum, öyle kahkaha atıyorum ki ikizim uyandığımda diğer odadan duyup geldiğini ve uykumda güldüğümü söyledi- devasa genişlikteki odanın sağ ve sol köşelerinde birer şömine var. sağ taraftaki şömineye yaklaşıyorum. pencereye yönelip dışarı bakıyorum. birileri var. dışarda. olmasına imkan vermesem de birileri, buralarda dolaşıyor. bebek arabalı bir anne ve çocuğu. derken yeni deprem meydana geliyor. cam tarafa yakın olduğumdan tek endişem, camların hayati organlarımı ya da boğazımı kesip geçmesi. bu sefer depremin yarattığı şoka hazırdım. en azından öyle olduğumu düşünüyordum. değilmişim, birbiri ardına yıkılmaya başlayan kolonlar, duvarlar, çöken zemin. blokların eşyaların üzerine düşerken çıkardıkları o rahatsız edici tahta gıcırtısı, metal ve cam sesleri. kimseyi düşünecek halde değilim. başlarına, tam da masanın ortasına, üst katın zemini düşmüş sir george ve ailesi umrumda bile değil. ya da korkudan kendini camdan dışarı atmış bayan coleman'ın çekeceği fiziksel acı... hiçbiri, benim için kendi perspektifimden duyumsadığım acı kadar gerçek değil. olamayacaklar da. empatinin imkansız olduğu bir andı...

    bu son depremde de acıyı fazlasıyla duyumsadıktan sonra uyanıverdim, uyumama rağmen sanki bu kez daha da çok yorulmuştum...

    dipnot: büyük istanbul depreminde görüşmek dileğiyle.
  • abi çok gariptir ya babamla arabayı yıkıyoruz ama koca koca hortumlarla sonra annem kardeşim babam ve son zamanlarda pek hoş şeyler yaşamadığım hoşlandığım kişinin bir akrabası bana şal bakmaya gidiyoruz. benim istediğim şalı alıcakken o akraba izin vermiyor onu almaya sonra başka renklerde bir şal alıyoruz. ama benim ondan var ben diğerini istiyorum diye söylemiyorum. ama ben istemiyorum diyerek aldırmıyor akrabası daha sonra ben bir eve gidiyorum derme çatma ama tarihi gibi duran sıcak dublex bir evin eski koltuklarında otururken açıldığım kişi geliyor. camdan dışarı bakınca görüyorum onu eve doğru geliyor. ama kör olmuş yarı kör gibi bir şey etrafı göremiyor. elinde değnek var diğer kolunda da kıyafet askılığı var ne alaka bilmiyorum. sonra yavaş yavaş benim olduğum odaya geliyor. ağlayarak dizlerinin üzerine çöküyor ağlamaya devam ediyor ve ben sadece koltukta oturmuş öylece ona bakıyorum yüzümde hüzünlü bir tebessümle. ağlamaya devam ediyor sonra konuşmaya başlıyor özür dilerim seni çok üzdüm son zamanlarda çok saçma hareketler yaptım sen anlam veremedin hareketlerime ama ben bile anlam veremedim haklısın en ufak olayı çok büyüttüm bir çok şeyi sen yaşamışken sen yaşanmışlıkları atlatabiliyorkem ben atlatamıyorum içimdekileri dışarı ne vursamda içindekileri atlatamıyorum biliyorum seni çok kırdım acı çektirdim ama beni bu halimle de kabul edebilecek misin katlanabilecek misin bana diyor. ben de yüzümde aynı tebessümle, ben senin gözlerinin görüyor bacaklarının tutuyor olmamasını değil kalbini sevdim her ne kadar kalbimi kirsanda ben senin kalbini kalbinde ki güzelliği seviyorum diyorum. kalkıyor bana sarılacakken yalpaliyor düşücek gibi oluyor gidip tutuyorum ellerinden ben sarılıyorum sonra o da bana sarılıyor . sonra uyandım ...
  • benimkiler hep kabus.
  • dün geceki rüyamda bir metro hattında bir uçtan diğerine gitmeye çalışıyorum. metroya biniyorum birkaç durak sonra inip raylardan yürümeye başlıyorum. sonra bu iş böyle olmayacak diyip (e heralde ne sandın) tekrar metroya binmeye karar veriyorum. fakat ters yöne binmişim. inip tekrar doğru istikamete gidiyorum. sonra da uyandım zaten, ulaşamadım diğer tarafa.

    rüyamda bile toplu taşımada sürünüyorum kahretsin.
  • millet rüyalarını ingilizce görüyor ben amerikan macera filmi çektiğim rüyamı türkçe dublajlı olarak görüyorum.. 10/10
  • 7/24 şantiyede yaşayan biri olarak rüyalarımda da şantiyeyi görmem normal sanırım. ama gerçekten bıktım.
  • uyuyakalmışım, rüyamda bile tiksindim ülkemin insanlarından, kavga ettim...
    .
    ankara'dayım, kızılay tarafında otobüs bekliyorum. hava bir anda bozuyor, simsiyah oluyor. rüzgar, fırtına, yağmur, aralarda ufak ufak hortumlar falan. yeni tip yaz yağmurlarından, ters yüz olup bir anda dökecek, sonra güneş açacak. neyse kıyamet başlıyor, işte kıyılara köşelere saklanıyor insanlar. ya ssk'nın oradaki ya da mithatpaşa tarafındaki üst geçitteyim. bir tane bileklik görüyorum, çamurun içine belenmiş. alıyorum yerden sahibini bulursam vereyim diyerek koluma takıyorum. bilekliğin bileğe takılan kısmı var, bir de iki yüzük olarak takılan kısmı var, bunlar zincirle birbirine bağlı (rüyalarda hiç aklıma gelmeyecek detayların varlığını çok severim, o nedenle detay veriyorum).

    hava düzeliyor, otobüse biniyorum, orta kapının hemen orada cam kenarına oturuyorum. otobüste uyuyakalıyorum, uyumak da değil aslında. hani böyle yarım bir uyku olur, uyuyor gibisinizdir ama her şeyin farkındasınızdır etrafta olan, öyle bir uyuklama hali. sonra birisi bilekliğime asılıyor, bayağı çekiştire çekiştire çıkartmaya çalışıyor. başörtülü bir kadın, sinirli bir surat ifadesi var, bilekliği çıkarmaya çalışıyor. ne yapıyorsunuz diyorum, benim o diyor. tamam diyorum, isteseniz veririm, ben de sahibini bulurum umuduyla taktım zaten diyorum. çekiştirmeye devam ediyor, bileğimi acıtıyorsunuz diyorum ve çıkartıp veriyorum. iz olmuş bileğim çekiştirmesinden. yanımda bir adam var, bir parça ona söyleniyorum. istese verirdim diyorum, çekiştirmesine gerek yoktu, benim değil zaten bileklik diyorum. ekliyorum sonra gerçi yine bir gün uyuklarken saatimi çekiştirmişlerdi, benim saatimi.

    sonra bu garip diyaloga şahit olan bir kadın muhabbete giriyor, arkamda oturuyor. beyaz tenli, kızıl, neşeli genç bir kadın. bulduğum ve benimle çok alakasız olan bilekliği koluma takmamdan, kadının çekiştirmesinden, eğlenceli bir muhabbet kuruyoruz. bu sırada ineceğim yere doğru yaklaşıyorum, üçüncü caddenin başında ineceğim. otobüs, ikiden üçe dönüyor.

    benden beklenmeyecek bir hareket yapıyorum, kapıya doğru hareketlenirken. duruyorum, dönüp kadınla görüşmek istediğimi söylüyorum. normalde yaptığım bir şey değildir bu, genç kadın ne kadar etkilediyse artık beni, görüşmek istiyorum onunla, bir yerlerde bir kahve içmek, biraz sohbet etmek istiyorum. bir duruyor, bir şaşırıyor, adımı söylüyorum, insta hesabımı veriyorum, ekle beni diyorum, tabii görüşmek istersen. ben istiyorum seninle görüşmek diyorum. adı yelda imiş, ismini söylerken bir güneş doğuyor sanki orada, yağmur sonrasında doğan gibi, hemen ardından gökkuşağı çıkar ya öyle bir güneş. otobüsün içi aydınlanıyor.

    ismini söylerken sondaki a'yı biraz fazla uzatıyor. yelda isminin sonu normalde de biraz uzar, sonda bir de ğ var gibi ama genç kadın olayın heyecanıyla bir tık daha uzatıyor ve olaylar kopuyor. arkadaki iki kadın, bu söyleme tarzıyla alay etmeye başlıyorlar. yelda başta gülüp geçiyor, o da farkında biraz fazla uzattığının, bir parça da mahçup oluyor. ama o iki kadın durmuyorlar, havada çeşitli kadın isimleri dolaşmaya başlıyor, melindaaa, meldaaa, vb. tatsız, çirkin bir şeye dönüşüyor. durağıma da geldim, otobüs duracak ve ben ineceğim. ama içim el vermiyor, yelda'yı o gereksiz insanlarla tek başına bırakmak istemiyorum.

    kadınlar arka kapıya yakın, yanlarına doğru ilerliyorum. yaptığınız çok büyük ayıp diyorum, keser misiniz bu artık hiç komik olmayan ve alaya dönüşen saçmalığı diyorum. şaşılmayacak bir şey yapıyorlar ve çirkefleşiyorlar. tartışmaya başlıyoruz, otobüs duruyor, bir iki kişi benden yana, geri kalan alayı bu çirkef ve çirkin insancıklardan. tartışma otobüsün dışına taşınıyor, orada bir tane cafe açılmış, leman'ın karşısına. orası da olaya dahil oluyor.

    bahçelievler böyle bir yer değildi eskiden diyorum, insanlar birbirlerine saygı duyarlardı, birbirlerini severlerdi, ne olmuş buralara diyorum. yaşımı da göstermiyorum ya, oradaki garson, yirmi yaşında bebesin neyin eskisi diyor. yaşımı söylüyorum, yaptıklarının yanlış olduğunu anlatmaya çalışıyorum, ama hayır kimse dinlemiyor. saygısızca, züppece, alaya alan, ezen tavırlarına devam ediyorlar. her biri ile tartışıyorum tek tek, çaresizce çırpınıyorum hatalarını anlasınlar diye ama hayır asla kabul etmiyorlar, üstüne türlü hakaretler ediyorlar. tükeniyorum.

    ineceğim durak falan umrumda değil artık, yelda'yı o çirkin insanlarla bırakmayacağım otobüste, eşlik edeceğim gittiği yere kadar. yelda'ya diyorum ki ne tarafta oturuyorsun. o da yeni gelmiş ankara'ya çok bilmiyor. ufya ya da öyle bir şey adı olan siteler yapılmış, orada oturuyormuş.

    sonra uyanıyorum...
    rüyanın ve yelda'nın gerçek olmadığına üzülerek...
    ve ülkemin insanlarından tiksinerek, nefret ederek...
hesabın var mı? giriş yap